İnsan uygarlığı geri mi gidiyor?
Yukarıdaki fotoğrafa iyi bakın. Ön planda görülen kadının adı Kristi Noem. Amerika’nın İç Güvenlik Bakanı.
Önünde poz verdiği kafası kazınmış yarı çıplak insanlar, Amerika’nın sınır dışı ettiği ve “terörist” dediği Latin Amerika, daha çok da Venezuela kökenli göçmenler.
Noem bu pozu, o göçmenlerin hapsedildiği El Salvador’daki kötü ününü bizim Türkiye’den bile bildiğimiz cezaevinde vermiş.
İnsanlık için bir yeni dip noktası bu fotoğraf.
Nedenine nasılına ve fotoğrafın ülkemizle ilgisine geleceğim.
Önce kısa bir ukalalık yapayım ama izin verin.
‘Modern insan’ çok kısa süredir var
İnsan dediğimiz canlı evet yüzbinlerce yıldır, hatta belki milyon yılı aşkın süredir dünya üzerinde var ama bizim “modern insan” dediğimiz canlı Göbeklitepe’yi başlangıç alsak, 12-13 bin yıldır var.
Hazreti Musa’yı başlangıç alsak 3 bin yıldır, Hazreti İsa’yı başlangıç alsak 2 bin yıldır, Hazreti Muhammed’i başlangıç alsak 1400 yıldır var.
Galileo’yu başlangıç alsak 400 küsür yıldır, Newton’u başlangıç alsak 300 küsür yıldır, Albert Einstein’ı başlangıç alsak 110 yıldır var.
Biz insanlık tarihini hep “ileriye” yani daha iyiye ve güzele doğru giden doğru bir çizgi olarak görme eğilimindeyiz ama bu kısacak tarihte bile çok sayıda geri gönüşleri sil baştan başlangıçlar var.
Uygarlık geri gider mi? Evet gider!
Bu macerayı geçen yıl yayınladığım İnsan Uygarlığının Kısa Tarihi adlı kitabımda da yazmıştım; burada kitaptan bir örneği tekrar edeyim:
Roma İmparatorluğu, bilimde, mühendislikte, insan ilişkilerinde, hukukta, sosyal hayatta büyük bir “ilerleme”yi temsil ediyordu.
Ama milattan sonra 500 yılı civarında yıkıldığında temsil ettiği uygarlık seviyesi neredeyse buhar oldu ve uçtu, ancak bundan 1000 yıl sonra o uygarlık azar azar geri gelmeye başladı.
Örneğin Romalılar, 60 metre, 80 metre uzunluğunda dev ahşap gemiler yapıyor, ticaretlerini bunlarla sürdürüyordu. İnsanlığın yeniden 60-80 metrelik ahşap gemi yapabilmesi için aradan yüzlerce yıl geçmesi gerekti. O mühendislik bilgisi buhar olup uçmuş gitmişti.
Rönesans’la keşfettiğimiz şimdi buhar olup uçar gider mi?
Ortaçağ karanlığı dediğimiz dönem din devletinin yarattığı karanlıktır. Bu karanlıktan ‘Rönesans’ hareketiyle çıkılmaya başlandığını hepimiz biliriz de rönesansın ne olduğunu çok düşünmeyiz.
Rönesans, Batı Avrupa’nın bir kez daha insanı, duyguları, arzuları, hırsları, zaafları ve üstünlükleriyle bireyi keşfetmesidir.
O keşif neredeyse kendiliğinden oldu. Din devleti baskısı, bireyi bir kollektifin parçası yapıyordu, oradan çıkmak için o dönemin insanları gidip eski Yunan tragedyalarına, insanların hikayelerinin anlatıldığı şiirlere döndüler, ressamlar Hazreti İsa’yı bile duyguları olan bir insan olarak resmetmeye başladılar.
İnsanın ve bireyin keşfidir, insanlığı birkaç yüzyıl içinde Aydınlanma Devrimi adı verilen büyük düşünce devrimine getiren.
Aydınlanmanın katkısı: İnsan hakları
Adına ‘Aydınlanma Devrimi’ denen şey pek çok şeydir aslında ama bunlar içinde bir tanesi, bu yazının da konusunu oluşturduğu için öne çıkar. O da insan hakları kavramıdır.
İnsanın insan olarak doğmaktan kaynaklanan temel haklara sahip olması, din devletinden kopuşta çok önemli bir fikri sıçramayı temsil ediyordu ve tuhaf biçimde kaynağını da aslında ta Roma İmparatorluğu döneminde buluyordu. Aydınlanma’nın düşünürleri yoktan bir şey keşfetmemişlerdi, insan uygarlığının geçmişte yaptığı bir dizi keşfin üzerine bir şeyler eklemişlerdi sadece.
İnsan hakları kavramı modern insanlık tarihinde ilk kez Amerikan Devrimi’nin temel metni olan Bağımsızlık Bildirgesi’ne yazıldı. Bildirgede “Bütün insanlar eşit yaratılmışlardır. Bütün insanlara yaradan tarafından devir ve vazgeçilemeyen bazı haklarla doğarlar. Bu haklar içinde yaşama, özgürlük ve mutluluğun aranması vardır” deniliyordu.
20. yüzyılın iki önemli insan hakları metni
Tabii Amerikalılar 1776 yılında kendi bağımsızlık haklarını temel insan haklarına dayandırdılar diye dünya bir anda insan hakları kavramına geçmedi. Ama 20. yüzyılın yaşadığı en büyük felaketlerden biri olan 2. Dünya Savaşı insanlığı geleceğini bu kavram içinde aramaya itti.
Önce Birleşmiş Milletler bir ‘İnsan hakları evrensel bildirgesi’ yayınladı, ardından Türkiye dahil çok sayıda ülkenin kurucusu olduğu Avrupa Konseyi bir “Avrupa İnsan Hakları Bildirisi” yayınladı.
Bu son bildiri, ülkemizde de Anayasanın 90. maddesine göre yerel yasalarımızdan daha üstün bir yasa niteliğinde.
Çoğulcu demokrasiden çoğunlukçuluğa geçiş
Ama diyorum ya, insanlığın tarihi hep ileriyi gösteren bir ok gibi değil; zaman zaman geri dönüşler, hatta çok keskin geri dönüşler oluyor bu tarihte.
Günümüze denk gelen keskin dönüşlerden en önemlisi artık sadece ülkemize özgü olmayan bir durumun, çoğunlukçuluk anlayışının dünya çapındaki yükselişi.
Giderek yaşlanan ve verimliliği düşen nüfuslarına refah yaratmakta zorlanan Batı demokrasileri, başta dünyaya insan hakları kavramını ve neredeyse sınırsız ifade özgürlüğünü hediye eden Amerika olmak üzere, giderek çoğulcu ve eşitlikçi bir toplum idealinden çoğunluğun dediğinin olduğu bir topluma doğru yol almaya başladı.
Bu bizim hiç yabancısı olmadığımız bir durum; Türkiye demokrasisi ekonomik refah yaratmayı başardığı kısa dönemler dışında hep bu çoğunlukçu anlayışın etkisine girdi; bugünlerde o etkinin kritik bir dönemecindeyiz.
Çoğunluk öyle derse hukuk askıya alınır mı?
Çoğunlukçuluk denen yönetim anlayışının yarattığı çok sayıda sorun var ama herhalde en önemlisi, çoğunluk öyle istiyorsa hukukun, temel insan haklarının bile askıya alınabileceğine dair uygulamaları.
Türkiye, kabaca 2013 sonu 2014 yerel seçiminden beri, mahkemelerde görülmesi gereken davaların seçim sandıklarında sonuçlandığı, “Halk bana oy verdi, demek ki mahkeme de beni mahkum edemez” veya “Halk bana oy verdi, öyleyse benim suçlu dediğim suçludur” anlayışının giderek daha yaygın kullanıldığı bir ülke.
Bugün de iktidar en önemli siyasi rakibinin elinden 31 yıllık üniversite diplomasını aldı, onu yolsuzluk iddiasıyla hapse attı ve yargılamanın mahkemede değil seçim sandığında olmasını tercih eder gibi davranıyor. İşin tuhafı hapse atılan Ekrem İmamoğlu’nun partisinin en büyük güvencesi de seçim sandığı veya İmamoğlu için sokağa çıkan dev kitleler.
Trump da aynı şeyi yapıyor
Bakın Amerika’ya… İşte en son saygın üniversite Tufts’da doktorasını yaparken öğrenci vizesi iptal edilip ABD’den atılmakta olan Türk akademisyenin durumuna.
Bundan 6-8 ay önce hayal edilemez bir durum; Amerika’da bir kişinin sırf siyasi görüşleri nedeniyle vizesinin iptal edilip sınır dışı edilmesi. Hemen mahkemeler işe el atar, bu idari işleme başlanmışsa bile onu durdururdu.
Bugün Trump çoğunluğu ve çoğunlukçuluğu mahkeme tanımıyor, mahkeme de zaten o çoğunluğa karşı gelmeye ürküyor, geri çekiliyor.
Çoğunlukçuluğun Türkiye’de de, dünyanın başka ülkelerinde de gençlerin “zorbalama” dediği (İngilizcesi bullying) yöntemle iş görmesi hiç tesadüf değil.
Köle tüccarı fotoğrafı
Gelelim yazının tepesindeki fotoğrafa. Başkan Trump’ın İç Güvenlik Bakanı Kristi Noem fotoğraf çektirmeye pek meraklı. Daha önce sınır devriyeleriyle at sırtında fotoğrafını da gördüğümüz Noem’in önünde poz verdiği yarı çıplak göçmenler, bizzat o bakanın kendi mahkemesine yalan söyleyerek El Salvador’a yolladığı insanlar.
El Salvador’daki o cezaevi ile ilgili Amerikan Dışişleri Bakanlığı’nın geçmişte onlarca insan hakları ihlali raporu yazması bir yana, sadece bu fotoğraftaki manzara bile oranın nasıl bir yer olduğunu herkese gösteriyor zaten.
Ama yeni dönem bu: Geçmişte bırakın siyasetçiyi memurlar bile bu fotoğrafı çektirmeye utanırdı, o bu manzara önünde basın toplantısı yapıyor.
Türkiye de çok farklı değil
Amerika uzayda bir gezegen değil. Orada olanların benzerleri başka yerlerde de oluyor. Bakın Ege’den her gün, “Boğulmak üzerelerken kurtarılan yasa dışı göçmen” haberleri geliyor. Yunanistan Sahil Güvenliği Türkiye’den geçmek isteyen göçmenleri öldürmeyi göze alıyor, denize atıyor. Hukuk, temel insan hakları vs hikaye.
Türkiye’den de Saraçhane’den gelen işkence, kötü muamele iddiaları var. Bunlar da bir duvara çarpıyor. Genç kızlar, “Polis mememi elledi” diye ifade veriyor, en ufak bir sonuç bile doğurmuyor, uyduruk bir soruşturma bile açılmıyor.
Çoğunluk zorbalığı devam eder mi?
Baksanıza, bir zamanlar Edward Said eline sembolik bir taş alıp İsrail’e attı diye ortalık karıştığında onu ve akademik özgürlükleri aslanlar gibi savunan koca Columbia Üniversitesi bugün Trump’ın “400 milyon dolarınızı keserim” zorbalığına teslim oldu, akademik özgürlüğü çöpe attı. Çünkü ülkesinde kendisini savunacak bir mahkeme kalmadığını, mahkemelerin zorba başkan ve arkasındaki linç kalabalığından korktuğunu düşünüyor.
Haksız olmayabilir.
Kaldı ki Trump, hukukun üstünlüğü kavramını icat edip 250 yıl uygulayan Amerika’da bugün mahkeme kararlarını tanımayan bir başkan olarak tarihe geçmiş durumda. Onu durduracak bir mahkeme kararı da hala yok. Çünkü arkasındaki linç kalabalığı herkesi ürkütüyor.
Ama Türkiye’de kalabalık sanki yer değiştirdi
Yalnız bu kadar ümitsiz de olmamak lazım. Bakın Türkiye’de çok önemli gelişmeler yaşanıyor. Geçen hafta 15,5 milyon kişi gitti Ekrem İmamoğlu için sembolik bir oy kullandı, daha doğru söyleyişle bir çeşit plebisit veya sayım yapıldı.
Bu sayımda ortaya çıkan rakam, Türkiye’de iktidarın zorbalığını sınırlayıcı nitelikte. Çünkü çoğunluk belki de yer değiştirdi.
Dolayısıyla bir ihtimal belki çok daha tehlikeli bir noktaya, iki büyük kalabalığın sokakta birbiriyle karşı karşıya gelebileceği bir noktaya yaklaştık, bir ihtimal iktidar belki de çoğunluğu kaybettiğini anlayıp ansızın çoğulculuğu ve iç barışı savunmaya başlayabilir.
Her şart altında, hem ülkemizde hem dünyanın geri kalanında eski uygarlığımızdan çok daha geride bir yerdeyiz. İlk vazgeçtiğimiz şey, uygarlığımızın gerçekte en büyük kazanımı olan insan hakları kavramı, bütün insanların eşit yaratıldıkları ve eşit haklara sahip oldukları anlayışı.
Dediğim gibi uygarlıklar geri gidebilir; tarihte daha önce yaşandı, yeniden yaşanabilir. Ama tarihtekinden farklı olarak bugün neyi kaybetmek üzere olduğumuzun da farkındayız.
Belki bu farkındalık, insanlığın bir ümididir.