İlahiyat’tan Yüksek İslam’a, Akademisyen’den Alim’e
İslam tarihinde bir bilginin özel, belli bir alanda öne çıkmış olması onu diğer disiplinlerden habersiz kılan bir husus değildir. Modern yöntem bilginin nesnesi olan tabiatı otonomlaştırıyor, arkasından parçalıyor, bu Descartes’tan bu yana süjenin obje üzerinde açıklama yoluyla hegemonya kurma imkanını veriyor.
Genel olarak İslam alimlerinin “ansiklopedik” olduklarını söylemek mümkün, mesela İbn Rüşt felsefe alanında isim yaparken aynı zamanda fıkıh-hukuk alanında da sayılı uzmanlar arasında yer alır. Daha üst düzeyde İbn Sina neredeyse her alanda bugün dahi okunmaya değer eserler ortaya koymuştur. Gazali kelam, felsefe, fıkıh ve tasavvuf konularında kaynak eserler telif etmiştir; tabiinden Hasan el Basri kelamcı olduğu kadar fakih ve zühd ehlidir.
Parça hakkında uzmanlık gerektiren doğru bilgi ancak bütünle ilgili genel bir bilgi ve vizyona sahip olunduğunda mümkün olabilir.
Bizim söz konusu ettiğimiz mesele beşeri sosyal bilimlerle ilgilidir. Fizik bilimlerde takip edilen yöntem dikkate değer eleştiriler alsa bile (bkz. Paul Feyerabant, Yönteme hayır, 4. Bsm. Ayrıntı y. Ertuğrul Başer, İstanbul-2020) yine de yöntem söz konusu olduğunda tabiat bilimleriyle sosyal bilimler arasında ayırım yapmak lazım. Öyle de olsa akademik dilin soğuk, sakin ve bir ölçüde mekanik yapısını göz önüne alsak bile –ki bu aşırılaştırılmadığı veya yapmacık olarak kullanılmadığı sürece gereklidir-, “bilimsel olma veya akademik görünme” adına ruhi iştirakle desteklenmekten uzak mekanik bir anlatımın özellikle seçildiğini görüyoruz. Dinin dili –kelimeler bir yana- anahtar terimler kullanma zorunluluğu doğduğunda dahi terim kendi lokal evreninden tecrit edilmekte, bazen da sanki ona sahip çıkılmadığını belirtmek üzere tırnak içine alınmaktadır.
Bu çerçevede ve biraz da sadakatle takip edilen yöntemin doğasından kaynaklanması dolayısıyla, İlahiyat fakültelerinde “İslami bilgi” üretilmiyor, birçoklarının artık yeterince farkına vardığı üzere “İslam ve din hakkında konuşuluyor, yazılıp çiziliyor.” Esasında amprik çalışmalar ve dinin din sosyolojisine indirgenmesi bizzarure böyle bir sonucu doğurmaktadır. Bu da başka bir tehlikeyi beraberinde getirmektedir.
İslam bakış açısından bilgi (ilim) edinmenin ilk fonksiyonu öğrenenin (talibin) kendisi için ilme ihtiyaç hissetmesidir. İlim, dinin en doğru tanımına göre önce bir anlam, sonra ameli bir yol haritası verir ve bir Müslüman sahih, doğru bir anlam ve yol haritası için ilim öğrenir. İlim dinin maksadına uygun algılanmasına ve yaşanmasına yol açar ki, zaten en özet tarifi, dinin bir anlam ve yol haritası olması değil mi?
İlim öğrenmenin diğer bir fonksiyonu toplumu doğru yönde değiştirmektir, bu da alimin kamusal misyon üstlenmesini gerektirir. İstisnaları hariç, ilahiyatçıların kahir ekseriyeti, kamusal alana çıkmıyor, bazen bir şeylerin, bazen her şeyin yanlış gittiği dünyayı değiştirme çabasını girmiyor, hatta modern dünyaya eleştirel bile bakmıyorlar; iktidarla kavga etmiyorlar, aksine iktidarla uyumlu çalışmaya gayret ediyorlar; kendilerini bir uzman, bir akademisyen olarak görüyorlar, ciddi manada ümmetin dertleriyle ilgilenmiyorlar, bu özellikleriyle tarihimizin ‘resmi ulema’ geleneğine yakın durup, ‘sivil ulema’nın rolünü üstlenmiyorlar. Kendilerine devlet görev verdiğinde, kraldan kralcı davranıp, İslam’ın temel varsayımlarına aykırı kurulmuş bir dünyanın daileri ve fedaileri rolünü üstleniyorlar. Birbirlerine karşı rekabete veya fikri mücadeleye girişirken devlete referans veriyorlar, devleti kendileri yanında destek vermeye çağırıyorlar. Belki de bunun sebeplerinden biri kelami bir zeminde “iktidar” üzerinde yeterince imal-i fikr etmemeleri ve kendileriyle ilişkilendirilen belli iktidar alanının cazibesini sorgulamamalarıdır.
Bana göre yöntem akademisyenin öfkesini bastıran, söndüren bir fonksiyon görmektedir.
Burada sözü edilen iktidar, salt “siyasal iktidar” olmak yanında –ki İslami tefekkür ve bilgi alanında hareket eden İlahiyatçıların en başta yapmaları gereken bu iktidar yapısını sorgulamalarıdır- resmi toplumun vesayeti altında, belli bir hiyerarşiyi öngören, aşağıdan yukarıya doğru çıkıldığında politikleşen, yukarıdan aşağıya doğru inildikçe orta ve küçük alanlara bölünüp her seferinde kendini yeniden üreten irili ufaklı iktidar alanlarıdır. Bu temel dürtüsüyle İlahiyatçı halkın gerçek manada itibar ettiği, görüşlerini referans aldığı bir müçtehit veya orta seviyede ikna edici bir kanaat önderi dahi olamıyor; hiç formel/örgün tahsil görmemiş, ancak meşru usul dahilinde İslami bilgi üreten, konuşan ve geniş kitleleri mobilize eden zatları kendi iktidar alanlarının rakipleri görüyorlar.
Bunun irdelenmesi gereken birden fazla sonucu ve etkisi vardır. Bunlardan biri, bir kısım ilahiyatçıların, ya kolayca iç resmi toplumun (politik-askeri) veya dış birtakım merkezlerin öngörüleri doğrultusunda tez konusu seçmeye yatkın olmalarıdır. AÜ İlahiyat Fakültesi Araştırma Görevlisi İhsan Çarpıcıoğlu’nun araştırmasına göre, bu fakültelerde yüksek lisans düzeyinde yapılan araştırmaların yüzde 65’i “din sosyolojisi”yle ilgilidir (Yeni Şafak, 20 Aralık 2004). Kurumsal din sosyolojisi, doğası gereği amprik çalışmaları gerektirdiğinden, bir takım iç ve dış politik-askeri stratejik merkezlerin hayli ilgisini çeker. Söz konusu tez seçiminde hangi kriterlerin kullanıldığına bakmak lazım. Tezler yapılırken birtakım hassasiyetlere dikkat ediliyor mu? Bazı bilgiler bir toplumun mahrem dünyasına aittir. Bazı tezler yüzlerce stratejik araştırma enstitüsünün ilgisini çeker.
Dinin dilinin sekülerleşmesi ve ilahiyat öğrencisinin İslami bilgi elde etme, nasslardan hüküm çıkarma usulünden habersiz yetiştirilmesi, onun zihninin iki ana parçaya bölünmesine sebebiyet vermektedir. Mesela ortalama bir ilahiyatçının –Müslüman aydınınki de pek farklı değildir- şöyle diyebildiğini duyabiliyoruz: “Bu dini bir mesele değil, siyasi bir meseledir.” Bu cümleyi en üst seviyedeki din bürokratı söyler, söylemektedir de. Televizyon ekranlarında görüş beyan eden bir ilahiyatçıya göre İslam dünyasında yaşanmakta olan sorunların temelinde “din” değil, siyasi, iktisadi ve başka sebepler yatmaktadır. Zihnen sekülerleşmiş akademisyene göre iktisadi bağımlılık, diktatörlükler, otokrat yönetimler, kentleşme, uluslar arası sömürü, tahakküm, eşitsizlik, toplumsal çözülme vb. konular “dini konular” değildir. “Dini konular” namaz, oruç, abdest, hac, kurban, kutsal geceler vb. konulardır. Bu ilahiyatçı kendi kafasında geleneksel fıkıh kitaplarında “muamelat-ukubat” bölümlerinde ele alınan bilumum konuları dinin dışına çıkarmış, hayatın bu geniş alanını laikleştirmiş, dini salt akaide ve sosyo politik ve hukuki karşılığı olmayan ahlaki kuralların öğütlenmesine indirgemiş bulunmaktadır.
Günün modasına uygun zihni ikiye bölünmüş bu zatlar, durmaksızın geleneği eleştirmekte, zengin fıkıh külliyatını Arap örfü diye gözden düşürmekte, geçmişte Müslüman alimlerin, kurucu imamların müktesebatını dinin anlaşılmasının önünde engel görmektedirler. Öyle ki sadece Kur’an’dan hareketle yüzlerce Alman ekonomistine brifing verdiğini, bu sayede Almanya’nın dünyanın ikinci sağlam ekonomisine sahip olduğunu iddia eden bir “Kur’an’cı hoca”ya göre, tarihimizin neredeyse alimlerinin tümü hem İslam’ı ve Kur’an’ı anlamamış, hem yaptıkları içtihatlar, serdettikleri fikirlerle İslam’a ve Kur’an’a ihanet etmişlerdir.
İtikat ve kelam “dini konular”a; muamelat, ukubat yani politik, iktisadi, sosyal, devletler arası ve diğer konular “din-dışı alan”a çıkarıldığında, Müslüman zihnin modern dünyayı ve buna referans çerçevesi teşkil etmesi beklenen İslam’ın aktığı canlı mecrasını anlaması ve anlamlandırması mümkün olmuyor. Bununla ilişkili olarak Hıristiyan ilahiyatın temel uğraş konuları ile bu konular etrafında sosyal bilimlerdeki tartışmalar İslam içine taşınıyor. Bu önce paradigmatik olarak İslam’ın ağırlıklı olarak Protestan versiyonuyla Hıristiyanlaştırılması, ardından dil ve yöntem üzerinden dinin sekülerleştirilmesi gibi sonuçlara yol açmaktadır.
Benim 1960’larda okuduğum İmam Hatip’te Arapça, İngilizce, Farsça; tabiat bilimlerinden fizik, kimya, biyoloji; sosyal bilimlerden sosyoloji, psikoloji; felsefe; İslami ilimlerden tefsir, hadis, kelam dersleri vardı; Yüksek İslam Enstitüsü’nde müfredat iyiydi.
Yüksek İslam Enstitüleri’nin İlahiyat Fakülteleri’ne çevrilmesi iyi mi oldu, kötü mü oldu? Bu sorulmaya değer bir sual. Yaşadığımız tecrübeden maksadın hasıl olmadığını anlıyoruz. Bence İlahiyat Fakülteleri’ni “Yüksek İslami İlimler Fakülteleri” olarak değiştirip beşeri-sosyal ve İslami ilimlerin okutulduğu merkezler haline getirmek lazım. İyi planlandığı ve kendi hatırına işletildiği takdirde İmam Hatiplerden ve Yüksek İslami İlimler Fakültesinden toplumsal değişimi sağlayacak, kelami/felsefi analiz kabiliyeti gelişmiş, geleneksel tarihi mirasa ve moderniteye eleştirel bakabilen ulema-aydın profiller yetiştirmek mümkün, şimdilik ihtiyacımız bu görünmektedir.