1. YAZARLAR

  2. Ümit Aktaş

  3. Ezilenlerin çelişkisi
Ümit Aktaş

Ümit Aktaş

Ezilenlerin çelişkisi

A+A-

 

Ezilen toplumların kurtuluşları konusundaki ürkeklikleri ve kendi iç çelişkileri, egemen konformizmin süregitmesini güvenceler ve pekiştirir.

Egemen söyleme bakarsanız bunların ne ulusal kimlikleri ne de tarihleri vardır.

İşin doğrusu bu tarihin kayıtları da ezenlerce tahrip edilmiş ve hatta ezenlerin tarihlerinin kaydına geçirilmiştir.

Ama bunların satır aralarında bile gerçekliğe dair izleri bulmak mümkündür.

Öyle ki Marxizm'in ATÜT tezi bile bu tarihin izlerini karıştıran bir karşı bakıştır.

Tocqueville ve Mill'i bir kenara koyalım, Marx ve Engels bile bu konuda tipik bir burjuva tarihçisi olarak davranır; oradan bakınca ne Hindistan'daki o muhteşem mücadele görülür, ne Haiti, ne Cezayir ne de Simon Bolivar. 

Aslında ise tarih, çokça iddia edildiği gibi egemenlerin değil, tam aksine ezilenlerin kurtuluş ve özgürleşme mücadelelerinin tarihidir.

Bunun en büyük şahidi, ortodoksinin budayıcı kıyımından geçmeyen heterodoks dini metinler ve yorumlardır.

Walter Benjamin'in deyişiyle de, tarihsel bilginin öznesi mücadele eden, ezilen sınıfın kendisidir. 

Devrimci bir cemaatin ihtimaline karşı tetikte duran egemenlerin tarihi dramatik ve yeknesak iken, ezilenlerin tarihi birçoğu tamamına erdirilemeyen isyanların dillendirildiği trajik hikâyelerdir.

Yaratıcı ve farklı bakışlar da doğal olarak buradan türer. Ne var ki tarihi kayda geçirenler (dolayısıyla da korunmuş kayıtlar) genellikle egemenlerin vakanüvisleri olduğu için, bunlara dair ipuçlarına ancak sözlü anlatılara müracaatla ya da yapısökümcü metin okumalarıyla ulaşılabilir. 

Oysa tarihin itici gücü, bu tarihi kendilerinde duraksatmaya çalışan egemenlerin tutumlarına karşı ezilenlerin statükoyu yerinden eden isyanlarıdır.

Ancak ezilenlerin çelişkisi de, kendilerindeki bu kurtarıcı yönü görmeden, her yıkımın ardından bir kurtarıcı beklentisine girmeleridir.

Onları bu karmaşadan kurtaranlar ise çoğu kez onlardaki gizil gücün farkına varan ama bir kurtarıcı olmaktan ziyade bir yoldaş olarak onları harekete geçirenlerdir.

Ama bunlar da süreç içerisinde ikonik figürler olmaktan kurtulamayacaklardır.

Tolstoy'a göre, bütün mutlu aileler birbirlerine benzerken, her mutsuz ailenin öyküsü ise kendine özgüdür.

İşte bunun gibi, bütün ezilenlerin kendilerine özgü bir kurtuluş mücadelesi varken, bütün ezenlerin hikâyeleri ortak bir tarihte dillendirilir.

Ezilenleri farklılaştıran içerisinde bulundukları çıkmazdan kurtulma çabalarının kendine özgü yalnızlığıdır.

Bu yalnızlığın aşılması ise hiç de kolay değildir. Ve hatta bu kurtuluş bile ezilenin performansı kadar ezenlerin kendi aralarındaki çelişkilere de dayanır. 

Elbette ki ezilenlerin bu halini mazur gösterecek birçok sebep var ama temel sorun onları zaafa düşüren ve bir bakıma varoluşsal sayılabilecek koşullar değil, kendilerini ezenlere bağlayan göbek bağını kesmedeki cesaretsizlik, kararsızlık ve hatta kaypaklıktır.

Öyle ki çoğu kere yeğlenen, bu handikapları aşmak yerine ezenlerle işbirliği ve hatta onlara boyun eğmektir. 

Bu karakteristiğin en bariz misali kendilerini firavunlardan kurtarmaya çalışan İsrailoğullarının Musa'ya karşı takındıkları tutumdur ve Kur'an birçok kıssada buna dair oldukça çarpıcı örnekler verir.

Bunların içerisinde bulundukları durumdan hoşnutlukları, özgürleşme korkuları ve hatta buna karşı tepkileri oldukça karakteristik anlatılardır. 

Sömürgeciliğin neredeyse tüm yeryüzünü işgal altına aldığı geçen yüzyılda da buna dair oldukça çarpıcı hikâyeler yaşandı.

Sömürge halklarının içerisinde bulundukları kölelik halinden çıkmaya çağrıldıkları bu yüzyıl içerisindeki en büyük zorluk, ezilenlerin bu çağrıya icabet etmek için gerekli cesaret ve umuttan yoksunluklarıdır.

Bu mücadeleye öncülük eden Emir Abdülkadir, Frantz Fanon, Aime Cesaire, Sultan Galiyev, Ömer Muhtar, Mahatma Gandi, Abdulgaffar Han, Martin Luther King, Malcolm X gibi önderlerin karşılaştığı en büyük zorluk, ezenlerin zulmünden ve baskısından ziyade ezilenlerin sessizliği ve hatta bu öncülere karşı düşmanlığıdır.

Öyle ki onları ikna etmek egemenleri ikna etmekten daha zor olmuştur demek bile bir abartı sayılmaz.

Sorunun özü Nietzsche'nin de vurguladığı şu reaktif/tepkin/hınçlı tutumdan kaynaklanır.

İçerisinde bulunulan bu kör ve çekinik karamsarlık hali, Kur'an'ın tanımladığı o insani karakteristik, yani aşağıların aşağısı olma hali gibi bir durumdur.

Bu durumdan çıkış her şeyden önce içerisine gömülünen bu umutsuzluk ve yılgınlıktan, olumlu bir karakteristiğe geçiştir ki kurtarıcı öncülerin aşmakta güçlük çektikleri kritik eşik tam da bu noktadır.

Günümüzde de, her ne kadar yeryüzü büyük ölçüde sömürge halinden kurtulsa da, küresel egemenlerin yarattığı zorbalığın madunları olan kesimler, hâlâ bu ruh halini atlatabilmiş değil.

Buna dair temel çelişkilerden birisi, kurtuluş mücadelesini silahlı bir mücadeleye zorlayan ve son tahlilde madunların umudunu silah tacirlerine bağlayan bir çelişkidir.

Zira bu durumda ezilen kesimler bir biçimde yine ezenlere, onların ürettiği savaş araçlarına ve bu araçların mecbur kıldığı mücadele yöntemlerine bağımlı ve muhtaç hale gelmektedir. 

Özgürleşmek belki de öncelikle özgürleşme aracı olarak dayatılan bu tip şiddeti körükleyen ve büyüten yanıltıcı araçlardan ve umutlardan kurtulmak anlamına gelmekte; özgürlüğün araçsal değil de özsel bir kazanım oluşunun anlaşılamaması, bağımsızlaşsalar da özgürleşemeyen bir uluslar topluluğu garabetine yol açmaktadır.

Bir başka çelişki ise ezilenlerin bağımsızlık mücadelesi yolunda birbirlerinin ayağına ve hatta sırtına bastıkları ahlaksızca yolları bir tür strateji olarak görmelerinden kaynaklanır ki bu da sömürgecinin ezilenin yoluna döşediği mayınlardan birisidir. 

Sözgelimi bölgemizdeki ulusallaşamayan iki mustazaf halkın, Kürtler ve Filistinlilerin özgürleşme mücadelelerinde ortaya çıkan garip bir ruh hali, stratejik olduğu kadar psikolojik olarak da bu tip sorunlu çelişkilerin ortaya çıkmasına dair ilginç bir örnek.

Her iki kesimin muhataplarının ve mücadelelerinin doğrudan birbiriyle ilgisi olmamasına karşı birbirinin ayağına basmaya dair bu tuhaf tutum, meselenin özünü kavrayamayan bazı kesimlerince dillendirilmekte.

Öyle ki bu kesimler, ezenlere karşı işbirliği yapmak veya en azından birbirini desteklemek yerine, ötekinin ayağına çelme takmayı bir tür stratejik üstünlük olarak görmekte. 

Bilindiği gibi Batı dünyası yüzlerce yıl sömürdüğü dünya halklarına karşı borçlarını, kendi iç faşizminin yenilgiye uğratılması akabinde, sömürgecilik sonrasında boşalttığı Filistin topraklarında kurduğu İsrail'e bir tür diyet olarak ödemektedir.

Küresel egemenlerce her tür silahla donatılan ve bu nedenle yenilmezlik payesine ulaşan, küresel egemenliğin bölgedeki avatarı olan İsrail, etrafında yarattığı dehşetle bir yandan öfke yaratırken, kimilerince de hayranlıkla anılmakta.

Kürt kesimine mensup kimileri de bu ayrıcalıktan pay almak için Filistin mücadelesine destek vermektense İsrail'in yanında durmayı stratejik bir avantaj olarak görürken, kimi Filistinliler de Kürtlere destek vermek yerine onları ezenlerle işbirliği yapmayı veya en azından iyi ilişkiler içerisinde olmayı çıkarlarına daha uygun görmekteler.

Kinin  (hıncın) dini (hakikati) geçmesi anlamına gelen bu tutum, aslına bakılırsa kendi durduğu zeminin de altını oymak anlamına gelir.

Özünde ezilmişliğin o paradoksal ruh halini yansıtan bu çelişkili tutuma karşı doğru tutum, Mazlumder'in motto'su olan şu özlü sözde özetlenmekte: Kim olursa olsun zalime karşı, kim olursa olsun mazlumdan yana.

Öyle ki bu tutum içerisindeyken, belki yanında olmaya çalıştığınız mazlum size karşı kendisine zulmedenle işbirliği yapacaktır.

Veya karşısına çıktığınız zalim size karşı en büyük desteği zulmettiği kesimlerden görecektir.

İşte o zaman ise zalimler için yaşasın cehennem demekten başka çaremiz yok.

Ama yine de en doğru tutum, Rabbim onları bağışla, çünkü bilmiyorlar diyerek nebevi bir duayı esas almaktır.

Elbetteki muhatabının cehaletini giderme ve onu uyarma çabasını asla ihmal etmeksizin. 

Önceki ve Sonraki Yazılar