Ankara'nın nihai bir oyun planı, bir "end game"i var mı?..
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan,
bir Suudi haber kanalına
şöyle bir demeç vermiş:
YPG, PKK'nın Suriye'deki bir koludur;
Türkiye ve Avrupa'dan gelmiş
uluslararası terörist savaşçıların
yönettiği bir organizasyon...
Aşağıdaki satırlar, Cansu Çamlıbel'in
T24'deki yazısından:
Suriye’de yeni sayfa açılırken Türkiye’deki
iktidarın, Türkiye medyası tarafından Suriye
hakkında yapılabilir/yapılamaz haberlerin
çerçevesini ne şekilde çizeceğini belli eden
ilk uygulama, sevgili meslektaşım Nevşin
Mengü’ye yapılan gözaltı üzerinden dünya
âleme ilan edilmiş oldu. Suriye’ye geçtiğinde
PYD liderlerinden Salih Müslim ile
bir söyleşi yapan Nevşin, hukukçuların uyarısı
üzerine söyleşiyi yayından kaldırmasına rağmen
gözaltına alındı ancak kısa süre sonra
yurtdışı çıkış yasağı konularak serbest bırakıldı.
Gerekçe de şuydu; Türkiye’nin hakkında
‘kırmızı bülten’ çıkarttığı Salih Müslim söyleşide
terör örgütünü övücü söylemler kullanmıştı.
Nevşin Mengü’nün gözaltına alınmasından
iki gün önce MİT Başkanı İbrahim Kalın,
Şam’daki Emevi Camii’ne HTŞ lideri Colani’nin
kullandığı arabayla gitmişti. İbrahim Kalın
bu gövde gösterisini yaparken
Colani’nin HTŞ’si hâlâ Türkiye’nin
terör örgütleri listesinde duruyordu.
DEM Diyarbakır Milletvekili Cengiz Çandar ise
TBMM'deki bütçe görüşmelerinde
yaptığı konuşmada, Türkiye'nin
Salih Müslim'le diyalog kurmasını istedi:
Salih Müslim, (İstanbul Teknik Üniversitesi
mezunu bir kimya mühendisi - HC) HTŞ'nin El Nusra
adını taşıdığı sırada, El Nusra çetelerine
karşı savaşta evladını kaybetti.
O Salih Müslim, daha dört gün önce
"HTŞ hakkında iyimserim. Suriye Milli
Ordusu’ndan daha disiplinli ve uzlaşmacılar.
Onlar da Suriyeli. Suriye’nin çeşitliliğini
desteklemek ve Suriye’de
bir arada yaşamayı inşa etmek için
HTŞ ile diyaloğa hazırız" dedi.
Türkiye Salih Müslim ile diyalog kuramaz mı?
Niye kuramasın?
Ama bir de Hakan Fidan'ın
altını çizdiği bir formülasyon var:
PYD-YPG
eşittir PKK
eşittir terör örgütü
Bu da bir devlet ezberi...
Sürekli tekrarlanan devlet ezberleri
yüzyıldır var hayatımızda.
Ama 100 yıldır da Türkiye'yi kanatan
bir Kürt sorunu var.
Türkiye'nin demokratikleşmesini,
bir hukuk devleti, bir insan hakları devleti
olmasını, kalkınmasını engelleyen
Kürt meselesi...
100 yıldır bitmedi ezberlerimiz.
Kürt yok Türk var, dedik.
Kürtçe yok Türkçe var, dedik.
Pazar yerinde Kürtçe konuşan köylüyü
hapse attık.
İnsanların doğdukları, büyüdükleri yerlerin
Kürtçe isimleri Türkçeleştirdik.
Kürt kimliklerini aşağıladık.
Eşit vatandaşlık haklarını yok saydık.
Türkiye'de dağın yolu böyle açıldı.
PKK sahneye böyle çıktı.
Ama "devlet ezberleri"miz devam edip gitti.
Kürt sorunu yok, terör sorunu var,
demeye başladık.
Kürt sorunu yok, Güneydoğu sorunu,
kalkınma sorunu var, demeye başladık.
"PKK eşittir terör"ü dilimizden eksik etmedik.
Diyarbakır Askeri Cezaevi'nden geçenlere
işkence ettik, bok bile yedirdik!
Ne oldu?..
Kürt sorunu çözülmedi, silahla şiddetle,
terörle içiçe geçti, gitgide derinleşti.
Ve yalnız Türkiye'ye değil
İran'a, Irak'a, Suriye'ye,
tüm Kürdistan coğrafyasına yayıldı.
Trajediye doymayan bu topraklarda çok dolaştım.
Kürtlerin acılarına dokunmaya,
acılarını hissetmeye, anlamaya çalıştım.
Kürtler, Barışa Emanet Olun,
Kürdistan Günlükleri, Delila
isimli dört kitap ve binlerce yazı yazdım.
Bütün bu yıllar boyunca bizim
"devlet ezberleri"nin nasıl havada kaldığını,
nasıl gerçeklikten koptuğunu gördüm
ve yazdım.
1974 Ekim ayı Erbil...
Irak Kürdistanı'ndaki Erbil’e
ilk defa 1974 yılı Ekim ayında gelmiştim.
Bağdat’taki Baas yönetiminin denetimindeki
Kürt Özerk Bölgesi’nin açılış törenlerini izlemek
için... O tarihte Cumhuriyet’te muhabir olarak
çalışıyordum. Cumhuriyet gazetesinde çıkan
röportajlarıma bakıyorum.
22 Ekim 1974
Bağdat’ın yeni havalimanına ayak basmamızla
birlikte kulağımıza en çok çalınmaya başlayan
sözcükler," Amerikan emperyalizmi, Siyonizm,
İsrail, İran" oluyor.
Bu ülkelere karşı nefret her adımda hissediliyor,
ifade ediliyor. Bağdat’ta ağırlandığımız Konuk
Sarayı’nda yorgunluk kahvelerimizi
yudumlarken, Irak Gazeteciler Sendikası Genel
Sekreteri sözü hemen İran’a getiriyor:
"Tahran’daki gerici Şah rejimi,
bizim devrimci iktidarımızı kendisi için
tehlike olarak görüyor. Emperyalizmle
kol kola Molla Barzanî’yi halkımıza karşı
kışkırtmak ve desteklemekle meşgul şimdi..."
Barzanî’nin sekiz oğlundan en büyüğü olan 41
yaşındaki Ubeydullah Molla Mustafa Barzanî
de aynı kanıda. Erbil’deki Subay Kulübü’nde
yarı İngilizce yarı Türkçe yaptığımız sohbet
sırasında babası için
"Özünü bir kere yabancılara sattı" dedi,
"İran babama hem silah hem erzak veriyor.
Babamın emperyalizmle ilişki kurması
1964’lere uzanır. O yıllarda Amerika, İran ve İsrail silah
yardımı için ona söz verdiler."
Bağdat’tan sonra sabahın köründe askerî
helikopterle hayli alçaktan Erbil'e uçtuk.
Tek katlı, duvarları uçuk sarı boyayla taze
badana yapılmış lise binasının kapısına yazılmış:
Irak Özerk Kürdistan Bölgesi Yasama Meclisi...
1992 Ekim ayı Erbil
Aradan 18 yıl geçiyor, 1992'nin Ekim ayı,
yine Irak Kürdistanı’nda, Erbil'deyim.
Ama bu kez Erbil’de Bağdat rejimi yok, Kürtler var.
Bir bölümüne Molla Barzanî’nin oğlu Mesud
Barzanî’nin Kürdistan Demokratik Partisi (KDP),
öteki bölümüne Celal Talabanî’nin Kürdistan
Yurtseverler Birliği (KYB) hâkim...
Boz, çıplak dağların yamacında
şaşırtıcı bir güzellik. Kavak, çam, çınar ve meyve
ağaçlarının ortasında Celal Talabanî’nin karargâhı.
Çat pat İngilizce konuşan bir peşmergeyle bahçede
sohbet ederken tepemizde müthiş bir gürültü
kopuyor. Ben tedirgin olunca gülüyor,
“Amerikan uçakları” diyor, “devriye uçuyorlar.”
Yani Çekiç Güç!
Kuzey Irak’ta 36. paralelin üstüne çıkmasının,
daha doğrusu Irak Kürtlerini taciz etmesinin yasak
olduğunu Saddam Hüseyin’e anımsatan bir uyarı...
Irak Kürtleri için “Amerikan gücü” her şey demek.
Bu güvencenin yaşamsallığını her söyleşide
vurguluyorlar.
Şaşırtıcı değil. 1988’deki Anfal adını taşıyan
operasyonla Kuzey Irak’ta altı ay içinde 4 bin 500
köy yok edildi, yaklaşık 182 bin Kürt öldürüldü.
Kürtlerin Guernica’sı diye bilinen katliam sonucu
Halepçe’de 5 bin Kürt Saddam kuvvetleri tarafından
kimyasal silahla gazlanarak öldürüldü.
Üniversitede fizik okumuş, silahlı, başında siyah-
beyaz poşulu, şalvarlı bir peşmergeyle sohbet
ediyoruz.
Apo’ya ateş püskürüyor, çünkü Apo onları
“hain, Amerikan işbirlikçisi” ilan etmiş.
Apo'yu iyi tanıyoruz. Halkımıza da anlattık.
Kendisi Hafız Esad’ın kucağında büyümedi mi?
Ona kaç kere söyledik. ‘Bir yıla ihtiyacımız var,
rahat dur, Türkiye’yle başımıza dert çıkarma bu
arada’ dedik. Anlamıyor."
Erbil Kalesi'nde Erbil Vilayeti imzasını taşıyan
bir pankartta şu söz dikkati çekiyor:
Kürdistan için federasyon,
Irak için demokrasi !
Federasyon ve demokrasi, Irak Kürtleri için
1992’nin Ağustos ayında iki tılsımlı sözcük
sayılıyor. Kendilerinin “geleceğe dönük bir temenni”
olarak tek taraflı ilan ettikleri Kürt Federe
Devleti’nin içinde Saddam muhalifi öteki Iraklı grupların da
yer alması alması için çaba gösteriyorlar.
Ama bunun kolay olmadığını da biliyorlar.
Celal Talabanî’nin Paris temsilcisi ve en yakın
danışmanlarından Ahmed Bamernî’yle sohbet
ederken,
“Öteki arkadaşları da federasyon için
ikna etmeye çalışacağız” diyor.
Güçlük nereden kaynaklanıyor diye sorunca,
“En çok karşı çıkan Türkiye” karşılığını veriyor.
Bamernî’ “Kürtlerin dört ülkeye dağılmış olarak
yaşamaları bizim tarihsel trajedimizdir” diyordu.
Kimilerine göre de bu “stratejik talihsizliği”ydi
Kürtlerin. Nasıl nitelenirse nitelensin, böyle bir
coğrafyada dağılmış olarak yaşıyor olmaları,
Kürtlerin tarih içinde “devletleşmeleri”ni önleyen
başlıca nedenlerden biriydi.
Türkiye, İran, Irak, Suriye... Türkler, Acemler,
Araplar... Hepsinin bağımsız birer devleti var.
O yüzden bu dört ülkenin ortak bir çıkara sahip
oldukları söylenebilir.
Kendi toprakları üstünde bağımsız bir Kürt
devletinin kurulmasına son tahlilde
hepsi karşıdır. Çünkü birinde kurulacak
böyle bir devlet, yarın diğerlerine
örnek oluşturabilir.
Tabiî bu ülkeler birbirlerine karşı
Kürtleri oynayabilirler.
Geçmişte de oynadılar, bugün de oynamaya
devam ediyorlar zaten.
Birbirlerinde istikrarsızlık yaratmak, birbirlerini
zayıflatmak için Kürtleri kullanabilirler.
Kullanıyorlar da zaten.
Ama aynı zamanda Kürtlerin bölünmüş olarak
yaşamaları da işlerine gelir.
Sözgelimi, Talabanî-Barzanî-Apo üçgeninde
yakınlaşmalardan rahatsızlık duyarlar.
Kürtlerin bir sınırın ötesinde güçlenmeleri
işlerine gelmez.
Bu açılardan bölge dışı ülkelerin Kürtlere
yaklaşımları farklı olmamıştır.
“Kürt kartı”nı onlar da bölge ülkelerine karşı
oynamışlar, oynamaya devam ediyorlar.
Hepsinin kendine göre müşterisi olmuştur.
Örneğin Irak’ta Barzan aşireti, dönemine göre
Moskova ve Washington tarafından kullanılmıştır.
Tahran ve Bağdat’taki rejimin özelliğine göre
değişmiştir bu durum...
Kürt liderleri de bu acımasız oyunun elbette farkında
olmuşlardır. Onlar da bu büyük oyun içinde kendi
oyunlarını kurmaya, günün birinde kendi bağımsız
devletlerine sahip olmaya dönük politikalarını
sürdürmeye çalışırlar. Bu “stratejik talihsizlikleri”ni
aşmak için öteden beri kafa yorarlar.
Örneğin 1982’de Şam’da bir araya gelip
tüm örgütlerin katılımıyla “Kürdistan Cephesi”ni
kurdular. 1987’de yine Şam’da toplanıp
bazı temel ilkeler saptadılar:
(1) Bundan böyle hiçbir Kürt örgütü birbirlerine
karşı silah çekmeyecekti.
(2) Bir Kürt örgütü, bir başka ülkedeki rejimden
destek görse bile, bu destek o ülkedeki Kürt
hareketinin kellesine karşılık olamazdı.
(3) Her örgüt kendi ülkesindeki rejime karşı
mücadele edecekti.
(4) Ortak ideal, dört parçalı Kürdistan’ı bir gün
tek devlet çatısı altında birleştirmekti.
Talabanî’ye göre Kürtlerin
eline geçen altın fırsat!
1992 yılı Ekim ayı.
Şaklava’da, o yeşillikler içindeki eski otelden
bozma karargâhında Celal Talabanî’yle
sohbet ediyoruz. Gönlünde Turgut Özal’ın
ayrı bir yeri olduğunu belli ediyor.
Ecevit’in bu kadar “şoven milliyetçi” bir çizgiye
nasıl gelmiş olduğuna hayret ediyor.
Celal Talabanî, Ankara’nın hiç güvenmediği bir
Iraklı Kürt lider. Gözleri yuvalarında
çok hızlı dönen bir insan.
Kolay iletişim kurabilen, neşeli,
hani “dört kol çengi” derler ya, öyle bir insan.
Kafasında dolaşan tilki sayısının az olmadığını
anlatıyor bu gözler. Ortadoğu’nun bıçak sırtı
dengelerinde 30 yıldır siyaset yapmak, elde silah
dağda dolaşmak kolay iş değil.
Hiç yerinde duramıyor. Sürekli kıpır kıpır.
Bir konuda güzel bir fırsat yakalamış ve bunu heba
etmemek, bir an önce değerlendirmek isteyen
bir insanın heyecanlı psikolojisini yansıtıyor
davranışları. Bu karakterinin bir parçası mı,
yoksa içinde yaşadığı döneme mi özgü,
bilemiyorum. Ancak Talabanî, Körfez Savaşı
sonrasında altın değerinde bir fırsatın Irak
Kürtlerinin eline geçtiğine inanıyor.
Nedir bu fırsat ?
Irak’ta demokratik bir federasyon...
Bağdat’ın kendileri için günün birinde yine tehdit
oluşturmasını önleyecek konfederasyona yakın
gevşek bir federal devlet yapısı.
Saddam Bağdat’ta düşene kadar da
Irak Kürdistanı’nda güçlenecek,
giderek devletleşecek Kürt varlığı...
Celal Talabanî’nin heyecanı da, Apo’ya öfkesi de
anlaşılan bu yüzden. Kürtlerin ele geçirdiği bu eşsiz
fırsatın değerlendirilmesine taş koyan bir insan
olarak Apo’ya ağzına geleni söylüyor.
İki ay önce, 1992’nin Ağustos ayı sonlarında
Washington’da duyduklarımı,
Celal Talabanî aynen tekrarlıyordu.
Ankara’nın, özellikle askerin duymak bile
istemediği mesajlardı bunlar.
Nitekim, Kuzey Irak’a gelmeden konuştuğum
Başbakan Demirel, 4 Ekim 1992'de ilan edilen
Irak Kürt Federe Devleti’ne
kesin karşı olduklarını belirtmişti.
Kuzey Irak'tan sonra
Kuzey Suriye mi?..
Trajediye doymayan bu topraklarda,
hiç kimse yumurtaları
tek bir sepette toplamak istemez.
Bıçak sırtındaki dengelerin
sürekli değiştiği bu coğrafyada
oyun da, oyun içinde oyunlar da
bitmek bilmez.
2014 yılına gelindiğinde,
artık Kuzey Irak yoktu Türkiye için,
Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi vardı.
15-20 milyar dolarlık ticaret hacmiyle,
ham petrol ve doğal gaz boru hatlarıyla,
Türkiye’nin Erbil’de açmış olduğu
başkonsolosluğuyla, seçim yardımı için
Diyarbakır’a gelip Tayyip Erdoğan’la
sahneye çıkan Mesud Barzani’siyle
bir Kürt yönetimi...
2014 yılında bir başka mesele
gündemde yerini almaya başlamıştı:
Kuzey Suriye... Ankara şimdi de başına
Suriye’nin kuzeyi meselesi mi
yaratmaya hazırlanıyordu?..
2014 yılı Nisan ayı sonları.
İlk kez Rojava’dayım,
Suriye Kürdistanı’nda...
Bir sabah vakti erken Türkiye’nin Irak’tan
Akdeniz’e kadar uzanan 900 kilometrelik güney
sınırında, Mezopotamya’nın sonsuzluğa
doğru akıp giden yemyeşil güzelliğinin ortasından
geçerek Kamışlı’dan Derik’e doğru yol alıyoruz.
Bu coğrafyada, -o sırada- üç yıllık Suriye İç Savaşı
başta olmak üzere kıyamet kopuyor.
Rojava’ya, Musul’a bir buçuk saat uzaklıktaki
Til Koçer sınır kapısından girdim.
Heyecanlı bir yolculuktu.
Bir sabah Erbil’den yola çıktık. Musul’a yaklaşırken
araba ve şoför değiştirildi. Musul’dan sonraki bir
buçuk saatlik yolculuğumuz tedirginlik içinde geçti.
Nedeni IŞİD’di.
"Irak Şam İslam Devleti" adını taşıyan
bu Sünni örgüt El Kaide'den doğmuştu.
(Sonra adı El Nusra oldu, son olarak
Esad'ı deviren Colani'nin HTŞ'nin de bu yapıyla
-sonradan kesildiği açıklanan- bir ilişkisi vardı...)
IŞİD şöhretini ‘kafa kesme eylemleri’ne
borçluydu. Bu yüzden yolculuğumuz
heyecanlı geçti. Neyse ki IŞİD yolumuza
çıkmadan, Til Koçer-Rabia sınır kapısından
kapağı Rojava’ya attık.
Ve bu andan itibaren
hep aynı cümle kulağıma çalınmaya başladı:
“Barzani’nin KDP’si ile Erdoğan’ın AKP’si
Rojava’yı kuşatıyor;Türkiye de sınıra hendek
kazmaya başladı. Rojava’ya dönük ambargoyu
birlikte derinleştiriyorlar.”
Rojava’da 2014 Nisan ayı, her tarafta Öcalan fotoğrafları
Rojava’nın Cizre Kantonu’na adım attığım günden
itibaren nereye başımı çevirsem Öcalan’la
karşılaşıyorum.
Sohbet ederken soruyorum:
- Rojava devrimi ne demek?
“Yeni demokrasi modeli...”
- Kürtler bu devrimin neresinde?
“Devrimin öncülüğünü şu anda Kürtler yapıyor.”
- Öcalan, Rojava devriminin neresinde?
“Rojava Apo’nun devrimidir.”
- PKK bu devrimin neresinde?
“PKK bu devrimin merkezidir.”
Soruyorum:
“El Nusra, IŞİD...”
Yanıt duraksamadan geliyor:
“Tayyip Erdoğan!”
Rojava’nın Cizre kantonunda (diğer iki kanton,
Hatay’la Gaziantep’e bitişik Afrin’le, Urfa’yla
sınırdaş Kobani) dolaşıyoruz.
Rojava Devrimi’yle birlikte
bir örgütün adı ön plana çıkıyor:
TEV-DEM.
Türkçe açılımı, "Demokratik Halk Hareketi".
Bu bir çatı örgütü.
Veyahut:
"Rojava Devrimi"ni örgütleyen bir siyasal hareket.
İçinde PYD dahil altı siyasal parti, birçok sivil
toplum örgütü, kadın ve gençlik kuruluşları yer
alıyor. Nedir bu örgütlenme deyince, yanıt hazır:
“Önder Apo’nun demokratik özerklik modeli.”
“PKK bunun neresinde” diye sorunca da, özet yanıt
şöyle geliyor:
“Esas örgütleyici güç PKK. Ama daha çok
arka planda... Kendi bilgisini, birikimini, deneyimini
Rojava’da aktarıyor.”
Biri de, PKK ile Rojava Kürtlerinin içiçeliğine işaret ediyor:
"Kuzey’de, savaşırken, PKK saflarında şehit
düşen 5 bin Rojavalı Kürdü unutmayın.
Fehman Hüseyin gibi en önde gelen askerî
liderler gibi, ismi kamuoyunda fazla
bilinmeyen komutanlar da vardır PKK’de,
Rojava Kürtleri’nden.”
Kısa adı PYD olan Demokratik Birlik Partisi,
Rojava’nın önde gelen güçlü örgütü. Partinin eş
genelbaşkanı olan Salih Müslim’le Aralık 2013’te
Brüksel’deki Kürt Konferansı’nda ilk kez tanışmış
sohbet etmiştim.
Bu kez yollarımız Süleymaniye’de kesişti.
Rojava’ya, Kamışlı’ya gelmeden önce kendisiyle
kaldığı otelde uzun uzun konuştum.
PYD’nin lideri Salih Müslim ile Nisan 2014
İki mesaj verdi PYD lideri Müslim.
İlk mesaj Erdoğan’a:
“Türkiye, Kürt fobisinden bir an önce kurtulsun.”
İkinci mesaj Barzani’ye:
“Hendeği yanlış yerde, Kürtlerin arasına
kazıyorsun.”
Salih Müslim, Başbakan Erdoğan’a mesajında,
“Türkiye’nin Kürtlerle birlikte büyümesi” konusuna da
değinerek şöyle diyor:
“Türkiye olarak Kürt fobisinden kurtulun, bütün
Ortadoğu sizin olur.”
PYD lideri Müslim, “Bizim yüzümüzden KDP-PKK
çelişkisi çıksın istemiyoruz” dedikten sonra
Barzani’ye şöyle sesleniyor:
“Kürtler artık birbirine düşmesin!”
Sohbetimizin sonuna doğru sözü yine
Türkiye’ye getiriyor. Türkiye’nin 20 yıl boyunca
Kuzey Irak diyerek, Irak’ın kuzeyi diyerek, Kürt
ve Kürdistan sözcüklerini bile ağzına almayarak,
Talabani ve Barzani’yi muhatap kabul etmeyerek
Irak Kürdistanı konusunda tarihî bir yanlış yaptığını
söylüyor. Ve Erdoğan’a soruyor Salih Müslim:
“Türkiye şimdi bu vahim hatayı Suriye
Kürdistanı’nda, yani Rojava’da tekrarlayacak
mı? Tarihten ders almak yok mu?
Şimdi 20 yıl daha mı bekleyeceğiz?
Yeterince kan ve gözyaşı dökülmedi mi?”
Türkiye'nin bir nihai oyun
planı, bir end game'i var mı?
2014 baharında Rojava’da,
Suriye Kürdistanı'nda gerçek güç
YPG’nin elindeydi.
Halk Savunma Birlikleri’nin
Kürtçe kısaltılmışı olan YPG,
"Rojava Devrimi"nin askerî gücü
ve ana dayanağıydı.
Peki YPG, PKK mi?..
Bunu söylemek meseleyi fazla basite indirgemek
olur. Peki, YPG ile PKK birbirinden kopuk mu?
2014'deki yanıtım şöyleydi:
Elbette değil. Ne kadar iç içeler, ne kadar değiller?
Kopuk değiller, aralarında koordinasyon
ve iş birliği var. Omurgayı oluşturan ve çalışır
kılanın PKK olduğunu söylemek,
gerçekçi bir değerlendirmedir.
2014 yılı Nisan ayı sonlarında "Kürdistan
günlükleri"mde şu notları da görüyorum:
Birinci Dünya Savaşı sonrası
Avrupa emperyalizminin
bölgeye giydirdiği deli gömleği
artık dikiş tutmaz hale geldi.
Emperyalizmin yüzyıl önce çizdiği yapay sınırlar
yeniden çizilirken, bazı soru
işaretleri çengelini zihinlere asmış durumda:
Tüm bu gelişmeler karşısında
Türkiye’nin bir "nihai oyun planı",
İngilizce deyişle, bir "end game"i var mı?
Türkiye, 1300 kilometrelik
güney sınırlarının yeniden çizilmesine
ne kadar hazırlıklı?
Irak’la Suriye’nin kuzeyinde,
Irak Kürdistanı’yla Rojava’da,
Türkiye Kürtlerinin yaşamakta olduğu bölgelere
bitişik olarak "Kürt devletleri" sahneye çıkarken
Ankara ne yapacak?
Irak Kürdistanı’yla iyi ilişkiler içindeyken,
Öcalan’la PKK’nin damgasını vurduğu
Rojava’ya dönük olarak, bir zamanların
Kuzey Irak’ına yapılan hasmane muamele mi
tekrarlanacak?
Bir gerçek apaçık ortaya çıktı:
Türkiye’dekiler dahil bölgedeki Kürtler artık
dört parçaya bölünmüş yaşamak istemiyorlar.
Bu demek değil ki, bugünden yarına Türkiye,
İran, Irak ve Suriye Kürtleri tek bir devlet çatısı
altında toplanacak.
Bu elbette kolay değil.
Ama bağımsız devlet ideali Kürtlerin kafasının
arkasında her zaman vardı, var olmaya da
devam edecek. Ve Kürtler – tabii Türkiye
Kürtleri dahil – kendi yaşadıkları ülkelerde kendi
kendilerini yönetmek isteyecekler.
Bu kendi kendini yönetmenin adı, güçlü yerel
yönetim olabilir. Özerklik olabilir.
Federasyon olabilir. Nihai olarak Irak’taki
yöneliş gibi bağımsız devlet olabilir.
2014 yılı yazında şu nokta vurgulanabilir:
Türkiye Kürtleri dahil bütün bölge Kürtlerindeki
bu "kendi kendini yönetme" isteğini
söndürmek olanaksızdır.
Zamanın ruhu budur!
Türkiye eğer kendi Kürtleriyle
kalıcı ve gerçek barış kurmak istiyorsa,
buna göre bir "end game" yapacaksa,
"zamanın ruhu"nu yakalamak zorunda.
Bu da sadece kendi Kürtlerini değil,
bütün bölge Kürtlerini içine alacak olan
demokrasi ve eşitlik üstüne kurulu,
zamana yenilmiş "üniter devlet" anlayışına
veda etmiş kapsamlı bir barış planından geçer.
Kendi evinin içinde birinci sınıf demokrasi
ve hukuk devletini hâkim kılan...
Merkeziyetçi devlet, üniter devlet anlayışını
artık bir kenara bırakarak,
demokrasiyi ete kemiğe büründürecek
güçlü yerinden yönetimleri oluşturan...
Kendi Kürtleriyle ilişkilerini vatandaşlık,
kimlik, yerel yönetim, anadilde eğitim, özgürlük
gibi temel meselelerde eşitlik ve
demokrasi üzerine oturtan... Eşitlik konusunu anayasal
çerçeveye sokan... Bunları yaparken, dağdan
inişin, silahlara vedanın yolunu açan, yani Kürt
sorunuyla silah ve şiddetin bağını kopartan...
Bu yolda, Öcalan’ın özgürlüğüne giden taşları
da döşeyen...
Kendi devlet geçmişi ve günahlarıyla yüzleşerek,
PKK’nin de kendi geçmişi ve günahlarıyla
özeleştirel bir yüzleşmeye gitmesini
kolaylaştıran...
Aynı zamanda Irak ve Suriye Kürtlerine
barış ve iş birliği elini uzatan...
Bütün bunları başarabilen bir Türkiye, güçlü
Türkiye olur. Barış içinde yaşayan büyük Türkiye
olur. Nüfuz alanını kendi sınırlarının dışına
taşıyan gerçek bir "bölgesel güç" olur.
Kısacası:
Hem Batı’da hem Doğu’da sesi dinlenen,
Batı’nın demokratik değerlerine bağlı, barış ve
huzur içinde yaşayan büyük ve güçlü bir
ülke konumuna yükselir Türkiye.
2014 yılı Eylül ayında Everest tarafından
yayınlanan Çözüm Sürecinde Kürdistan
Günlükleri isimli kitabımı
böyle noktalamıştım.
Aradan on yıl geçti,
2024 yılı Aralık ayındayız.
Sorum değişmiş değil:
Türkiye'nin nihai bir oyun planı,
bir end game'i var mı?
Yoksa yine o malum devlet ezberleri ile
yola devam edebileceğini mi sanıyor
Ankara?..