1. HABERLER

  2. MAKALELER

  3. Ben Sevdalı Sen Belalı
Ben Sevdalı Sen Belalı

Ben Sevdalı Sen Belalı

Sizi sadece kendinize gömmeye çalışan, zihninizi ve iradenizi siyasetin elinde birer oyuncağa çeviren, dün sadece domates ekmenize, evde yer silmenize müsaade edenlere karşılık, şimdi de meydanlarda görmek istemeyen, sesinizi duymayan ve söylediklerinizi

A+A-

SEMA NUR ÇELİKBAĞ - Perspektif

Türkiye’de herkes için çeşitli zorluklar vardır. Yaşamın adı zor; katlanılması gereken zahmetin derinliği ve boyutları insanı şaşırtır ve yorar. Hayatta kalmak için vermemiz gereken mücadelenin yanında bir de toplumun sizi kabul etmesi gereken standartları taşımanız gerekir. Çünkü hiçbir zaman bir şey tek bir şey değildir ve ne kadar uğraşırsanız uğraşın birilerinin hayal kırıklığı olur, belli bir kesimin beklentilerinin dışında kalırsınız. Muhakkak ki bu savı alıp Türkiye’deki birçok görüş ve fikre uygulayabilirsiniz. Sekülerliğin kendi sınırları, muhafazakârların uç noktaları ve elbette her şeyin bel kemiğini oluşturan siyasetin, politik gündemin de kendi belirlediği bir rota vardır. Bu rotalar ve kırmızı çizgiler arasında herkesin Türkiye’de bir şey olma mecburiyeti sırtında büyük bir borç, boynunda da bir kement olarak durur.

Ama bu mevcut halin bana göre en muzdaribi tesettürlü kadınlardır. Hele ki son 10 yılda değişen belli dinamiklerin ve siyasetle dinin simbiyotik ilişkisinden kaynaklı sakatlıkların artık saklanamaz ve avutulamaz bir noktaya gelmesinden sonra, görüp duyduğumuz ve yakın çevremizde çokça şahit olduğumuz bir gerçek bu. Kimse, yine mi bir mağduriyet hikâyesi yazacaksınız diye içinden geçirmesin, çünkü kabul edin ya da etmeyin ama Türkiye’de yaşanan bazı şeyler gerçek. Mağduriyetler gerçek, hayal kırıklıkları gerçek, kaybedilen yıllar gerçek ve vazgeçilen tercihler vesaire, hepsi gerçek. Evet, Türkiye’nin bir mağduriyetler cumhuriyeti olduğunu ve hepimizin sistemin dişlileri arasında hayatta kalmaya çalıştığını biliyorum; ama kabul etmekte fayda var ki kadınların, en çok da tesettürlü kadınların çilesi bir başkadır.

Ağır Bir İmtihan

Bu çileyi tanımlarken sadece dışsal (seküler/Kemalist) faktörlere ve ‘bu kadına haddini bildirin’ çıkışı ile zihinlere kazınan, sizi ve varlığınızı reddeden geçmiş Türkiye hikâyesine atıf yapmıyorum. Evet, bu ülkede istenmeyen ve sadece tarlada domates ekmeye, evde temizlik yapmaya ve kamusal alanın dışında kendi halinde takılmasına göz yumulan zamanlardan geçip şimdinin Türkiye’sinde de sesi çıkmasın, zorlamasın, kendisine bahşedilen özgürlüğüne bakıp şükretsin ve diğer başka her şeye kör ve sağır olsun dışlamasına geliyorum. Bir yeni nesil çileden bahsediyorum. Ne alınmadığımız okullar ne layık görülmediğimiz meslekler ve “bunlar da her yerde” aşağılamasından da çıkıp artık kendi mahallesinde de barınamayan ve istenmeyen bir güruh olarak yaşadıklarımızdan konuşmak istiyorum. Elde ettiği demokratik hakkı boynuna bir kement misali atılan, siyaseten varlığı iktidarın her türlü haline râm edilen, ne olursa olsun ve ne yaşanırsa yaşansın sadece başındaki örtüye bakarak şükretmesi beklenen kadınlar. Bu bir kahırdır ve eğer dinî söylemden devam edersem ki bence ağır da bir imtihandır, çizginin diğer tarafına geçmiş ve kendisinin dışındaki dünyaya da bakma şansı olmuş başı örtülü kadınların başlattığı bir imtihandır. 

Üstelik bahsettiğim bu katmanlı çile halinde artık erkeğin kadına bakışı, iktidarın kadına bakışı derken bir de kadının kadına bakışını, tesettürlü kadının diğer tesettürlü kadına bakışını da içeren enteresan bir zamandan geçiyoruz. ‘Aç o başını’ cümlesini hayatımda ilk kez 19 yaşımda duydum. 28 Şubat sürecinde, okulun hademesinden idarecisine kadar herkesin kolaylıkla ve cesaretle söylediği bu cümleyi sindirmek ve örtünüzle göze batmayacak kör noktalarda var olmayı öğrenmeniz zaman alıyor ama insan değişik bir varlık, her şeye alışabiliyorsunuz. Ancak ne gariptir ki kaderde beraber yol yürüdüğümüz, kol kola direndiğimiz arkadaşlarımızdan ve hemcinslerimizden de benzer cümleleri duymak varmış. Bunun daha kötüsü olmaz diye düşünüyorsanız eğer, bir de sırtını siyaseten elde ettiği cesarete ve nemalandığı yerlere dayayan, başı açık ve sözüm ona gazeteci olan kadınlardan da bunu duyduğunuzu düşünün. Evet evet, kendisi başını örtmeyen ve sarı saçlarından sen suçlusun kontenjanına dahil, seküler görünümlü muhafazakâr tetikçi kadınların üzerimize boca ettiği bir minnetle uğraşıyoruz bir de.

Dahili ve Harici Düşmanlar

Sizi sadece kendinize gömmeye çalışan, zihninizi ve iradenizi siyasetin elinde birer oyuncağa çeviren, dün sadece domates ekmenize, evde yer silmenize müsaade edenlere karşılık, şimdi de meydanlarda görmek istemeyen, sesinizi duymayan ve söylediklerinizi ciddiye almayan kendi mahalleniz var. Her şart ve durumda sizi edilgenlik parantezine almak isteyen dahili ve harici düşmanlarınıza rağmen var olmaya çalışmak, kendi mağduriyetini bir put, yaşadıklarını da tek gerçeklik olarak görmek istemeyerek yaşamaya çalışmak ne garip bir çile. Bireysel tercihlerin sadece inançla ilgili olanlarını makbul ve gayrısını birer tehlike olarak görmeye teşne herkese karşı, bir diğerine ses olan, haksızlığa direnmekten yüksünmeyen başörtülü kadınların kendilerine ait bir yaşam tarzını kurmaktaki gayreti ve bunun önünde durmaya yemin etmiş koca bir dünya. Çok düz bir ifade olarak seküler hegemonyanın dudak büken halinden kurtulamadan, muhafazakâr ve İslamcı mefkurenin sırtınıza giydirdiği minnet hırkasından da soyunmaya çalışıyorsunuz. Siyasetin üstünüze düşen gölgesinden kurtulup, sadece kendinize ait bir beden ve zihinle yaşamaya çalışmanız, bir tehlike olmadığınız kadar aklını bir başkasına emanet etmiş birer safdil olmadığınızı da ispat etmeniz gerekiyor. Minnet sofrasından kalkana nankör, ben varsam bir diğeri de vardır diyene ‘ev zencisi’ gibi sıfatlarla saldıranların, Bülent Ecevit’in Meclis’teki öfkesine benzer bir öfke ve tahammülsüzlükle muhatap olmaları da kaderin ne garip bir cilvesidir. İnsan anlıyor ki oluklar çift, birinden nur akar birinden kir gibi kendinden net önermeler zamanla eskiyip pörsür, kirin ve pisliğin nereden geleceği de bazen hiç belli olmaz.

Elbette her şeyde olduğu gibi bu kavganın kazananı yok ama kaybedeni çok. Bütün bu karmaşada başını açarak yok olmak isteyen, kimseye laf anlatacak gücü kalmamış kadınları kaybedenler olarak düşünmüyorum. Hatta kaybetmeyi onlara karşı muhafazakâr üstenci bir ifade olarak kullanmaktan özellikle imtina ediyorum. Çünkü buna inanmıyorum. Yaşamanın önüne dikilmiş engelleri bir bir aşmak zorunda kalan, hayatının her anı sadece verdiği bir karardan dolayı iğdiş edilen, sırtına bir din, sırtına bir kutsallık, üstüne bir ideal çöken her kadının derdini tek tek anlıyorum. Mevzu bu değil, mesele burada kaybeden ve ısrarla da anlaşılmayan, siyasetin dinle yaptığı evliliğin peş peşe ölü doğum yaptığı gerçeğidir. Kurmak istenilen ne varsa çöktü, idealize edilen her şey tam tersine döndü ve özellikle kadınlar üzerinden kurduğunuz borçlu-alacaklı ilişkisinde hesaplar kapandı. Biz borcumuzu misliyle ödedik ve artık o kapıyı kapatıp, bu toksik sevdalık hikâyesinden ayrıldık. İçeride kalıp ona buna saldırarak iman tazelediğini düşünen ya benimsin ya kara toprağın hırsını adanmışlıkla kodlayan, nefreti itici bir güç olarak merkezde tutmaya çalışanlara karşı da söyleyecek bir sözümüz yok. 

Sadece hayat kısa ve kuşlar uçuyor…

Etiketler : ,

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.