Ekolojik emperyalizm
Günümüzde, iklim krizi ile mücadele ve sürdürülebilirlik hedefleri doğrultusunda Küresel Kuzey ülkelerinde başlatılan yeşil dönüşüm çabaları, emperyalizmin yeni bir biçiminin gelişmesini gündeme getirdi. Ekolojik emperyalizm kavramı, Küresel Kuzey’deki yeşil dönüşüm çabalarının, çoğunlukla Küresel Güney’deki doğal kaynakların sömürülmesi sayesinde mümkün olduğunu anlatmak için kullanılıyor.
Bu kavram, zengin ülkelerin çevresel ve sosyal adalet taleplerini hiçe sayarak, kendi ekonomik çıkarlarını gözetmelerine işaret ediyor. Bu yazıda, bu kavramdan hareketle iklim kriziyle mücadele gibi ‘herkes için iyi’ gibi görünen bir hedefin, mevcut güç ilişkileri çerçevesinde formüle edildiğinde nasıl sömürü mekanizmasının bir parçası haline geldiğini ele alacağım.
EKOLOJİK SÖMÜRÜ
Yeşil dönüşüm çabalarının -ironik bir şekilde- doğayı nasıl tahrip ettiğini anlamak için ekolojik sömürü kavramını ele almak gereklidir. Ekolojik sömürü, ekolojik emperyalizm kavramının özünü oluşturur. Kavram, belirli bölgelerdeki doğal kaynakların ve ekosistemlerin aşırı kullanımını ve bu süreçte ortaya çıkan ekonomik, toplumsal ve çevresel maliyetlerin eşitsiz bir şekilde paylaşılmasını açıklamak için kullanılıyor.
Emperyal yaşam tarzı sonucunda zengin ülkelerde daha yüksek bir tüketim seviyesine ulaşılırken, bu tüketimin yarattığı olumsuz etkiler, çevre kirliliği, biyoçeşitlilik kaybı ve yerel toplulukların yerinden edilmesi gibi sorunlar, genellikle daha yoksul ülkelerin üzerine yüklenmektedir. Ekolojik sömürü, sürdürülebilir olmayan üretim ve tüketim biçimlerinin (kısacası kapitalizmin) bir sonucudur ve bu süreç, halkların yaşam koşullarını tehlikeye atmaktadır.
EMPERYAL YAŞAM TARZI
Ulrich Brand ve Markus Wissen’in geçtiğimiz yıllarda yayınlanan ve yakında Türkçe çevirilecek ‘Imperial Mode of Living: Everyday Life and the Ecological Crisis of Capitalism’ (Emperyal Yaşam Tarzı: Gündelik Yaşam ve Kapitalizmin Ekolojik Krizi) adlı kitapları, ekolojik emperyalizm tartışması için iyi bir başlangıç noktası olabilir. Brand ve Wissen "emperyal yaşam tarzı" kavramı ile zengin ülkelerin doğal kaynakları yoğun bir şekilde tüketme ve çevresel maliyetleri dışlama eğilimlerine işaret ediyor.
Yazarlara göre bu yaşam tarzı, doğal kaynaklara ve işgücüne sınırsız erişime dayanan bir üretim modeli üzerine inşa edilmiştir ve bu durum, genellikle Küresel Güney'in doğal kaynaklarının sömürülmesiyle gerçekleşmektedir. Dahası kapitalist üretim yapısı ve tüketim kalıplarıyla örülü ‘emperyal yaşam tarzı’ sadece Küresel Kuzey ülkelerine ait değil, Küresel Güney’deki üst ve orta sınıflar için de ulaşılması gereken bir ‘ideal yaşam tarzı’ olarak görülmektedir.
Brand ve Wissen’in ileri sürdüğü bu yaklaşım, üretim süreçleri ile tüketim alışkanlıklarını ve yaşam biçimlerini bir araya getirdiği için önemli. Belirli bir yaşam biçiminin sürdürülmesi için gerekli olan koşulların, diğer ülkelerdeki kaynakların sömürüsüne dayanıyor olması, işin özünü oluşturuyor. Somut olarak şu örnek verilebilir: Küresel Kuzey, yeşil enerji çözümleri için gereken mineralleri ve hammaddeleri çoğunlukla Küresel Güney ülkelerinden temin ederken, bu süreç, Küresel Güney’de tahrip edici ya da yağmacı madencilik faaliyetlerinin giderek yoğunlaşmasını beraberinde getiriyor.
YAĞMACI MADENCİLİK
Pek çok ülkenin benimsediği dekarbonizasyon hedefleri, fosil yakıtlardan elde edilen enerjiden uzaklaşma ve yeni enerji kaynaklarını kullanmaya dayanıyor. Ancak bu ‘yeşil’ enerji biçimlerinin üretilmesi ve yaygın bir şekilde kullanılması ve bu yeni enerji türleriyle desteklenen sanayilerin kurulması için gerekli olan metaller, yağmacı (extractive) madencilik uygulamalarının daha da ivmelenmesine neden oluyor.
Örneğin nadir toprak elementleri, güneş panelleri, rüzgar türbinleri ve elektrikli araç bataryaları gibi yenilenebilir enerji teknolojilerinin üretiminde kritik öneme sahip. Ya da nikel ve kobalt, elektrikli araç bataryalarının önemli bir bileşeni olarak öne çıkıyor. Benzer şekilde lityum da, özellikle elektrikli araçların ve enerji depolama sistemlerinin temel bileşeni olarak görülüyor.
Bu nadir toprak elementleri ve diğer değerli madenler, genellikle halkın düşük ücretlerle çalıştırıldığı ve kimi zaman yasa dışı madencilik operasyonlarını da içeren, insan hakları ihlalleri ve çevresel yıkımlarla sonuçlanan yağmacı madencilik faaliyetleriyle elde ediliyor. Bu tip madencilik uygulamaları gündeme geldiğinde Arjantin, Şili, Bolivia, Kongo, Endonezya gibi ülkeler geliyor; ancak bu kadar uzağa gitmeye gerek yok. Sadece Bahadır Özgür’ün önceki günkü yazısına ya da Vedat Örüç’ün geçen aylardaki yazısına bakmak, ekolojik emperyalizmin Türkiye’deki sonuçlarını görmeye yetebilir.
EKO-EMPERYAL GERİLİMLER
Ekolojik emperyalizm, sadece Küresel Kuzey’deki emperyal yaşam tarzlarıyla Küresel Güney’deki ekolojik sömürü uygulamalarını birleştiren bir kavram olması nedeniyle değil, aynı zamanda "eko-emperyal gerilimlere" işaret etmesi nedeniyle de önemli. Ekolojik-emperyal gerilimlerin önemli boyutları Ulrich Brand ve Markus Wissen’in bu yıl yayınlanan makalelerinde detaylı olarak tartışılıyor. Yazarlara göre bu terim, iklim değişikliğiyle mücadele ve kaynakların yeniden dağıtımına dair çabaların, uluslararası ilişkilerde nasıl yeni çatışmalara yol açtığını göstermek için işlevli.
Örneğin ABD, Avrupa ve Çin arasında elektrikli araba üretimi konusunda artan rekabeti düşündüğümüzde, dekarbonizasyon hedeflerine ulaşmanın sadece iklim politikalarının bir parçası olmadığını, aynı zamanda büyük güçler arasındaki rekabetin ve gerilimlerin bir başka yüzü olduğunu görebiliriz. Bu ülkeler arasındaki rekabet arttıkça, ‘yeşil’ teknolojiler için gerekli kaynaklara erişim için daha agresif politikaların izleneceğini öngörmek kahinlik olmayacaktır.
PİYASA TEMELLİ ÇÖZÜMSÜZLÜKLER
Buraya kadar anlattıklarım, iklim kriziyle mücadele gibi ‘herkes için iyi’ gibi görünen bir hedefin, mevcut güç ilişkileri (ve piyasa temelli çözümler) çerçevesinde formüle edildiğinde nasıl sömürü mekanizmasının bir parçası haline geldiğini gösteriyor. Ancak tahmin edersiniz ki, bu tespitten çıkarılması gereken sonuç ‘iklim kriziyle mücadele’ hedefinin anlamsız olması değil. Sorun, bu hedefin ‘mevcut güç ilişkileri çerçevesinde’ formüle edilmesi. İleriki yazılarda bu konuyu tartışmaya devam edeceğim.