Avrupa, Bahçesini Çitlerle Çevirecek mi?
Mültecilerin korunması ve göç yönetimi konusunda bu zamana değin ilmek ilmek işlenmiş tüm ulusal ve uluslararası mevzuat giderek yok oluyor ve normlar hiyerarşisi adeta alt üst ediliyor
Avrupa’da sağ popülist partilerin Avrupa Parlamentosu seçimleri ve ulusal seçimlerdeki başarıları ve Almanya’nın Eylül ayı başında kendi içinde sınır kontrollerini yeniden başlatacağını açıklamasından bu yana göç konusu gündemin ilk sıralarına yeniden yükselmeye başladı. Göç konulu tartışmalarda rüzgâr artık çok sert esmeye ve zaman zaman uluslararası hukuku bile es geçmeye başladı.
Eylül ayı ortasında İngiliz İşçi Partili Başbakan Keir Starmer, İtalya’daki kısıtlayıcı göç politikası hakkında bilgi almak üzere Roma’da mevkidaşı Giorgia Meloni’yi ziyaret etti. Amacı, Manş Denizi’nden ülkeye düzensiz giriş yapan mülteci botlarıyla nasıl başa çıkabileceği konusunda iyi uygulama örneklerini öğrenmekti.
İtalya’nın Arnavutluk ile geçen sene yaptığı ve İtalyan karasularında kurtarılan bazı mültecilerin sığınma taleplerinin işlenmesi için Arnavutluk’a gönderilmesini öngören beş yıllık sığınma işlemleri anlaşması, bu açıdan ona örnek olmuştu. Bu anlaşmaya göre, İtalyan sahil güvenliği tarafından kurtarılan bazı göçmenler, sığınma taleplerinin işlenmesi için Arnavutluk’ta bizzat İtalya tarafından finanse edilen ve yönetilen iki merkeze gönderilecek; sığınma talepleri kabul edilenler mülteci olarak İtalya’ya gelirken; talepleri reddedilenler ise ülkelerine geri gönderilene kadar Arnavutluk’ta tutulacak.
İngiltere ayrıca, Tunus ve Libya başta olmak üzere Kuzey Afrika ülkelerine daha fazla fon imkânı sağlayarak mülteci bot geçişlerini “kaynağında” durdurma çabalarını destekleyen İtalyan modeline ilgi duyduğunu da birçok kez açıkladı.
Yine Eylül ayı ortasında Hollanda ve Macaristan, mevcut antlaşmaların gözden geçirilmesi durumunda ortak göç politikasından çıkmak için Avrupa Komisyonu’ndan resmî olarak derogasyon talebinde bulundular.
Avrupa Birliği’nin Tunus’la geçen sene Temmuz ayında vardığı stratejik ortaklık anlaşmasının başka ülkeler için de model işlevi göreceği tahmin ediliyor. Buna göre AB Tunus’un ekonomik zorlukları aşması için 1 milyar euro yardımda bulunmayı taahhüt ederken, benzer anlaşmalar Libya ve Mısır’la da gerçekleşmiş ve karşılığında bu ülkelerin de düzensiz göçü durdurmaları şartı getirilmişti.
Seçim Kampanyalarının Baş Gündemi
Nüfusuna oranla en fazla mülteci kabul eden ülke olan ve göç karşıtı aşırı sağcı Özgürlük Partisi’nin (FPÖ) yüzde 29,1 oy oranıyla sandıktan birinci parti olarak çıktığı Avusturya’da da bu konu seçim kampanyasına damgasını vurdu. İlkbaharda Avusturya’nın farklı noktalarında Suriyeli ve Çeçen gençlerden oluşan çeteler birbirlerine bıçakla saldırmışlar, bu durum FPÖ’nün elini kuvvetlendirmişti.
2015 yılından bu yana 9 milyon nüfuslu ülkeye 150 bin kadar Suriyeli ve Afgan ve 80 bin kadar Ukraynalı -çoğu da Viyana’ya- yerleşti. FPÖ’nün yanı sıra ÖVP de seçim kampanyası sırasında AB dışında üçüncü ülkelerde mülteci merkezleri kurarak göçün yönetilmesi gibi öneriler getirirken, solcu kesime hitap eden SPÖ adlı parti, sığınma başvurularını yüzde 75 oranında azaltmayı vaat etti.
AB’nin “sürücü koltuğunda” oturan Fransa’ya rotamızı çevirelim: İçişleri Bakanlığı’na yeni atanan Bruno Retailleau, göreve gelir gelmez “göç” dosyasının üzerine gideceğinin sinyalini, “göç bir şans değildir” şeklinde polemik yaratan ve aşırı sağcı söylemi anımsatan cümlesiyle verdi. Yeni bakan, göç konusunda bir referandum yapılmasını istediğini, ancak bu referandumun mevcut anayasa dahilinde imkânsız olduğunu da söyledi.
50 yılı aşkın süredir göçün Fransız toplumunu ciddi şekilde etkilediğini, ancak Fransızların bu konuda fikirlerini ifade etme fırsatı bulamadığını belirten Retailleau, göçün kontrol altına alınması vurgusunu yaptı. Bu dosyanın Fransa’da da ön plana gelmesi, kısa süre önce Paris’te 19 yaşında bir öğrencinin, 22 yaşındaki Faslı bir göçmen tarafından cinsel saldırıya uğrayıp öldürülmesiyle de alakalı. Fransa’da yeni kurulan hükümet bu konuda katı bir tutum benimseyerek siyasi açıdan elini güçlendirmek ve tartışmayı kutuplaştırmak istedi.
Fransız bakan, Schengen anlaşmalarının değiştirilmesini, dış sınır koruma önlemlerinin güçlendirilmesini, Schengen bölgesine yasa dışı yollarla ulaşan kişilerin menşe ülkeleri tarafından geri alınma süreçlerinin sıkılaştırılmasını da gündeme getirdi. Hatta göç yönetimi sürecinde en “inatçı” ülkelere tarife uygulanması gibi ekonominin güvenlik amacıyla kullanımı gibi önerileri de masaya yatırdı.
Fransa’da aşırı sağ Ulusal Birlik Partisi (RN) lideri Marine Le Pen, geçtiğimiz günlerde Fransa’nın yeni koalisyon hükümetini göç kriziyle etkin şekilde mücadele etmemesi halinde birkaç ay içinde düşürmekle tehdit etti.
Le Pen, 2025’in ilk çeyreğinde yeni bir göç yasası çıkarılması gerektiğini vurguluyor. Bu yasa kapsamında göç kotaları getirilmesi, göçmenlerin aile üyelerini ülkeye getirme haklarının sınırlandırılması ve Fransa’da göçmen ebeveynlerden doğan çocukların otomatik olarak Fransız vatandaşlığına geçme hakkının sona erdirilmesi gibi “kırmızı çizgileri” de var.
Fransa, yeni kurulan hükümetle birlikte göç konusunda daha önce hiç olmadığı kadar sağcı bir yönetişim sürecine doğru ilerliyor. Zira koalisyon hükümeti ayakta kalmak için aşırı sağın güvenini bu şekilde kazanmaya çalışıyor.
Danimarka Başbakanı Sosyal Demokrat Mette Frederiksen ise kısa süre önce göç konusunda sertleşmek zorunda olduklarını belirtti. Frederiksen, Ukrayna savaşından sonra Avrupa’nın bir numaralı gündem maddesinin “göç” olduğunu söylerken, sığınma talebinde bulunan insanlara, onları “Avrupa dışında” tutarak yardımda bulunulmasını ve göçmen sayısının sınırlandırılmasını önerdi.
Avrupa’ya yönelik düzensiz göç, 2024’ün başından bu yana yüzde 39 oranında düştü. Ayrıca yıllık 1 milyon kadar olan sığınma başvurusu, 450 milyon nüfuslu bir kıtayla kıyaslandığında aslında mütevazi bir rakam sayılabilir. Peki, Avrupa’da hem sağcı hem de solcu liderlerin söylemlerindeki bu sertleşmenin sebebi ne?
2014-2023 yılları arasında Avrupa’daki sığınmacıların üçte birini, yani 2,5 milyon kişiyi kabul eden ve bunların yarısına mülteci statüsü veren Almanya özelinde baktığımızda SPD’nin (Sosyal Demokrat Parti) bazı eyaletlerde aşırı sağcı AfD tarafından ağır bir yenilgiye uğratılması ve 23 Ağustos’ta Solingen’de Suriyeli bir mülteci tarafından gerçekleştirilen bıçaklı saldırı, göç retoriğindeki sertleşmeyi tetikleyen iki dinamik oldu.
Artık sağ partiler, daha az göçmen girişi yoluyla seçmen kitlelerine “güvenlik” vaat ediyor. Bunun karşılığında da sol partiler, yıllardır aşırı sağın sahiplendiği argümanları yinelemekte beis görmüyor.
Bölgesel Egemenlik Söylemi
Göç meselesini ele alış tarzı, Avrupa’da giderek “bölgesel egemenlik” konusu haline gelirken, devletlerin sınırlarını denetleyebildiğini halklarına gösterme biçimine de dönüştü. Avrupa hükümetleri giderek Avrupa Komisyonu’na, sığınmacıların güvenli üçüncü ülkelere gönderilmesi konusunda çalışması yönünde baskı yapıyor.
Son olarak Almanya’nın ana muhalefet partisi Hıristiyan Demokratlar (CDU), Komisyon’un yasa dışı göçü durdurmak için AB’nin dış sınırlarına -özellikle de Yunanistan ve Polonya sınırlarına- duvar inşa etmek üzere fon ayırması talebinde bulundu. Hatta CDU milletvekili Alexander Throm, “Sınır güvenliğini isteyen herkes, sınırları güçlendirmek için elini taşın altına koymalıdır” dedi.
Benzer şekilde Yunanistan da Türkiye ile sınırına yasa dışı göçü önlemek üzere -AB fonuyla olsun veya olmasın- yeni bir duvar inşa etme yönündeki planını açıkladı. Yunanistan, Türkiye ile kuzeydoğu kara sınırına 2012 yılında bir duvar inşa etmeye başlamış ve o zamandan beri bu duvarı ulusal kaynaklarıyla genişletmişti.
Lübnan ve Gazze’de son yaşanan çatışmalar ise, yeni göç dalgası korkusunu beraberinde getiriyor. Zira sadece Lübnan’da 1,5 milyondan fazla Suriyeli ve Filistinli mülteci yaşıyor.
Avrupa Komisyonu ise bu konuda çok daha “zekice” çözümler getirilmesini savunuyor; örneğin bütünleşik, karşılıklı uyumlu ve birlikte çalışan sınır denetim sistemleri gibi…
Öte yandan, son dönemde İtalya ve Yunanistan gibi göç yollarındaki ilk giriş ülkeleri, Avrupa’nın bu konudaki kurallarını baypas ederek, kabul etmeleri gereken sığınmacıları reddetmeye başlayınca bu durum özellikle Almanya ve Avusturya’da öfkeye yol açtı.
Hatta Haziran ayında Macaristan, Avrupa Adalet Divanı tarafından “uluslararası koruma prosedürü sunmadığı” için 200 milyon euro cezaya mahkûm edildi. Budapeşte, bu cezayı ödemeyi reddettiği için AB fonlarının bir kısmından mahrum kalması an meselesi. Üstelik Macaristan Başbakanı Viktor Orban restleşmeyi daha da derinleştirerek, göçmenleri gönüllü ve ücretsiz olarak Belçika’ya gönderebileceği şeklinde tehditler de savuruyor.
Dolayısıyla 2015 yılından beri göç kriziyle başa çıkmaya çalışan AB’de bu konuda giderek çok sesli bir ortam doğuyor; iç güvenlik endişeleri ve ulusal kamuoyunu tatmin etme arzusu ağır basıyor. Sonuç, Jean-Paul Sartre’a “İki kent arasındayım; biri beni bilmiyor, öteki de artık tanımıyor” dedirten mültecilik, göç ve yabancılaşma hallerinin siyasi amaçlarla körüklenmesi oluyor.
Bununla birlikte, geçen hafta bazı Alman milletvekilleri, Avrupa Konseyi’ne açık mektup göndererek, göç yönetimi konusundaki tartışmaların aşırı sağ söylemden uzaklaştırılarak yeniden insan haklarına dayalı bir zemine çekilmesi gereğine işaret ettiler.
Zira daha sıkı sınır kontrolleri getirmesinin yanı sıra Afgan mültecilerin Taliban yönetimindeki ülkelerine geri gönderilmesi gibi projelerin de masaya yatırıldığı Almanya’da Yeşiller’den Robert Habeck ve Annalena Baerbock gibi bakanların göç konusunda sert önlemleri desteklemeleri, birçok kesimde hayal kırıklığı doğuruyor.
Türkiye Boyutu
Brüksel ile Ankara arasında imzalanan ve Türkiye üzerinden AB ülkelerine geçiş yapan yasa dışı göçmenlerin Türkiye tarafından geri kabul edilmesini öngören Geri Kabul Anlaşması, bu açıdan AB ülkelerinin elini en çok rahatlatan yasal mekanizmaydı. Ancak, Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik saldırısının ardından 5 milyondan fazla Ukraynalının Avrupa’da istedikleri ülkelere yerleşmesini mümkün kılan “merhamet ve empati ortamı”, yerini “merhamet yorgunluğuna” bıraktıkça, göç mekanizmaları da yeniden sorgulanır oldu.
Lübnan-İran-İsrail ekseninde artan saldırılar, AB başta olmak üzere bölge ülkelerinin göç konusuna ağırlıklı olarak güvenlik perspektifinden bakmaya başlamasına yol açabilir. Dolayısıyla daha önceleri diplomatik, sosyolojik, ekonomik boyutlar dikkate alınarak yapılan analizler yerini giderek göç dosyasının güvenlikleştirilmesine bırakıyor.
Ancak tüm bu sürecin beraberinde getirdiği önemli bir risk de var: Mültecilerin korunması ve göç yönetimi konusunda bu zamana değin ilmek ilmek işlenmiş tüm ulusal ve uluslararası mevzuat giderek yok oluyor ve normlar hiyerarşisi adeta alt üst ediliyor; ulusal hukuk ile uluslararası hukuk ve Avrupa hukuku arasında uyumsuzluklar artıyor; ulusal sınırları korumak adına “ben yaptım oldu” yaklaşımları birer iyi uygulama örneği olarak ön plana çıkıyor.
Ayrıca bu sürecin Türkiye-AB ilişkileri üzerindeki olası izdüşümleri de malum. Adaylık statüsü giderek tarihin karanlık dehlizlerinde unutulan Türkiye’nin, jeopolitik çalkantılarla dolu bir süreçte dış sınır kapısı olarak algılanması ve ilişkilerin sadece bu boyut üzerinden pragmatik şekilde ilerlemesi riski oldukça güçlü.
Hatta Avusturya basınında, Türkiye ile yeni bir göç anlaşması gerektiği yönünde argümanlar yer almaya başladı. Üye ülkeler ile Türkiye arasında yeni ikili anlaşmalar imzalanması yönünde öneriler de söz konusu olabilir. Bunun karşılığında Türkiye’de özellikle ekonomik kriz ve seçim süreçlerinde günah keçisi haline gelen mültecilerin durumu, yeni bir kutuplaşma alanı doğurabilir.
Dahası, Lübnan’daki mültecilerin de Türkiye’ye sığınması karşısında göç konusu Türk toplumunda da aşırı sağın argümanlarının yaygınlaşmasına yol açabilir.
Avrupa’da aşırı sağın göçmen karşıtı diskurunun güçlenerek düzensiz göçün durdurulmasında Türkiye’yi bir sınır muhafızı olarak görmesi, karşılığında da “havuç” stratejisiyle Türkiye’yi ödüllendirmesinin toplumdaki kabul düzeyinin çok “kucak açıcı” olmadığı ise malum.
Ipsos ve UNHCR tarafından 52 ülkede gerçekleştirilen ve Haziran ayında açıklanan bir araştırmaya göre, Türkiye’deki mültecilere bakış açısı oldukça olumsuz. Buna göre Türkiye, mültecilere kapıların tamamen kapatılmasına destek konusunda yüzde 77 ile ilk sırada yer alırken, küresel ortalama yüzde 44. Ayrıca Türkiye’de her 10 kişiden yedisi, Türkiye’ye gelen mültecilerin savaştan kaçmadıklarını, daha rahat bir yaşam için geldiklerini düşünüyor.
Dünyanın en büyük mülteci nüfuslarından birine ev sahipliği yapan Türkiye’nin AB açısından öneminin bu şekilde araçsallaştırılmasını tersine çevirmek ise, ülkedeki demokratikleşme adımları ve AB müktesebatının temel çıpa olarak alındığı günlere geri dönüşle mümkün.
Dolayısıyla bu süreçte reel politiği kendi lehimize çevirmek adına yapılacak olan belli: Göç yönetimi konusunda uluslararası ilkeler temelinde işbirliğinde bulunalım; göç konusunu aşırı güvenlikleştiren yaklaşımlara karşı bunu insancıl hukuk temelinde ve AB ile yük paylaşımını esas alarak yönetelim; mülteci akınını AB sınırları dışında tutmaya odaklanan yaklaşımlarda tek sorumluluk alan biz olmayalım.
Ancak bir yandan da Gümrük Birliği’nin güncellenmesi, Pozitif Gündem’in vitesinin artırılması ve üyelik müzakerelerine ivme kazandırılması gibi adımlar üzerinden AB ile müzakere zeminimizi ve kazanımlarımızı koruyalım. Zamanın ruhu bunu gerektiriyor.
Dr.Menekşe Tokyay
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.