1. YAZARLAR

  2. Vahap Coşkun

  3. İktidar, Hukuk ve Sopa
Vahap Coşkun

Vahap Coşkun

İktidar, Hukuk ve Sopa

A+A-

Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı iki gazeteci, Nazım Daştan ve Cihan Bilgin, 19 Aralık’ta Suriye’de ağır bir saldırıya maruz kaldılar ve maalesef hayatlarını kaybettiler. Kamuoyuna yansıyan haberlerde, iki gazetecinin ölümünün Türkiye’nin SİHA saldırısı sonucu gerçekleştiği ve gazetecilerin bindikleri aracın şoförünün de bu saldırıda yaralandığı bilgisine yer verildi. Resmi makamlardan bu haberlere dair herhangi bir açıklama yapılmadı.

Gazeteciler, meslek örgütleri, insan hakları alanında faaliyet gösteren kuruluşlar ve barolar, Daştan ve Bilgin’in katledilmesine tepki gösterdiler. Açıklamalardaki ortak nokta, insan yaşamına kasteden bu saldırının hem iç hukuk hem de uluslararası hukuk bağlamında suç teşkil ettiğiydi. 

Nitekim bu çerçevede Cenevre Sözleşmelerinin ortak 3. maddesi, Uluslararası Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi’nin 6. maddesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 2. maddesi ve Roma Statüsünün 8. maddesindeki hükümler hatırlatıldı. İki gazetecinin ölümüne neden olan saldırının gerek ulusal ve gerek uluslararası hukukun ihlali olduğu vurgulandı. 

Bir Susturucu Olarak “Terör” İthamı 

Devletin bu tablo karşısında yapması gereken iki iş vardı:  Birincisi, iki gazetecinin ölümüyle neticelenen bu hadiseyi ayrıntılı bir biçimde incelemek ve halka bilgi vermekti. İkincisi de vakit geçirmeden hadiseye ilişkin soruşturma açmak ve sorumluların hukuki olarak hesap vermesi. Maddi gerçeğin ortaya çıkması ve hukukun işlemesi ancak bu şekilde mümkün olabilirdi. 

Lakin devlet bunu yapmadı, tam aksi bir tavır takındı. Evvela, vatandaşların anayasal haklarını kullanarak demokratik tepkilerini ortaya koymalarına engel oldu ve aralarında gazeteci ve avukatların da bulunduğu onlarca kişiyi gözaltına aldı. Akabinde bu ölümleri halka duyuran şahıslara ve kurumlara yöneldi. Yargı, ölümleri araştırmak yerine ölümleri haberleştirenlerle ve buna tepki gösterenlerle uğraşmayı tercih etti. Soruşturma açılanlar arasında İstanbul Barosu da vardı. 

Gerekçe tanıdık: “Terör propagandası yapmak” ve “Halkı yanıltıcı bilgi yaymak!” Devlete muazzam bir hareket alan açan, son derece esnek ve kullanışlı kavramlar bunlar. Burada bilginin doğruluğu ya da yanlışlığı önem arz etmiyor, devlete yarayıp yaramadığına bakılıyor. Eğer devletin, iktidarın canını sıkan bir haber ya da bilgiyse hemen üzerine “yanıltıcı bilgi” etiketi yapıştırılıyor ve sahibine adliyenin yolları gözüküyor.

“Terör” ithamı ise devlet tarafından bir susturucu olarak kullanılıyor. Kimse herhangi bir itirazı dile getirmemeli, bir eleştiri yapmamalı, olan biteni kayıtsız şartsız kabul etmeli. “Terör” ile mücadele edilirken hiçbir arızalı ses çıkmamalı ve devletin faaliyetlerine mutlak bir kabul gösterilmeli. Hiç kimse devleti sorgulamayı aklından geçirmemeli, bir yanlış olabileceğini düşünmeye, hele bunu kamuya açıklamaya asla cüret etmemeli. Devlet bir şeye “terör” dedi mi orada akan sular durmalı. 

Sınır ihlali 

Fakat terörün ne olduğu ve neyin terör propagandasına gireceği de devletin keyfine bağlı. Misal, Türkiye’deki mevcut düzende Salih Müslim ile Muhammed El Culani’nin hukuk karşısındaki pozisyonları aynı. İkisi de Türkiye’de “terör örgütü” kabul edilen yapıların liderleri,  yani ikisi de “terörist”! 

Ne var ki ikisine yapılan muamele aynı değil. Örneğin Müslim ile görüşürseniz bu “terör” propagandasına” girer, Culani ile görüşürseniz bu “başarılı habercilik” olur. Müslim’e selam dahi veremezsiniz ama Culani ile can ciğer kuzu sarması olmanızda bir beis bulunmaz. Müslim ile söyleşirseniz soluğu hâkimin karşısında alırsınız ama Culani ile görüşürseniz takdir edilir, Kasyun Dağı’nda Şam manzaralı çay içersiniz. 

Velhasıl “terör”, devletin elinde son derece işlevsel bir araç; bunu gerekli gördüğünde devreye sokuyor, gerekli gördüğünde elinde tutuyor. Bu araçla vatandaşları susturuyor ve cevap bekleyen suallerin gündeme gelmesini engelliyor. Örneğin bahse konu olayda; belirtilen tarihte ve yerde bir SİHA saldırısının olup olmadığı, iki gazetecinin ölümünün bu SİHA ile bir bağlantısının bulunup bulunmadığı, eğer bir bağlantı varsa sorumlular hakkında gerekli işlemlerin yapılıp yapılmadığı gibi çok temel sorular var. 

Her halde devletin en başta gelen yükümlüğü bu sorulara yanıt vermesidir. Ama bununu yerine devlet, meseleyi “terör” söylemine boğarak asıl konuşulması gereken hususların konuşulmasının önüne geçiyor. Tartışmanın kendi belirlediği sınırlar dâhilinde cereyan etmesini talep ediyor. Eğer olur da biri sınır ihlali yaparsa ona da sert müeyyidelerle karşılık veriyor; soruşturma açıyor, gözaltına alıyor, tutukluyor vs. 

Tarihin Tekerrürü 

Böylelikle başkalarına da gözdağı veriyor. Yargı da burada iktidarın sopası vazifesi görüyor. Son bir-iki ay içinde Nasuh Mahruki’den İsmail Saymaz’a, Fatih Altaylı’dan Nevşin Mengü’ye, Özlem Gürses’den Seyhan Avşar’a, İsrail ile ticareti protesto eden gençlerden iki gazetecinin öldürülmesine tepki gösterenlere kadar verilen her kararda bu sopayı görmek mümkün. Sopa her daim elde ve ters bir ses çıkaranın sırtına vurulmaya hazır vaziyette.  

Fakat anlaşılan iktidara bu da yeterli gelmemiş olacak ki eli İstanbul Barosu’nu kadar yükseltme ihtiyacı hissediyor. Baroyu hedef alan soruşturmanın hukuki hiçbir dayanağı yok elbette. Türkiye Barolar Birliği Başkanı Erdinç Sağkan, ifadeye çağrılan İstanbul Baro Başkanı İbrahim Kaboğlu ve yönetim kurulu üyeleri ile dayanışmak için geldiği Çağlayan Adliyesi’nde yaptığı açıklamada soruşturmanın hem usul hem de esas açısından hukuksuz olduğunu gözler önüne serdi. 

Ama zaten mesele hukuk değil. 

İktidar, Anayasa ve Avukatlık Kanunu’na göre “hukukun üstünlüğünü ve insan haklarını savunmak ve korumak” görevli kılınan baroları bile ateş tahtasına oturtarak topluma siyasi bir mesaj veriyor; muhaliflere pabucun ne kadar pahalı olduğunu gösteriyor. 

Tarih bir kere daha tekerrür ediyor; zamanında yargının kendisine karşı bir silah olarak çekilmesinden çok çekmiş bir siyasi hareket, iktidar olunca bu sefer kendisi yargıyı başkalarına karşı bir silaha dönüştürüyor. Bugün “bağımsız ve tarafsız yargı” lafı, dinleyende kötü bir şaka hissi uyandırıyor; yüzlerde müstehzi bir ifade, ağızlarda kekremsi bir tat bırakıyor. 

Yargıya güven boşuna yerlerde sürünmüyor. 

Çünkü muhalifleri sindirmek için kullanılan bir aparat duygusu veren bir yargıya ne saygı duyuluyor ne de itimat ediliyor.

 
Önceki ve Sonraki Yazılar