İslam’da İlk Kırılmalar
Ebu Yusuf, Abbasi halifesinin kendisine teklif ettiği Kadı’l-kudat (Adalet Bakanlığı) görevini kabul etti. Emevi ve Abbasi dönemlerini yaşayan hocası Ebu Hanife ise her iki dönemde de görev kabul etmeyi reddetti. Ebu Yusuf’un devlet yönetiminde görev kabul etmesinden sonra ulema geleneğinde belirgin bir çatallaşma meydana gelmiş oldu: Resmi Ulema, Sivil Ulema. Emeviler, ulemayı kendi yanlarına çekmek istiyordu ama bunu başaramadılar. Başta fıkıh olmak üzere İslami ilimlerde temayüz eden alimleri hukuk üretiminde serbest bıraktılar.
“Kılıç” metaforunu öne çıkaran Batılı tarih yazıcılarının iddia ettiğinin aksine –batılı ve batı etkisindeki akademik çevreler hala bu yaklaşıma sahiptirler- İslamiyet’in tarihte yayılmasını kolaylaştıran iki dinamikten biri, bugünkü deyimle “din ve vicdan özgürlüğünü teminat altına alması”, diğeri doğu toplumlarına mahsus feodaliteyi sona erdirip köylüleri özgürleştirmesidir. Endülüs’ten Çin sınırına kadar tarihin en büyük imparatorluğunu kurmayı başaran Emevilerin başarısını keskin kılıçlara indirgemek mümkün değildir.
İslam, ta ilk günden itibaren insanları din ve inanç seçiminde serbest bıraktı, “Din seçiminde zorlama olmayacağı” (2/Bakara, 256) hükmü, bittabi kendi dinlerinde kalmak isteyen gayrımüslim topluluklara uygulanacak tutum için bundan başka seçenek bırakmazdı. İktidar muhterislerinin işe müdahil olmadığı durumlarda farklı din yorumuna göre amel etmek isteyen Müslüman topluluklar için de bu hüküm koruyucu bir şemsiye oldu, bu sayede hem birden fazla mezhep teşekkül etti hem de Müslüman olmayanlar kendi inançlarını ve varlıklarını koruyup bugüne getirebildi.
Eğer sivil medeni alanın teşekkülü için olmazsa olmaz şartlardan biri, devletin dine ve farklı din yorumlarına müdahalesinin söz konusu olmamasıysa, tarihi tecrübe bize Müslümanlar yanında Müslüman olmayanların da kendilerine özgü sivil alanlara ve bu alanlarda geliştirdikleri farklı hayat biçimlerine sahip olduklarını göstermektedir.
Bu durum tespiti bir iddia olmanın ötesinde tarihsel hakikattir, yine de bir iddianın doğruluğunu ölçmenin yollarından biri geçirdiği tecrübedir, İslam’ın hükümran olduğu coğrafyada asırlardır gayrımüslimlerin varlıklarını devam ettirmeleri bunun somut delilidir. Modern zamanlara gelinceye kadar Avrupa’da Hıristiyanların dışında diğer din mensupları kendi varlıklarını devam ettiremediler, bugün de –özellikle Fransa modelinde- dini vecibe ve geleneklerine göre yaşama konusunda resmi ve sivil zorluklarla karşılaşmaktan kurtulmuş değiller.
İkincisi, Irak’ın fethi örneğinde görüldüğü üzere –Sevad arazisine getirilen statüyle- toprak üzerinde yaşayan insanların özgürleştirilmesidir. İslam’ın yayıldığı her yerde kadim derebeylikler vardı, toprak üzerinde yaşayanlar derebeylerin malı mülkü hükmündeydi, eziliyorlardı. İslamiyet haraç/ikta ve miri toprak düzeniyle toprak üzerinde yaşayan insanları özgürleştirdi, bu yüzden fetihler kolayca sürdü. Önceki yazıda atıfta bulunduğumuz üzere, Hz. Ömer, yeni toprak düzenini tesis ederken Kur’an’ın lafzi hükümlerine aykırı olması pahasına –hakikatte maksadına muvafık- yeni fethedilen yerlerde yeni feodaller türemesin diye devrim sayılabilecek yeni tatbikata imza atmıştı.
İki beşeri havza (Hıristiyan Avrupa ile Müslüman Doğu) arasında basit bir mukayese yaptığımızda ortaya çıkan durum şudur: Batı’da feodal düzenin tesisinde ve devamında Kilise, feodal beylerle/aristokrat sınıfla kurduğu ittifakın payı belirleyici iken, Doğu İslam’da feodaliteyi yıkıp toprak üzerinde yaşayanları özgürleştiren İslamiyet olmuştur. Benzer şekilde engizisyon ve ateşte yakmalara kadar giden din (kilise) ve vicdan üzerindeki baskının amil faktörü din iken, Doğu’da din (İslamiyet) özgürleştirici rol oynamıştır.
Bu sistem Emevilerin inisiyatifi ele geçirmeleriyle birlikte belli belirsiz bir değişikliğe uğradı ama her şeye rağmen ortadan da kalkmadı.
Değişimi şöyle sıralayabiliriz:
1) Hilafet saltanata dönüştü, biat rızaya olmaktan çıktı. Tarihçiler der ki Muaviye’nin aldığı biat şuydu: Elinde kılıç tutan iki asker bir sahabenin veya bir adamın sağında ve solunda duruyor, biat istiyorlardı; biat isteyen askerlerin kılıçlarıyla boynu arasında iki parmak mesafe vardı.
2) Muaviye’nin yaptığı ikinci değişiklik, profesyonel ordu kurmuş olmasıdır. Profesyonel ordu ilk defa Muaviye döneminde kuruldu; böylelikle yöneticiler ellerinde tuttukları silahlı gücü bir yerde topluma karşı kullanıp iktidarlarını koruma imkanlarını elde etmiş oldular. Abbasiler döneminde daha açık ve sistematik olarak rejim ordu tarafından korunur hale geldi. Bu İslam tarihinde ilk defa vuku bulan bir durumdu. Sonraları sosyo-politik sisteme dahil edilen Türklerin görevi kurulan Hassa ordularıyla rejimi korumak oldu. Selçuklularla birlikte rejim militaristleşti.
3) “Fey” statüsünde olan toprak sistemi, önemli ölçüde “temlikî ikta” sistemine döndü. Osmanlılar sistemi mantıki sonuçlarına götürdüler, 1595’te iltizam usulünün kabulüyle sistem büyük ölçüde bozulmuş oldu. Osmanlı’nın sonraları maruz kalacağı çöküşün sebeplerinden budur.
4) Bir başka nokta; Ebu Yusuf gibi alimler, devlette görev almayı kabul ettiler. Ebu Yusuf, Abbasi halifesinin kendisine teklif ettiği Kadı’l-kudat (Adalet Bakanlığı) görevini kabul etti. Emevi ve Abbasi dönemlerini yaşayan hocası Ebu Hanife ise her iki dönemde de görev kabul etmeyi reddetti.
Ebu Yusuf’un devlet yönetiminde görev kabul etmesinden sonra ulema geleneğinde belirgin bir çatallaşma meydana gelmiş oldu: Biri “Resmi Ulema”, diğeri eski, yani geleneksel “Sivil Ulema”. Emeviler, ulemayı kendi yanlarına çekmek istiyordu ama bunu başaramadılar, başta fıkıh olmak üzere İslami ilimlerde temayüz eden alimleri hukuk üretiminde serbest bıraktılar.
İslam toplumlarında Batı’ya benzer “siyasi toplum-sivil toplum” veya “resmi toplum-sivil toplum” olgusunun görülmemiş olması, İslam tarihinde yönetim/yönetici zümre veya devlet ile yönetilenler arasında gerilim, ayrışma ve çatışma olmadığı anlamına gelmez. Nihayetinde “resmi-siyasi toplum-sivil toplum” kavramsallaştırması da 19. yüzyıl düşünürlerinin geriye doğru ve aktüel olarak Batı toplumlarının sosyo-politik tarihlerini okuma biçimleriyle ilgili modern bir anlama ve açıklama çabasına dayanır.
Son bir nokta; Abbasiler, kendilerinden önceki Emevilerin “Mürcie”ye yüklemek istedikleri rol ve misyondan ilham alarak “resmi din” veya –aktüel deyimiyle- “resmi ideoloji” oluşturmak istediler.
Başlangıcında saf kelami/teolojik spekülasyonlar olsa bile, zaman içinde büyük tartışmalara yol açan “Kur’an’ın yaratılıp yaratılmaması (Halku’l Kur’an) sorunu” bununla ilgili ortaya çıkmıştır. Bilad-ı Şam’ın hayli eğitimli ve zeki papazı Yuhanna ed Dımeşki, niyeti İsa’nın uluhiyet vasfını ispatlamak amacıyla “kelime” spekülasyonunu ortaya attığında maksadı şuydu: Eğer Allah’ın kelimesi ezeli ise bir kelime olarak yaratılmış bulunan İsa da ezelidir ve tanrısal bir öze sahiptir. Mutezile yanlısı halifeler, tamamen kelami zeminde ortaya çıkan bu tartışmaya siyasi mahiyet katarak ulemaya ve halka Kur’an’ın yaratıldığı görüşünü kabul ettirmek istediler. Onların zannına göre eğer Allah’ın kelamı olarak Kur’an yaratılmışsa, hükümleri de tarih içinde varlık bulmuş, sonradan ortaya çıkmış demektir. Bu durumda kendi karar ve uygulamaları da meşruiyet kazanmış olacaktı. Bu bize modern zamanlardaki “tarihselcilik”i çağrıştırır. Ancak Ahmed ibn Hanbel başta olmak üzere İslam bilginleri bu görüşe cevaz vermediler, zaman içinde kelami bir tartışma siyasi çekişmenin arka zemini oldu.
Yine Abbasi halifesi, İmam Malik’e Muvatta’ı İslam topraklarında “resmi fıkıh” kitabı haline getirmek istediğini teklif etti. Halifenin bununla nereye varmak istediğini sezmekte gecikmeyen İmam Malik bunu kabul etmedi. Halifenin niyeti belli bir görüş ve uygulamalar üzerinden kolayca denetlemekti.
Müslüman fakihler ve müçtehitler devlette görev almayı kabul etmediler, ama silahlı mücadele yolunu da seçmeyip “temkin yolu”nu tercih ettiler; kararlı bir biçimde kelam veya fıkıh kitaplarında “ideal imamın nasıl olması gerektiği”ni sıraladılar. Bu sayede “olan” ile “olması gereken”in arasını ayırdılar, hep “olması gereken”i işaret ettiler, böylelikle politik mesaj vermeyi ihmal etmediler. Bu, aynı zamanda kendi içerisinde ehil bulmadıkları sultana ve halifelere karşı geliştirdikleri bir muhalefet biçimiydi. Kelam ve fıkıh kitaplarında “müçtehitler, devlet başkanı şu şartlara haiz olmalıdır” derken, -ki, o şartların önemli bir kısmına mevcut devlet başkanları uymuyordu- dolaylı yoldan bir muhalefet yapıyorlardı. İmam Şafii’nin Kur’an yanında Sünnet’e kuvvetle vurgu yapmasının sebebi politikti, o bu yolla örnek yönetici Hz. Peygamber (s.a.v.)’i hatırlatarak mevcut sultan ve halifelerin gayrımeşruluğunu ima ediyordu.
Tarihte ulema, hukuki içtihatlar zemininde sivil hayatı tanzim etme işini kendileri deruhte ediyor, devlete bırakmıyordu. Ulema halkın içindeydi, sivildi, karar ve uygulamaları da sivildi. Bu şu demektir; modern toplumlar ve modern devletten farklı olarak, Müslüman bakış açısından sivil/medeni hukuk da sivil ve çoğulcu olmak durumundadır.