Esad 13 yıl dayandı, 11 günde çöktü: Türkiye’nin elinde erken doğmuş bir bebek var, tehlikeli ve zor bir dönem başlıyor
Fizik biliminden gelen bir terim, İngilizce’de ‘implosion’ deniyor. İçe doğru çökme, içe doğru patlama, Türkçe söylemesi kolay değil.
Suriye’de Beşar Esad rejimin yaşadığı da bu. İçine doğru çöktü.
Kaç yılıydı hatırlamıyorum, Suriye’de iç savaşın devam ettiği dönemde, bugün Avrupa kıtasının güvenliğini sağlamaktan sorumlu ikinci büyük uluslararası örgüt olan AGİT’e Genel Sekreter olarak atanan Feridun Sinirlioğlu o sırada Dışişleri Bakanlığı müsteşarıydı ve düzenli olarak gazetecilerle bilgilendirme toplantıları yapar, Suriye’deki durumu ve Türkiye’nin yaptıklarını anlatırdı.
Bu toplantılardan birinde bir arkadaşımız eleştirel bir tonla Suriye’nin iç işlerine neden karıştığımızı sorduğunda, uzmanlığı siyaset bilimi ve felsefe olan, doktorasını Immanuel Kant felsefesi üzerine yapmış bir isim olan Sinirlioğlu’nun verdiği cevabı unutamıyorum:
‘Dünyada bütün rejimler en sonunda halkın rızasına dayalıdır. Bu rıza iki türlü elde edilebilir: Birincisi demokratik rızadır, ne olduğunu hepimiz gayet iyi biliyoruz. İkincisi ise diktatörlüklerin yaptığı korkuya dayalı rızadır. Suriye’de bu rıza ortadan kalktı. Bugün değilse yarın ama bir gün mutlaka o rejim gider, çünkü artık halkın rızası yok.’
Türkiye Suriye’nin iç işlerine karıştı mı karışmadı mı? Bu konuyu uzun yıllardır tartışıyoruz. Elbette bazı şeyler açık gerçek ve tartışma dışı. Türkiye, Suriye’de rejimi değiştirmek isteyen Sünni gruplara silah verdi, eğitim verdi, para verdi, onları teşvik etti ve en önemlisi 13 yıl boyunca hep arkalarında durdu, Katar veya Suudi Arabistan gibi çekilip gitmedi, onları ansızın unutmadı.
Peki ama bunu neden yaptı Türkiye? Geleneksel olarak komşularının iç işlerinden uzak duran, hele Arap ülkelerine dönüp hiç bakmayan Türk dış politikası Suriye’de neden farklı hareket etti?
Bu soruya 2011’den beri farklı farklı cevaplar verildi, konu hep tartışma gündeminde kaldı. Örneğin muhalefetteki CHP ve geniş bir aydın kesimi Türkiye’nin bu tutumunu çok sert eleştirdi, eleştirmeye de devam ediyor. Bugün de radikal islamcıların Suriye yönetimini ele almasını kaygıyla izliyor. Bunlar haklı kaygılar.
Ancak bir konu hep gözardı ediliyor: Suriye’deki iç savaş, her şart altında Türkiye açısından bir güvenlik tehdidiydi, bugün hala tehdit.
En basiti ülkemizdeki 3 milyona yakın kayıtlı Suriyeli sığınmacının durumu. Bu kadar insanı aldık ve 13 yıldır aramızda yaşatıyoruz sonuçta. Bu başlı başına bir güvenlik tehdidi, nitekim Türk iç politikası başta olmak üzere pek çok konuda iç istikrarsızlık yaratan önemli bir konu bu göçmenler.
Ama sadece o da değil. PKK’nın Suriye’deki durumdan yararlanıp güçlenmesi, sınırımızın hemen ötesinde onbinlerce kişilik neredeyse düzenli orduya sahip olması da güvenlik tehdidi. Bu da içeride istikrarımızı tehdit eden bir durum.
Türkiye yoğun biçimde DAEŞ terörünü yaşadı, hala yaşamaya devam ediyor. Dikkat edin, neredeyse haftada bir polis bir uyuyan DAEŞ hücresi daha yakalıyor. Bu örgüte yurt içindeki sempati ciddi bir güvenlik tehdidi.
Bu üç tehdidin hiçbirini Türkiye yaratmadı; bunların hepsinin temelinde Suriye iç savaşı var. (Tabii bir de Irak’ta devletin çökmüş olması.) Türkiye bunlarla başa çıkmaya çalıştı.
O yüzden bir görüş, Suriye’nin iç işlerine karışmayı bu gerekçelerle meşrulaştırıyor.
Şimdi, sadece 11 günde Esad rejiminin çökmesine tanık olduk. Bu sabah saatlerinde muhalefet Şam’ı tamamen ve neredeyse çatışmasız ele geçirmiş durumdaydı, Beşar Esad Şam’dan kaçmıştı ve nerede olduğu belli değildi.
Şu anda Suriye bir büyük bilinmeyenin içinde. Ülkede bir yönetim olup olmadığı da, kimin veya kimlerin yöneteceği de, yarın olayların nereye evrileceği de belli değil. Şimdilik tek ümit verici şey, Şam’a giren muhaliflerin devlet binalarında yağma yapmaması, hatta bu binalara dokunmaması ve Esad rejiminin Başbakanını şimdilik görevde tutması. Yani bir kaos olsun istemiyorlar.
Nasıl son 11 günde Ankara birden bire bütün Suriye diplomasisinin merkezi haline geldi ve neredeyse bütün dünya merak ettiklerinin cevabını Dışişleri Bakanı Hakan Fidan ve Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’dan almaya çalıştıysa, bundan sonra da büyük olasılıkla böyle olacak. Türkiye, Suriye konusunda belki de artık boyunu aşan bir sorumluluğu fiilen üstlenmiş durumda.
Oysa bizim anladığımız Tayyip Erdoğan iktidarının yapmaya çalıştığı tek şey Beşar Esad’ı yeniden siyasi masaya çekmekti. Ama ne Esad’ın ordusunun dağılmaya bu kadar hazır olduğunu görebildiler ne de İran ile Rusya’nın bu kadar kolay sahada işlevsiz kalıp geri çekileceğini.
Şimdi Ankara’nın elinde erken doğmuş bir bebek var ve Suriye’nin geleceğini inşa etme konusu en büyük aciliyet.
Gerçekten çok bilinmeyenli ve belki de tehlikeli bir döneme girmiş bulunuyoruz.
Rusya artık açıkça Türkiye’yi suçluyor
Rusya Dışişleri Bakanı’nın birkaç gün önce Amerikalı gazeteci Tucker Carlson’a verdiği mülakatta söylediği bazı sözler çok az kişinin dikkatini çekti. Sergey Lavrov, Türkiye ile Suriye için 2018’de yapılan anlaşmayı hatırlatıyor, ‘İdlib’de çatışmasızlığı sağlamak Türkiye’nin göreviydi, Halep’e saldıranlar İdlib’den çıktı’ diyordu.
Yani söylediği şey, Suriye’deki muhaliflerin askeri harekatına Türkiye’nin yol vermiş olmasıydı.
Lavrov aynı görüşlerini dün Doha Forumu’nda yaptığı konuşmada da tekrar etti.
Buradan şunu çıkarabiliriz: Eğer Rusya, Suriye’de kaybeden taraftaysa bu kaybından Türkiye’yi sorumlu tutuyor ve tutacak.
Tabii henüz Rusya’nın Suriye’deki en hayati çıkarı olan Tartus’taki deniz üssünü kaybedip kaybetmeyeceğini bilmiyoruz. Ama bu deniz üssü kalsa bile Rusya 2015’ten itibaren Suriye’ye çok büyük yatırım yaptı, Esad rejimine ciddi para verip rejimi ayakta tuttu, bu yatırımlarını kaybedecek olması büyük olasılık.
En önemlisi, Putin’in ve Rusya’nın yaşadığı prestij kaybı. Putin, Suriye’yi örnek vererek Rusya’nın dünyanın başka bölgelerinde eskiden olduğu gibi etki gösterdiğini sergiliyordu. Şimdi o etki sıfırlandı gibi.
Türkiye’yi Rusya ile zor yıllar bekliyor olabilir.
Suriye’nin en büyük kaybedeni İran
Bütün Batı dünyası, başta ABD olmak üzere 10 yılı aşkın süredir İran’ın Suriye’deki etkinliğinden şikayetçiydi. Aslında bu ülke sadece son 10 yıldır değil belki son 40 yıldır Suriye’de çok etkindi ve İran açısından Suriye İsrail’e karşı kurduğu ‘direniş ekseni’nin merkez ülkesiydi.
Şimdi İran Suriye’yi tamamen kaybetti. Lübnan’daki Hizbullah’a ulaşması daha zor olacağı için Hizbullah da fena halde kaybedenlerden biri oldu. Batı dünyası ve İsrail’in bir büyük endişesi ortadan kalktı.
İran’ın Türkiye’ye karşı tutumunda da değişiklik beklemeliyiz.