1. YAZARLAR

  2. Cevdet IŞIK

  3. BÜTÜN ZAMANLAR İÇİN BİR İBRAHİM PORTRESİ
Cevdet IŞIK

Cevdet IŞIK

BÜTÜN ZAMANLAR İÇİN BİR İBRAHİM PORTRESİ

A+A-

                                                            

-1-

Bütün insanlar gibi bir insandır İbrahim de. Bir zaman ve mekânda, bir toplum içinde, bir anne ve babadan dünyaya geldi. O günkü dünya, tabiat ve kâinat ile bugünkü dünya, tabiat ve kâinat arasında bir değişiklik yok. Allah’ın koymuş olduğu yasalar o gün ne idiyse bugün de aynısıdır. Güneş o zaman da doğudan doğup batıdan batıyordu, bugün de öyle. Dağlarıyla, ovalarıyla, ormanlarıyla, akıp giden nehirleriyle ve birbirini takip eden mevsimleriyle dünya yine aynı dünyadır. Her an yeni oluşum ve gelişimlerin eşlik ettiği, adeta bir saatin tik takları gibi işleyen olağanüstü bir düzenin fark edilmeyen olağan akışında değişen bir şey yok yani.

Sahip olduğu niteliklerle insanın bu olağan akıştaki yeri çok önemlidir. İnsanın bulunduğu yeri önemli kılan, bir yeti olarak, insanda var olan ‘farkı fark etme’ niteliğidir. Bunu bir hüküm cümlesi olarak ifade edecek olursak; insan, bir varlık olarak, varlıkları fark eden bir varlıktır. Bunun anlamı varlıkları kendi öznel ve özgün yapılarıyla tanımaktır.  Bu durum, hakikaten muhteşem bir durumdur. Fakat bundan çok daha muhteşem olanı ise insanın kendisini fark etmesidir. İnsanın kendisini fark etmesi demek, varlık âleminde, sahip olduğu öznel özerkliğin farkına varması demektir. İnsanın öznel özerkliği olmadan acıları, sevinçleri, bayramları, seyranları, yengileri, yenilgileri ve hayatla ilgili daha nice iş, oluş, duygu ve düşünceleri fark etmesi mümkün olmaz. Anlamamız gereken odur ki, söz konusu öznel özerklik, kendiliklerin ve başkalıkların varoluş koşuludur. Bunun bir adım ötesi ise insanın göreceği, fark edeceği en berrak varoluşsal hakikat olan Allah olacaktır.

İnsan fark edebildiği için fark edilemeyene doğru yol alır. Böylece her farkına varma, başka bir farkına varmanın kapısı haline gelir. Bütün bunlar ise merak ve keşfetme güdüsüyle mobilize olur. Merak, potansiyel olanı kinetik olana dönüştürerek keşfin yolunu açar. Keşfin gerçekleşmesi farklı olanı gün yüzüne çıkarır. Farkına varma elde bulunan, tutulan, yapılan işe benzer. İş bitince nasıl ki insan rahatlarsa, bir yük ve sorumluluktan kurtulmuş olursa, farkına varılınca da insanda bir rahatlama bir aydınlanma olur. Çünkü insan artık bir yerden başka bir yere, bir işten başka bir işe varmıştır. Her varılan bir yer ve iş, yeni bir yer ve işin de miladı olur. Sanki varlık ve hayat, tümüyle böyle bir yol ve yolculuk için tahsis edilmiş gibidir.  Nitelikli insanın iş ve ilişkileri de nitelikli olur. Hayat yolculuğunda nitelik yoksa insan yaşıyor olsa bile, varlık amacı dikkate alınmadığı için yaşamıyor hükmünde sayılır. 

İnsan için ‘ölmeden ölmek’ tabirinin kullanıldığını biliyoruz. Ölümün ne olduğuyla ilgili olarak ortak bir fikre varmak zor değildir. Asıl önemli olan onun içini nasıl doldurduğumuzdur. Bu, her konu için böyledir. Aynı dili konuştukları halde birbirini anlamayan yığınla insan var. Ölümün ne olduğu sorusu çoğunlukla bedensel ölümle karşılık bulur. Ruhun, zihnin, düşünce ve tasavvurun ölümü pek az kişinin aklına gelir. Kuşkusuz bedenin ölümü çok önemlidir. Canlılık sona eriyor ve insan bir maddi yığın haline geliyor. Soru, ölmeden önce ölmenin de bedensel olup olmadığıdır. Tabiki bedensel değildir! İslam’a göre dünya hayatı bir yol ve insan da bir yolcu gibidir. Ölümle birlikte bu yolculuk da sona eriyor. Hayat yolculuğu bu günden yarına olup bitmediği için, bütün bir ömür boyunca birbiriyle bağlantılı veya bağlantısız çok sayıda yolculuk yapılıyor. Hayat çok yönlü ve çok boyutlu olduğu için yapılan yolculuklar da çok yönlü ve çok boyutlu oluyor. Kimi yolculuklar sadece maddi, kimileri ise sadece manevidir. Kimi yolculuklar da hem maddi ve hem de manevidir.

Yolculuk demek; ilişki demek, hareket demek, farkına varmak demek. Her ilişkiyi hayatla ve her farkına varmayı da ölümle adlandırabiliriz. Neticede her ölüm bir kopuşu, her kopuş da bir hal değişimini ifade eder. Ölümü bir yok oluş gören zihniyete göre bunun bir izahı olmasa da bize göre ölüm bir yok oluş değil, hayat yolculuğunda varılan başka bir aşamadır. Öyle ise sürekli farkındalıklarla yaşanan hayatın içinde birçok ölümün olması anlaşılabilecek bir durumdur. Bu anlamda “o eski halimden eser yok şimdi” ifadesi, birçok ölüme işaret eden bir ifade oluyor. Çünkü insan başı ve sonu farklı birçok dönemsel zaman yaşıyor. İnsanın en son haline göre daha önceki yaşantıları, ölmeden ölme kategorisine giren yaşantılar oluyor. Bana öyle geliyor ki, farkı fark ederek farkına varma, varlık ve yokluğun (ölüm-kalım, hayat-memat) ana etkeni olmaktadır.

İnsanın güvenli hayat isteği de ilginç bir şekilde ölmeden önceki ölümle çakışan bir sürece sahiptir. Her insan ister istemez özel hayatla birlikte kamusal bir hayatla da bağ ve bağlantıya sahiptir. Tümüyle münzevi bir hayat mümkün olmadığına göre, sınır ve standarttan tamamen bağımsız bir hayatın da olması mümkün değildir. Sınır ve standartlar özgürlük alanına olumsuz etki etse de olmazsa olmaz bir gerekliliktir. Aksi takdirde hiç kimse güvenli bir hayattan söz edemez. Böylece insanın geldiği aşamada karşılaştığı şey konfor alanları olmaktadır. Konfor alanları derken öyle yüksek bir refah düzeyi akla gelmesin. İnsanın gerek zihinsel ve gerekse sosyal hayatında sorgu ve sualden muaf tuttuğu her şey konfor alanıyla ilgilidir. Putlar ve putçuluklar en çok konfor alanlarında hayat bulur. Konfor alanına giren her ilişki bir bakıma ölüme terk edilmiş bir ilişkidir. Çünkü farkındalık konfor alanı için tehlikelidir. Her şey çok iyidir ve başka bir şeye gerek yoktur. Bu tür ölümler, ölümden önceki küçük ölümler kategorisine giren ölümlerdir.

Bir de sonrasında hayatı olmayan bir ölüm vardır ki, bu tümüyle bir seküler kategori olarak karşımıza çıkmaktadır. Hayatı olmayan ölüm, ötesi olmayan hayatın bir sonucudur. Her şey burada olup bitmektedir. Burada olup bitenlerin hesaba çekileceği herhangi bir yer yoktur. Durum böyle olunca tutamak olarak insanın tutunacağı, kendisini güvende hissedeceği herhangi bir şey de olmuyor. Söylenmesi zor da olsa, insanın önünde tanrılığa mecbur olmaktan başka bir şey kalmıyor. Böylece çok önemli iki büyük farkındalığın üstü örtülmüş oluyor: Allah ve insan. İnsan hem kendisinden ve hem de Allah’tan mahrum olunca, baş döndürücü bir boşluğa düşüyor. Artık bu boşluk görünür görünmez irili ufaklı sayısız put için elverişli hale geliyor. Genelde iktidarların oluşum ve yok oluş maceralarında bu boşluğun önemli bir paya sahip olduğunu söyleyebiliriz.   

Ölmeden önceki ölümlerden başka, Allah’ın insana takdir ettiği kaçınılmaz bir ölüm vardır. Ölmeden önceki bütün ölümler, bu kaçınılmaz ölüme bir hazırlıktır. Bu ölüm diğer ölümleri kapsadığı için büyük bir ölümdür. Büyük ölümle insan varlık âleminin dışına çıkar. Yani tabir caizse küçük hakikatlerden büyük hakikate ulaşır. Büyük hakikat Allah’ın haber verdiği hakikattir. Herkes o gün ellerinin getirdiğiyle yüzleşir. Yaşadığı yanılsamaları görür. İşte insanın görüp yaşayacağı en büyük fark o gün tezahür edecek olan fark olacaktır. Sonsuz kerem sahibi Allah’ın seçtiği peygamberler hep bu farkı fark ettirmek için vahiyle müşerref oldular. İbrahim, söz konusu farkı fark etmenin seçilmiş en güzel örneklerinden birisidir.

-2-

İbrahim, her insan gibi kendisinden başladı yolculuğuna. Zayıflığını gördü. Sığınacak bir yer, dayanacak bir şey aradı. Böylece ilk fark edişi bir gece vaktinde yaşadı. Gökyüzüne baktı ve yıldızlar içinde en parlak olanını fark etti. O yıldız adeta gülümseyerek elini uzatıyordu İbrahim’e. İçi ferahlayarak, kendi kendine tamam dedi, işte bu benim Rabbim. Fakat bir süre sonra o yıldızın ortadan kaybolduğunu görünce, yanıldığını fark etti. Bir süre sonra o parıldayan çehresiyle Ay’ı görünce, tamam dedi işte benim Rabbim budur. Aslında bu da bir hayal kırıklığı olacaktı. Çünkü o da İbrahim’i terk edecekti. Ancak bütün karanlıkları yok ederek gelen Güneş’le umutları tazelense de bir süre sonra onun da bir yanılsama olduğunu fark edecekti. Fark etti ki bunların hiçbirisi onun Rabbi olamazdı. İçten içe bütün benliğini sarmalayan bir heyecanla gözleri parıldamaya başlamıştı: Benim Rabbim her şeyi yaratan, yaşatan, öldüren, gören, bilen, hüküm ve hikmet sahibi bir Rab’dır.

İbrahim, farkı fark etmenin zirvesine vararak aradığını bulmuştu. O aradığını bulmuştu ama kavminin içinde bulunduğu sefaleti de fark etmişti. Kavmi yaptığı putları tanrılaştırarak Allah’a ortak koşuyordu. Kavminin put yapımcısı ise öz be öz babasıydı. İbrahim hiç çekinmeden, korkmadan kavminin şirk koşmalarından beri olduğunu haykırıyordu: “Ben sizin şirk koşmakta olduklarınızdan uzağım.” Dile kolay, kim kavminin karşısına çıkıp böyle yiğitçe konuşabilir? Onca puta rağmen hanif (Allah’ı birleyen) olduğunu söyleyecek ve “ben yüzümü gökleri ve yeri yaratan Allah’a çevirdim, ben müşriklerden değilim” diyecek. Aslında bu yeni bir farkındalık ve yeni bir doğum sayılırdı. Üzerine ölü toprağı serpilmiş olan kavminin de bu yeni doğumla dirilmesini istiyordu. Fakat heyhat ki kavmi fark etme yetisini (görme, duyma, akletme) kaybetmişti. Bilinç ışıkları yanmıyordu.

Kavmi İbrahim’le Allah konusunda tartışmaya başlamıştı. İbrahim’i korkutmaya, söylediklerinden caydırmaya çalışıyordu. İbrahim, bütün elçiler gibi, çok net konuşuyordu. Kimselere eyvallahı yoktu: “O beni doğru yola erdirmişken siz benimle Allah konusunda çekişip tartışmaya mı girişiyorsunuz? Sizin O’na şirk koştuklarınızdan ben korkmuyorum. Rabbim ilim bakımından her şeyi kuşatmıştır. Yine de öğüt alıp düşünmeyecek misiniz?” diyordu. Burada iki farklı inanışın gerekçesinden söz edebiliriz: Bir tanesi okumanın, sorgulamanın, araştırmanın, tefekkürün etkin olduğu inanış ki İbrahim böyle yaparak Rabbini bulmuştu. Diğeri ise herhangi bir okuma, sorgulama, araştırma ve tefekkürün etkin olmadığı, ataların taklit edildiği inanma biçimi. İşte bu iki inanma biçimi değişik formlarda, bugün de dâhil olmak üzere, her zaman karşı karşıya gelmiştir. Onun için bütün zamanlara hitap edebilen bir İbrahim portresi, karşılığı olan bir portredir. Birinde ikna olmuşluğun verdiği güven söz konusu iken, diğerinde korkunun vermiş olduğu güvensizlik söz konusuydu. İşte bunun için İbrahim diyor ki, “siz, Allah’ın haklarında hiçbir hüküm indirmediği şeylerle Allah’a şirk koşmaktan korkmazken, ben sizin şirk koştuklarınızdan mı korkacağım.” Ne diyordu ilahi kelam? “İman edenler ve imanlarına herhangi bir zulüm (şirk) bulaştırmayanlar var ya işte güven onlarındır ve onlar doğru yoldadır.”[1]

-3-

Genel manada insanın, haklı olduğunu düşündüğü herhangi bir konuda yakınları tarafından anlaşılmaması, tepkiyle karşılanması çok üzücü bir durum. Vahiyle bildirilen hakikatlere, mesajlara yakınların takındığı tutum ve davranışlar konusunda da durum aynıdır. Her peygamber, sorumluluğunu aldığı vahyin mesajını, öncelikle en yakınlarına anlatır. Çünkü normalde onu en iyi anlayacak olanlar yakınlarıdır. Ama süreç böyle gitmiyor. Tam aksine Peygambere ilk tepki vererek yüzüstü bırakanlar yakınları oluyor. Peygamber de netice itibariyle bir insandır ve onun da bir ruhu vardır. Bu tepkiler karşısında ruhundaki fırtınaları tam olmasa da tahmin etmek zor değil. Çünkü her insan bu tür durumları küçük çapta da olsa kendisinden bilir. Bilindiği üzere Nuh’a muhalefet edenler arasında oğlu da vardı. Lut’un muhalifleri arasında ise hanımı vardı. Hz. Peygamber’in de amcası Ebu Leheb ve eşi en azgın muhalifler arasında bulunuyordu. İsrailoğulları’nın peygamberlere karşı tutumunu hatırlayın: Musa’nın onlardan neler çektiğini düşündüğümüzde, Risalet’in nasıl ağır bir yük olduğunu fark ederiz. Bütün Elçilere selam olsun.

İbrahim de aynı durumla karşı karşıya idi. Babası Azer de kavmi gibi inkâr ediyordu. Azer aynı zamanda put yapımcısıydı. Ne kadar ilginç değil mi? Baba put yapıcı, oğul put kırıcı! İbrahim babasına; “birtakım putları ilahlar mı ediniyorsun?” diye sormuştu. Sonra da “doğrusu ben seni de kavmini de apaçık bir sapkınlık içinde görüyorum”[2] demişti. İbrahim söylenmesi gerekeni açık ve net bir şekilde söylüyordu. Babası ise şöyle demişti: “Ey İbrahim! Sen ilahlarımdan yüz mü çeviriyorsun? Vazgeçmezsen şüphesiz ki seni (taşlayarak) kovarım. Uzun bir süre benden uzak dur!”[3] Vahyin bildirdiği hakikatlere insanın en yakınlarının muhalefet etmesi gerçekten çok zor bir durum.

İbrahim, hem babası ve hem de kavmi tarafından kabul görmüyordu. Onlar, içinde bulundukları aşağılayıcı durumu fark etmiyordu.  Elleriyle yaptıkları putlara kutsallık atfediyordu. Allah’ın verdiği sayısız nimet adeta ayaklar altına alınıyordu. İçinde bulundukları gaflet çok büyüktü. Bu gafletten uyanmaları için onlarla başka bir dilden konuşmak gerekiyordu. Öyle bir dil ki, yapabilecekleri hiçbir itiraz söz konusu olmasın. Hz. Peygamber yakınlarına hakikati tebliğ ederken böyle bir yola başvurmuştu. Mealen “eğer” demişti, “şu tepenin ardında bir ordu var, gelip size saldıracak, hepinizi yok edecek desem bana inanır mısınız?” Hepsi de kendisini onaylamış ve evet demişti. “O halde ben size diyorum ki, Allah’tan başka ilah yoktur ve ben de O’nun seçtiği elçisiyim…” Bu hakikat karşısında nutukları tutulan yakınlar, inkâr etmeye devam ediyordu.

İbrahim, büyük risk alarak farklı bir yola başvuruyordu. Kavminin bulunmadığı bir zamanda, belki sorarlar diye en büyükleri hariç bütün putları kırıyordu. İbrahim bunu yapacağının işaretini vermişti zaten. Kavmi olanları görünce, bunu ilahlarına yapanın zalim olduğunu söylediler. İbrahim’e bunu kendisinin mi yaptığı sorulunca, o da “hayır” der. Büyük putu işaret ederek “bu yapmıştır, eğer konuşabiliyorsa siz ona sorun” der. “Onun konuşamayacağını bilmiyor musun, bizimle alay mı ediyorsun?” mealindeki yanıta karşılık, İbrahim de taşı gediğine koyuyordu: “Allah’ın peşi sıra size hiç bir yarar ve zarar veremeyen şeylere (hâlâ) tapacak mısınız?”[4]  Bu dil, bu uyarı, bu örnek bile onları karanlıktan çıkarmaya yetmiyordu.

İbrahim’in her türlü belirsizliği yok eden söz ve davranışlarına bir başka örneği Nemrut’la yaptığı tartışmada görüyoruz. Kendisini tanrı olarak gören Nemrut’a karşı “Rabbim yaşatan ve öldürendir” demişti. Nemrut buna karşılık “ben de yaşatır ve öldürürüm” demiş ve beraberinde getirdiği iki kişiden birini serbest bırakır diğerini ise öldürür. Buna karşılık İbrahim “Allah Güneş’i doğudan getirir; sen de batıdan getir” dediğinde, Nemrut olduğu yere çakılarak şaşakalır ve ne diyeceğini bilemez.[5] Bu tartışmalarla ilgili empati yapmanın gerekli olduğunu düşünüyorum. Bugünün Nemrutlarıyla İbrahim gibi konuşabilir miyiz? Bugün ihtiyacımız olan en önemli şey, İbrahim’in iman ve özgüvenidir.

-4-

Kur’an’da anlatılan hiçbir kıssa, hikâye olsun diye anlatılmıyor. Anlatılan olayların tarihi çok eski olsa da, o olaylarla bize, yani günümüze verilmek istenen mesaj(lar) söz konusudur. Onun için Kur’an ve kıssalar bu dikkatle okunmalıdır. Yoksa geçmişlerden günümüze gelmiş bir söylenti düzeyinde kalacaktır. Bu ise Kur’an’ın görebileceği en kötü muamele olacaktır. Kur’an’ın yalnızlaşması, muhatapsız kalması ve müzelik bir eşyaya dönüşmesi bu şekilde olur. Yani verilmek istenen mesaj ötelenince Kur’an da ötelenmiş olur. Zaten Kur’an demek mesaj demektir. Bu mesaj en çok peygamberlerin hayatında ete kemiğe bürünmüş. Şayet bu gayeyle kıssalar okunursa, o kıssalardan gerekli dersler de alınabilir. Bu şekilde örneğin İbrahim sadece kendi döneminin İbrahim’i olarak kalmaz, bugünün İbrahim’i olarak da tarihteki rolünü oynamaya devam eder. Dolayısıyla İbrahim ve onunla birlikte olanlarda bizim için elbette güzel bir örneklik vardır.[6] Aynı şey Hz. Peygamber ve onunla birlikte olanlar için de geçerlidir. Aslında bütün peygamberler birer güzel örneklik timsalidir. Yaşanan hayatta güzel örneklik timsallerinden yararlanmak için onların niçin güzel örneklik olduğunu anlamak, fark etmek gerekir. İnsan iyi olanı da kötü olanı da anlayıp fark etmedikçe, ne iyi olandan yararlanabilir ve ne de kötü olandan korunabilir.

Bütün zamanlar için bir İbrahim portresinin gayesi, İbrahim örnekliğinin bütün zamanlarda takip edilebilecek bir örneklik olduğu fikrine dayanıyor. Kur’an’dan anladığımız kadarıyla İbrahim’in en bariz niteliğini “farkı fark etmek” olarak izah ediyoruz. Şayet “farkı fark etmek” gibi bir nitelikten yoksun kalarak yaşarsak, nice karanlık emeller için kullanışlı birer aparata dönüşeceğimizi bilmemiz gerekir. Bütün yaklaşmaların, yakınlaşmaların yani kurban yapmanın, kurban olmanın diri bir “farkı fark etme” niteliğiyle olacağını ifade etmiş oluyoruz. Bu çerçevede İbrahim portresinde dikkat çeken özellikleri bir de maddeler halinde yazmaya çalışalım:

1-İbrahim ne Yahudi ve ne de Hristiyan’dı. O, hanif birisiydi. Yani Allah’ı birleyen bir muvahhid idi. O, Allah’a itaat eden, ortak koşmayan tek başına bir ümmetti.

2-Hem İbrahim ve hem de birlikte olduğu kimseler, toplumlarına şöyle demişlerdi: ”Biz sizden ve Allah’ın peşi sıra taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz.”

3-İbrahim çok yufka yürekli ve çok hoşgörülüydü. Babasına kendisi için af dileyeceğini söylemiş ve verdiği bu sözü tutmuştu. Fakat Allah’tan gelecek herhangi bir şeye gücünün yetmeyeceğini de not olarak düşmüştü. Onun, Allah’ın düşmanı olduğu kendisine açıklanınca, ondan uzaklaşmıştı. Burada Nuh ve oğlunu da hatırlamak faydalı olacaktır. Şu ayet konuyu net bir şekilde ortaya koyuyor: “(Kâfir olarak ölüp) cehennem halkı oldukları onlara açıkça belli olduktan sonra, akraba bile olsalar, Allah’a ortak koşanlar için af dilemek, Peygamber için de iman etmiş olanlar için de söz konusu olmaz.”[7]

4-İbrahim’in hayatındaki en esaslı ilke, sadece Allah’a güvenme ve sadece O’na yönelme ilkesidir. Allah, ona “teslim ol” dediği zaman, o da “Âlemlerin Rabbine teslim oldum” demişti. Allah’ın çağrısını bütün çağrıların üstünde tutmuştu.

5-İbrahim, Allah’ın çağrısına teslim olmayı, oğullarına da vasiyet etmişti.

6-İbrahim, Allah’ın sınamasından başarıyla geçince, Allah, “seni insanlara önder yapacağım” demişti. İbrahim de “soyumdan da” deyince, Allah, “sözüm zalimlere ermez (onlar için söz vermem)” demişti.

7-Bedeli ne olursa olsun, isterse ateşlere atılmak olsun, girdiği tartışmalarda hak ve hakikatin temsilcisi oldu. Bu konuda hiç taviz vermedi. Karşı tarafta ister babası, ister kavmi ve isterse de Nemrut olsun, hiç geri adım atmadı.

8-İnanma ile ilgili Allah’a bile soru sormaktan çekinmedi. Örneğin, “Rabbim ölüyü nasıl dirilttiğini bana göster” demişti. Rabbi ona “inanmadın mı?” diye sorunca, “hayır, elbette inandım, fakat kalbimin tatmin olmasını istedim” demişti.

9-Allah İbrahim’i dost edinmişti. Çünkü İbrahim yüzünü ve benliğini Allah’a teslim etmişti. O güzel bir insan olduğu gibi, milleti (dini) de güzeldi. Dolayısıyla onun dinine uyanlar da güzel insanlardı.

10-İbrahim doğru olduğunu düşündüğü şeyi, her ne pahasına olursa olsun yapmaktan geri durmadı. Örneğin gördüğü rüyadan yola çıkarak oğlu İsmail’i kurban etmeye teşebbüs etti. Fakat Allah bunu engelleyerek İsmail yerine büyük bir kurbanı fidye olarak vermişti.

Rabbimiz Teâlâ İbrahim üzerinden razı olduğu, dost olduğu insanı bizlere tanıtıp haber veriyor. Bu böyledir fakat değişen zamanla birlikte farklılaşan yaşam tarzları ve oluşan kültürel yapılar karşısında İbrahimce tutum ve davranış nasıl olacak? Aslında İbrahimce tutum ve davranış demek, Müslümanca tutum ve davranış demektir. Bunun için zamanın putlarını bilmek gerekiyor ki, söz konusu putlara karşı mücadele edilsin. Bugün artık tıpkı geçmişte olduğu gibi somut olarak putlar yapılıp tapılmasa da, putlar ve putçuluk yaşayan bir olgu olarak yaşam tarzlarını ve kültürel yapıları etkiliyor, belirliyor, yapılandırıyor. Bugün fiili olarak kutsallık düzeyinde o kadar çok vazgeçilmez bağımlılık ve aidiyet var ki saymakla bitirmek mümkün değil. Bakın bugün her AVM bir mabet konumuna gelmiş. Alışveriş yapmak artık bir ritüel haline gelmiş. İhtiyaçlar değil istekler belirleyici olmuş. Kaldı ki ihtiyaçların ne olduğu bile başkaları tarafından belirleniyor. Çağdaş düzenin tanrıları insanları ve hayatı çepeçevre kuşatmış durumda. “Gözetleme kapitalizminin” cari olduğu bu çağda insanlar birer tutsak durumuna gelmiş. Üstelik bu tutsaklığa ikna olarak, mahremiyet ve mülk yoksunu olmuş. İnsanın iradesi, algısı ve tercihleri ellerinden alınmış. Bugünün putçuluğu geçmişin putçuluğundan daha zor bir putçuluktur. Hayatta var olan her şey birer put haline gelebiliyor.

Yukarıdaki tespitleri çoğalttıkça çoğaltabilir ve örnekler üzerinde durabiliriz. Fakat asıl konumuz, Kur’an’ın zikrettiği İbrahim’i bu çağa taşımak ve onunla çağdaş olmaktır. Aksi takdirde yazılıp söylenecekler gönül okşayıcı bir hikâye olacaktır.  Öncelikle her açıdan yenilenme gereğini, açlık düzeyinde duyumsamak gerekir. Yapmakta olduklarımızla yapılması gerekenler arasındaki farkı görmemiz gerekir. “Farkı fark etme” niteliğine sahip olup olmadığımızın özeleştirisini yapmamız gerekir. Allah algımızla Kur’an’da verilmek istenen Allah algısını kıyaslamak gerekir. Yani kendimizi bir hakikat değerlendirmesine tabi tutmalı, sahih ve sahte taraflarımız üzerinde kazı çalışması yapmamız gerekir. Yapılacak çok yönlü ve nitelikli okumalar eşliğinde, Hz. Peygamber Hira’dan Mekke’ye niçin inmişse, aynı amaçla kendi Hiralarımızdan şehirlerimize inmeliyiz. Tıpkı İbrahim gibi Hakk’ın hatırını bütün hatırların üstünde tutarsak, söz konusu putları kırabilir, gerçek tartışmalar yapabilir ve bu şekilde Allah’ın hoşnutluğunu kazanabiliriz. İşte o zaman gerçek yaklaşmalar ve gerçek yakınlaşmalar olacak ve bugün dünyada ve özellikle de Gazze’de yaşanan zulüm, zillet ve soykırımın arka planını oluşturan dinamikleri ortadan kaldırmak mümkün olabilir. Yoksa her açıdan bir sermaye olarak verilmiş maddi-manevi imkânlarla birlikte zamanı da zemini de israf eden müsrifler olmaktan kurtulamayız. Vesselam!

Not: Bu yazı e-dergi olarak çıkan Kurani Hayat dergisinin 95. sayısında yayımlanmıştır.

 

[1] En’âm, 6:82

[2] En’âm, 6:74

[3] Meryem, 19:46

[4] Enbiya, 21:66

[5] Bakara, 2:258

[6] Mümtehine, 60:4

[7] Tevbe, 9:113

Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.