1. YAZARLAR

  2. İbrahim Kiras

  3. ‘Farklı görüşte olmak’la ‘düşman olma’nın sınırı
İbrahim Kiras

İbrahim Kiras

‘Farklı görüşte olmak’la ‘düşman olma’nın sınırı

A+A-

Türk toplumu mütecanis bir yapı değil. Hiçbir toplumun mütecanis olmadığı gibi. Ortak değerlerimiz var tabii ama bu değerlerin bazıları bazı kesimlerde daha fazla önemseniyor, bazılarında başka ortak değerler daha öncelikli bir konumda yer alıyor.

Problem şu ki ortaklıklardan ziyade farklılıkları öne çıkaran birtakım sosyal dinamiklere sahibiz. Etnik hassasiyetler, kültürel bölünmeler, mezhep ve din yorumu farklılıkları yetmezmiş gibi toplumsal yapıyı parçalara ayıran siyasi veya ideolojik ayrışmalar da aktif fay hatlarımız.

Sosyal bünyenin bütünleşik olmayışının tarihten devraldığımız gerekçelerine modern dönemde yaşanan çarpık şehirleşmenin yol açtığı yeni problemler de eklendi.

Şehir kültürüyle kırsal kültürlerin çatışması bir sentez ortaya çıkarmak yerine her iki değerin de dejenerasyonuyla sonuçlandı ve dolayısıyla ortak/milli kültür alanını büyük bir boşluk kapladı.

Kimi zaman mahalle veya kabile metaforlarıyla tarif etmeye çalıştığımız kültürel bölünmüşlük giderilemedi, aksine güçlendi. Birbirine kapalı kompartımanlardan müteşekkil bu yapı toplumsal güvenin, hukuka bağlılığın ve vatandaşlık bilincinin gelişmesini engelledi. Modern anlamıyla millet haline gelememiş kalabalıkların milli egemenlik nosyonu doğrultusunda bir yönetim zihniyetine uzaklığı kutuplaşmaları büyüttü.

Toplumumuzdaki “ortak aidiyet duygusu”nun zayıflığına ve hatta yer yer yokluğuna dayanan bir problem bu. Desteklediğimiz futbol kulübünden siyasi parti taraftarlığımıza, etnik kimlik aidiyetimizden tarikat, cemaat, mezhep mensubiyetimize kadar yalnızca belirli bir alanda sahip olduğumuz ve yalnızca belirli bir kesimle paylaştığımız “alt kimlik”lerimiz toplum hayatının bütününde geçerliği olan “üst kimlik”lerden daha baskın durumda.

Böylesi bir toplumsal vasatta “farklı görüşte olmak” ile “düşman olmak” kategorileri arasında belirgin bir sınır bulunmuyor. Dolayısıyla toplumsal fay hatlarını oluşturan konu başlıklarında ortaya çıkabilecek en ufak bir ihtilaf mahalleler arası savaşa dönüşebiliyor kolayca.

Bizde her ideolojik grubun kendi akademisyeni, kendi sanatçısı, kendi gazetecisi, kendi edebiyatçısı, kendi ilahiyatçısı, kendi tarihçisi vs. vardır. Ne sanatçısında ne edebiyatçısında ne de tarihçisinde evrensel standartlar arar bizim insanımız. Kendi mahallesinin adamı, kendi duygularının ortağı olması yeterlidir. Ama öbür mahallenin sanatçısı, edebiyatçısı, tarihçisi vs. söz konusu olduğunda durum değişir tabii. Geçtiğimiz günlerde vefat eden Muazzez İlmiye Çığ’la ilgili tartışmalar da bunu gösterdi bir kere daha.

Bahse konu kişinin akademik yeterliği, ürettiği metinlerin bilimsel niteliği vs. hiç kimseyi ilgilendirmiyordu. Mensup olunan mahallenin perspektifine göre ya bu yaşlı kadını en yüce göklere çıkaran yorumlar yapılıyor ya da böyle bir insanın mevcudiyetinin ülke için ne büyük bir tehlike ve tehdit olduğu anlatılıyordu. İlerleyen yaşlarda aniden karşısına çıkan yalancı şöhretin cazibesine kapılması dışında ayırt edici özelliği olmadığı görülen bu insanın toplumsal/ideolojik grupların her biri için anlamlı bir figür olarak tartışma nesnesine dönüşmesi mantıkla izah edilecek bir durum değil.

Birkaç yıl önce bir vesileyle meseleye ilişkin olarak şunu yazmıştım: Bir ülkenin yöneticilerini en fazla kaygılandırması gereken problem o ülkenin insanları arasındaki birliğin zedelenmesi olmalı. Dolayısıyla bugün Türkiye’nin en önemli problemi toplumdaki -siyaset kaynaklı- kutuplaşmanın gitgide büyümesi, hatta kök salmaya eğilimli görünmesi… Toplumun bir yarısının toplumun öbür yarısına düşman olduğu bir ülke hiç kimse için cennet olmaz; hatta her iki taraf için de cehennem olur… Böylesi bir ayrışmadan kazançlı çıkan da olmaz.

Onun için önce toplumun seçkinlerinin, sonra ülkeyi yönetenlerin toplumsal gruplar arasındaki farklılıkların arka planda kalması için, anlaşmazlıkların büyümemesi için, ihtilafların çabucak çözülmesi ve kan davasına dönüşmemesi için görev üstlenmeleri, ellerini taşın altına koymaları gerekiyor.

Oysa bizde -hiç değilse bugünlerde- pek öyle olmuyor… Toplumun seçkinleri böylesine hayati bir görevin ifası için ortada yoklar. Kimdir toplumun seçkinleri? Bilim adamları, sanatçılar, aydınlar vs… Ama bizde sanatçı dendiğinde sinema oyuncuları ve şarkıcılar anlaşılır; şair, romancı, ressam, bestekar vs anlaşılmaz zaten. Bilim adamı dendiğinde de laboratuvarda çalışıp bir şey icat eden adam akla gelir; sosyolog, tarihçi, siyaset bilimci, vs. akla gelmez… Bir de “kanaat önderi” denilen birileri var. Bu ülkede kendisine seçkin rolü veren niteliklerin dünyanın başka yerinde bir değer taşımadığı kişiler için kullanıyoruz bu sıfatı daha çok…

Bugün itibarıyla söylüyorum, hakikat bildiği şeyi sırf hakikat olduğuna inandığı için savunan bilim adamlarını görmüyoruz ortalıkta. Ne pahasına olursa olsun, doğru bildiğini söylemekten çekinmeyen sanatçılar yok etrafımızda. Kendi ait olduğu dar çevrenin çıkarlarının ötesinde milletin bütününün iyiliğini arzu eden ve üstelik bunun için bedel ödeyebilen, fedakarlıkta bulunabilen kanaat önderlerinden de mahrumuz…

Uzun sözün kısası, “seçkin”lerimizden bize hayır yok… Siyasetçilere gelince, onlar hiç şikayetçi değiller toplumdaki kutuplaşmadan… Çünkü tabanlarını diri tutuyor ülkedeki kutuplaşma atmosferi.

Demek ki biraz sakin olmamız lazım… Yapılacak başka şey yok.

Önceki ve Sonraki Yazılar