Anayasadan önce toplum sözleşmesi ve Medine Sözleşmesi
Anayasayla ilgili yazdığımız yazıların sonunda şu sonuca varıyoruz:
Geçmişte Müslüman toplumlar ve bugün İngiltere gibi köklü, yerleşik örfleri olmayan veya bizdeki gibi örfünden radikal kopuş yaşayan ülkeler için anayasa gereklidir. Kısa tanımıyla “anayasa” bir devletin yönetim biçimini ifade eder. Belli bir toprak parçası üzerinde yaşayan insanların temel haklarının, hakların nasıl kullanılacağını, birey ile devlet arasındaki ilişkilerinin ana çerçevesini çizer.
Kişi ile devlet, toplum ile devlet ve kamu hizmetlerinin, hak ve sorumlulukların rızaya dayalı olarak belirlenip sosyo politik hayatın devamı için üzerinde mutabakata varılmış bir metin önem taşır. Aksi halde bir şekilde inisiyatifi ele geçirenler politik, askeri ve bürokratik zümreler keyfi yönetimler tesis edip çıkarlarına göre halkı yönetirler. Modern zamanlarda anayasalarda anahtar rol devlete verilmiş olması dolayısıyla, en liberal ilkelere dayalı anayasalar dahi bireyin ve toplumun aleyhine işleyen temadan hali değildir.
Tabiatından kaynaklanan hasletler dolayısıyla güç tahrik edicidir, gücün kullanımı belli kurallar dahilinde belirlenmediği takdirde küçük bir azınlığın lehine, geniş kitlelerin aleyhine yıkıcı araca dönüşür. Güç (kudret ve iktidar) ahlaki normlar ve hukuka dayalı olarak kullanıldığında nur, keyfi kullanıldığında nar olur.
Altını çizebileceğimiz ikinci husus, anayasa metinlerini bürokratik, politik veya akademik kişilerin hazırlama yetkisine sahip olmamalarıdır. Zikri geçen ve her biri belli kurum ve kuruluşlara mensup olup, formasyon ve uzmanlıklara sahip kişiler kendi dünyalarında ne kadar iyi niyetli olurlarsa olsunlar, toplumun belli bir kesitinde yer almaları hasebiyle tam adil/objektif hüküm cümleleri zordur, zorluk insanın tabiatından kaynaklanan beşeri bir durumdur.
1970’lerde demokratik yönetime karşı olan Selefi akımların neredeyse tamamı, eleştirilerini bu temel hakikate dayandırırlardı, onlara göre Kur’an bir anayasa olarak kabul edildiğinde bu mahzur ortadan kalkar, çünkü Kur’an’ı vahyeden yüce Allah, hiçbir sınıfın, kavmin, rengin, bölge veya ailenin çıkarını gözetmez, kimseyi bir başkasına üstün tutmaz, insanların bir bölümünü diğerlerinin aleyhine kayırmaz.
Selefilerin bu eleştirisi yerindeydi, bugün de isabetli oluşunu korumaya devam etmektedir. Yüce Allah, bir kavmin, bir hanedanın, bir sınıfın veya bir bölgenin değil, ”Rabbu’l alemiyn (Alemlerin Rabbi)dir. (1/Fatiha, 1.)
Yerinde ve doğru olmakla beraber söz konusu argüman kendi başına sorunu çözmeye yetmeyebilir. Zira Kur’an insanın tefsirine, te’viline ve içtihadına açıktır. Tefsir, te’vil ve içtihat demek olan “yorum” İslam nokta-i nazarında meşrudur, meşru olmanın ötesinde zaruridir. Bu durumda adalet ve iyilik ilkesinden sapma ihtimali olan insanlar, yorumu kendi çıkarlarına, inançlarına, dünya görüşlerine göre yapabilirler, yapıyolar da. Tarihte iktidarların kendilerini meşrulaştırmak üzere dini nasıl eğip büktüklerini, taassuba kapılan mezhepçilerin nasıl hükümleri maksatları aleyhine yorumladıklarını, bugün de bazı siyaset sınıfının dini nasıl istismar ettiğini biliyoruz.
Bu analiz bizi bir çıkmazla karşı karşıya getirebilir. Şöyle ki:
Belli bir grup insan anayasa metnini kendi bildik şekilde hazırlayabilecekse, Kur’an dahi yorum dolayısıyla yeterince takva sahibi olmayanlar tarafından belli bir yoruma tabi tutulup herkesi buna yasalar ve anayasa marifetiyle mecbur edecekse, bu durumda ne yapmak lazım?
Bu sorunun basit cevabı, İslam hukukunda siyasi, medeni, ticari ve devletler arası ilişkilerde esas alınan iki temel ilkenin gözetilmesiyle aşılabilir. Söz konusu iki ilkeden biri; ilişkilerin sözleşme ile düzenlenmesi, diğeri; sözleşmelerde rızanın esas alınmasıdır.
Kur’an-ı Kerim, sözleşmelere riayeti emreder: “Ey İman edenler akidleri yerine getirin.” (5/Maide, 1.)
Akit geniş bir kavram olup insanın Allah ve diğer insanlarla olan her türlü sözleşmesini (yönetim, ticaret, çalışma hayatı, evlilik, gayr-ı müslimlerle ilişki biçimini) ifade eder. Karşılıklı rızaya dayalı olan evliliklerde şart olan nikah, iktisadi ve ticari sözleşmeler, şirket anlaşmaları, yönetenler ile yönetilenler arasında esas alınan biat ve devletler arası muahedeler birer akittir; hayatın kısm-ı azamisi sözleşmeler üzerinde yürür.
Hz. Peygamber (s.a.) de cahiliye döneminde dahi rızaya dayalı imzalanmış sözleşmelere İslami dönemde de riayet edilmesini emretmiştir.
Şu halde anayasa metninin de bir sözleşmenin ürünü olması icap eder. Anayasanın kendisi bir sözleşme olmayıp, bir sözleşmenin ürünü, sonucu, tezahürü, ete kemiğe bürünmüş mutabakat maddelerinin hukuk dili ve hukuk tekniğiyle ifade edilmiş bedenidir. Sözleşme ruh, metin bedendir, ruh bedende içkindir.
Kur’an ve Sünnet’in amir hükmü olan akitlerin anlamını iyi kavrayamayanlar, toplumsal sözleşmenin Batıda ortaya çıktığını, bugün belli bir kriz içine girmiş bulunan demokratik yönetim ve liberal siyaset teorisinin eseri olduğunu öne sürerler. Bu eleştiri de haklılık payı yok değil ama iki olgu arasında gözden kaçırılan mahiyet farkı vardır, yeterince buna dikkat edilmemektedir.
Bizim bir anayasa metnine temel teşkil etmesi gerektiğini önerdiğimiz toplumsal sözleşmenin belli başlı özelliklerini şöyle sıralayabiliriz:
- Rızaya dayalı sözleşmede taraflar gerçek şahıslardır. Şahıslar tek tek bireyler olabileceği gibi belli sayıda veya oranda topluluklar da olabilir.
- Taraflar duruma ve yerine göre tabii kanaat önderleri, sözcüleri veya vekilleri aracılığıyla katılır.
- Taraflar bir araya gelir muarefe ve müzakere süreçlerini başlatır; birbirlerini anlamaya ve tanımaya çalışır, akabinde müzakereler başlar. Müzakereler başarı kazandığı takdirde üzerinde mutabakata varılmış maddeler yazıya geçirilir.
- Muarefe ve müzakere süreçlerinde tahakküm, şiddet, baskı, sahtekârlık rafa kaldırılır; muarefe ve müzakerenin işleyen kuralları tespit edilir ve bunlara uyulur.
- Sözleşmenin tarafları başkaları tarafından tanımlanmaz, reddettikleri sıfat veya isimle anılmaz. Kişi veya topluluk neyse odur ve kendi isimlendirmesi veya beyanıyla muarefe ve müzakere sürecine dahil olur. Üzerinde mutabakata varılamayan ihtilaflı konular daha sonraki süreçlere ertelenir, belli bir zamandan sonra hiçbir şekilde üzerinde uzlaşma sağlanamamış konular, tarafların sivil-medeni alanlarında geçerli olmak üzere bırakılır.
- Sözleşme, tarafların egemenliklerini gayrışahsi bir kuruma/aygıta devrettikleri anlamına gelmez. Vekaleten devir yaptıkları kurum, kuruluş, aygıt, bürokratik veya idari siyasi entite değil, sözleşmede taraf olan bütün sosyolojilerin (dini, mezhebi, etnik, sınıfsal, felsefi, doktriner) tamamı için ma’ruf olanın kabulü, münker olanın reddi esasına dayanan ahlaki norm ve hukuk kurallar mecmuasıdır.
- Ma’ruf her topluluk için ortak iyi ve yarar, münker her topluluk için ortak kötü ve zarardır. Biri için iyi ve yararlı olan diğerleri için kötü ve zararlı ise, bu mu’ruf değildir; birinin iyisinin ve çıkarının diğerlerinin aleyhinde yasal kılıfa bürünmüş halidir.
Buradan baktığımız zaman, Batıda modern siyasetin teşekkülünde belirleyici rol oynamış “toplumsal sözleşme” ile bizim Hz. Peygamber (s.a.)’in Medine’de akdine muvaffak olduğu sözleşme arasında önemli farklar ortaya çıkar.
Thomas Hobbes (1651) ve Jean-Jacques Rousseau (1762)’nun geliştirdiği toplumsal sözleşme kuramı ise tamamen hayali, geriye doğru zihnen kurgulanmış teorik bir varsayımdır; öyle olmasına rağmen bu filozofların çalışmaları anayasal monarşi, liberal demokrasi ve cumhuriyetçiliğin temelini oluşturmuştur. Bizim referans verdiğimiz Medine Sözleşmesi ise:
- Tarihsel bir olgudur,
- Yazılı belge olarak bize kadar gelmiştir,
- Fiilen Hz. Peygamber’in riyasetinde ve gözetiminde uygulanmıştır.
Tarafların muarefe ve müzakere süreçlerini takip ederek üzerinde mutabakata vardıkları maddeler ham muahede olup, bunun ruhundan ve maksadından sapma göstermemek üzere konunun hukuk uzmanları tarafından bir anayasa metni olarak kaleme alınır ve halkoyuna sunarlar.
Yeni bir döneme adım atarken dini, mezhebi ve etnik bakımdan çoğulcu sosyolojiye sahip olan Suriye’de herkes için ma’ruf ve münker temelinde böyle bir toplum sözleşmesi yapılabilir. Medine Sözleşmesi, derin bir sosyo politik krizin içinden geçmekte olan Müslüman dünya için uygun bir model olabileceği gibi, dünyanın neresinde olursa olsun özgürlük, ahlak, hukuk ve ihtiram çerçevesinde krizlerin yaşandığı her beşeri havza için de uygun bir modeldir. (Daha geniş bilgi için bkz. Ali Bulaç, Medine Sözleşmesi, 2. Bsm, Çıra y. İstanbul-2020.)