
İslam’ın Hikâyesi Ramazanla Başladı
Bir ramazanda ve bir Kadir gecesinde Allah Resulü ilk beş ayete muhatap oldu ve böylelikle İslam’ın hikâyesi başladı. Dolayısıyla ramazan aslında hikâye başlatan bir ay. Eğer gerçekten ramazanı bu çerçevede anlarsak, yani sadece belli başlı birkaç şeye ma
Mülakat: Cihat Arpacık - Perspektif
Muhammed Emin Yıldırım, son yıllarda söylediklerine kulak kabartılan bir isim. Diğer “başka” hocalar gibi bağırıp çağırmadan, kavga ederek popülaritesini artırmaya tamah etmeden dinî çalışmalarını sürdürüyor. Güncel meselelerle ilgili de söz söylemekten geri kalmıyor. Birçok farklı çevrenin tepkisini çektiği gibi Türkiye’nin, hatta dünyanın dört bir yanından binlerce kişinin desteğini de alıyor. Çalışmalarını, İstanbul merkezli kurduğu Siyer Vakfı’nda devam ettiren Yıldırım’ın kapısını çaldık ve onunla ramazan ayını konuştuk.
TAKVAYI ELDE ETTİĞİMİZ ORUÇ ASIL ORUÇTUR
On yıllardır her ramazan aynı ezberleri dinliyoruz. Müslümanlar neredeyse bin yıldır oruç tutuyor ama her sene “Orucu ne bozar” diye konuşuluyor. Ben “Orucu ne bozmaz” diye sormak istiyorum.
Sorulması gereken soru bu aslında. Çünkü bir kere orucun ne olduğunu öğrenirsek zaten onun dışında kalanlar belli oluyor, dolayısıyla çerçeveyi çizmiş oluyorsunuz. İslam’ın temel mantığında da asıl olan “ibahadır”. Yani haramlar sınırlıdır. Geri kalan helaldir zaten. Dolayısıyla haramları ya da orucu bozanları saymaya gerek yok. Biz biraz daha işin hikmet boyutuna yoğunlaşmalıyız. Bakara suresinde ilgili ayet çok net bir şeyi açıklıyor. Kısacık bir ayettir. Üç tane temel mesaj açıklanır orada: Orucun tarihçesi, orucun farziyeti ve orucun hikmeti ile gayesi. Orucun tarihçesi nedir? “Sizden öncekilere oruç farz kılındığı gibi size de farz kılındı.” Demek ki Ümmet-i Muhammed ile başlayan bir ibadet değil ki zaten Kur’an’da geçmiş ümmetlerde de orucun varlığına dair ayetler okuyoruz. “Sizin üzerinize farz kılındı”; yani o farziyeti de ayet söylüyor. Ama asıl işte sizin sorunuzun da üzerinde yoğunlaştığı kısım ayetin son cümlesidir: “Umulur ki takvaya erersiniz.” Dolayısıyla takvayı elde ettiğimiz oruç asıl oruçtur. Yani onu tuttuğumuz zaman orucun maksadına uygun hareket etmiş oluyoruz.
Oruç fakirlerin halini anlamak için tutulmuyor mu yani?
Eğer öyle olsaydı Allah orucu fakir fukaraya da tutturmazdı. Nihayetinde tek hikmet o olsaydı; yani elbette ki ona ait bir mesajı da var ama asıl fakiriyle zenginiyle, varlıklısıyla yoksuluyla, insanların sağlığı el verdiği oranda bir aylık bir farziyetle üzerimize yüklüyor ki biz o takvayı elde edelim.
Takvası nedir?
Bunu Hazreti Ömer de Kur’an’ı çok iyi anlayan Übey ibn-i Kâb isimli sahabe efendimize soruyor. O da Hazreti Ömer’e bir soruyla yanıt veriyor. “Ey Ömer” diyor, “Dikenli bir yolda yürümek zorunda kalsaydın nasıl yürürdün?” Hazreti Ömer de, “Dikenleri iyice tanırdım, nerede var diye gözlemlerdim, cübbemi iyice katlardım, sonra dikkatlice yürürdüm” diye yanıt veriyor. Übey ibn-i Kasım da “işte takva budur” diyor. Yani oradaki takva tanımı, hassasiyet üzere İslam’ın emir ve yasaklarını yerine getirmektir. Çünkü insanız ve unutuyoruz. Unuttukça da birçok şey hayatımızdan çekiliyor. Onun için her ramazan aslında bize takvayı geri kazandırmaya geliyor. O takvayla da biz yeniden dinimizi, dine ait hassasiyetlerimizi geliştirmeyi, aslında o oruçla kazanmanın gayretini veriyoruz. Onun için orucu bozmayan ve orucun hikmet ve maksadına uygun olan en önemli mesele bu takva meselesidir.
Ramazanın İslam tarihindeki yeri ve orucun asıl mesajı nedir?
Mesela İslam’ın Efendimiz (a.s) ile başlayan tarihi bir ramazanla başladı. Bir ramazanda ve bir Kadir gecesinde Allah Resulü ilk beş ayete muhatap oldu ve böylelikle İslam’ın hikâyesi başladı. Dolayısıyla ramazan aslında hikâye başlatan bir ay. Yani bizim ferdi manada da böyle bir hikâye yazmamıza bir imkân sunuyor ramazan. Eğer gerçekten ramazanı bu çerçevede anlarsak, yani sadece belli başlı birkaç şeye mahkûm etmeyip, bu ayın getirdiği değer ve kıymetin tam olarak ne olduğunu fark eder ve öyle ihya edersek bizim için de yepyeni bir başlangıç olur. “Ramazan oruç ayı” deyip hemen işin içinden çıkabiliriz. O orucu da aslında Allah bize bir şey için tutturuyor.
İslam’da nimetlere karşı şükrün ortaya konulmasının birkaç yolu var. Bu yollardan biridir oruç. Yani Allah’ın bize verdiği her nimete karşı biz oruç tutarak aslında şükür adına sorumluluğumuzu ortaya koyuyoruz. O bir aylık oruçla da biz aynı zamanda Kur’an nimetine karşı şükrümüzü eda ediyoruz. Onun için ne kadar Kur’an varsa o kadar ramazan vardır. Kur’an’ın hayatımıza ne kadar etki ettiğiyle çok ciddi bir irtibatı var ramazanın. Dolayısıyla ne olursa olsun elimizde, zihnimizde, kalbimizde Kur’an’ın her zamankinden daha fazla yer edinmesini sağlamak gerekiyor. Kur’an’la alakalı iki asıl mesaj vardır: Ahlakıyla ahlaklanmak, ahkâmıyla da amel etmek. Eğer bu iki şeyi yapabilirsek o zaman Kur’an’la doğru bir irtibat kurmuş oluruz.
Siyer Vakfı Kurucusu, Araştırmacı, Yazar – Muhammed Emin Yıldırım
BİR TARAFTA İNSANLAR SIKINTI İÇİNDE YAŞAMAYA ÇALIŞIYORKEN DİĞER TARAFTA İSRAF SÖZ KONUSUYSA ORUÇ İBADETİNİN RUHU TAM ANLAMIYLA KAVRANMAMIŞ DEMEKTİR
Oruç hep bir tarafıyla yemekle beraber anılan bir ibadet haline geldi. Artık her ramazan lüks iftarlar, otellerde menüsü binlerce liraya kadar çıkan lüks sofralar var. Bir yandan da ağır bir ekonomik kriz yaşıyoruz ve yoksulların daha da yoksullaştığı bir sürece girdik. Bu iklimle ramazandayız. Bu bağlamda değerlendirmeleriniz nelerdir?
Vallahi inançlı bir insan israf meselesini Kur’an’ın İsra suresindeki “şeytanların kardeşleri olmak” gibi çok ağır bir ifadeyle nitelendirdiğini bilir, bilmesi gerekir. Ama ne yazık ki dindarların konfor hastalığı, gücün, imkânların, iktidarın artmasıyla inanılmaz bir boyuta geldi. Özellikle bizim memleketimiz için söylemiyorum; Arap dünyasının birçok yeri de ne yazık ki bizden iyi bir noktada değil. Ama nihayetinde bir insan orucu biraz önce değindiğimiz takva ekseninde değerlendirmeli. Bizim bir ibadeti yaparken alacağımız ölçüler var. Mesela bu ramazan orucunu Peygamberimiz nasıl tuttu? Sahabe nasıl davrandı? Sahabeyi gören, bilen, okuyan alimlerimiz var, onlar bu ramazanları nasıl ihya ettiler? Bir tarafta insanlar çok ciddi bir biçimde sıkıntı içinde yaşamaya çalışıyorken diğer tarafta ölçüsüz bir biçimde savurganlık ve israf söz konusuysa orada bu ibadetin ruhu tam anlamıyla kavranmamış demektir. Zaten ibadetler şekil ve ruhtur. Ruh çekildi mi geriye ceset kalır. O şekil rahatsız edici bir hale gelir. Çünkü canlılık ancak ruhla beraber ortaya çıkar. Namaz kılıyorsunuz diyelim ve namaz Ankebût suresindeki ifadeyle sizi “kötülükten alıkoymuyor”. Sizi ölçüsüz davranışlardan muhafaza etmiyor. Ruhu çekilmiş bir şekil olduğunu böylelikle anlıyoruz. Aynı şey oruç için de geçerli. Dolayısıyla biz oradaki manayı iyice anladığımızda o tür programlara asla katılmayız, kendimiz de düzenlemeyiz. Bir Müslüman olarak orucun takva boyutunu bize yükleyen bir sorumlulukla böyle şeylere karşı olduğumuzu en azından tavrımızla gösteririz. Yapan insanları da uyarırız. Çünkü bu da bir “iyiliği emretme, kötülükten nehyetme” meselesidir. Bu tarz şeylerin ibadetimize zarar vereceğini, asıl bize kazandırması gereken o mesajı bizden alıkoyacağını bilir ona göre hareket ederiz.
Ramazan aynı zamanda fitre ayı. Diyanet fitre miktarını 180 lira olarak belirledi. Bu miktar için ne söyleyebiliriz?
Fıtrat taşıyan her kişinin üzerinde bir yükümlülük var. Bu fıtrat sadakasıdır ve zekâttan da farklı bir sorumluluktur. Orada fitre bedeli olarak en alt miktar belirlenir, onun ölçüsü de günlük yiyeceğidir. Mesela ben sahurda ve iftarda ne kadar yiyorsam bana yüklenen sorumluluk o kadar. Her ne kadar Diyanet alt bir limit belirlese de gerçek limit kişiden kişiye değişir. Bir kişi bir günde 500 liralık yiyorsa o insanın vereceği fitre bedeli o kadardır. Ama bir başkası 1.000, 2.000 liralık yiyorsa onun vereceği bedel de o kadardır.
Hiç böyle düşünmemiştim…
Tabii, fitre kişinin kendi standardına bağlıdır. Diyanet en asgari olanı belirler ama buradaki ölçünün başka olduğunu gözden kaçırmamamız gerekir. Aynı şey fidye için de geçerlidir. Yani diyelim ki biri sağlık nedenlerinden dolayı oruç tutamıyorsa, her güne karşı fidye ödemek durumunda. O fidye bedeli de buna göre ödenir. Yani orada da kişinin kendi sahurda ve iftarda yediği miktar ne kadarsa vereceği fidye bedeli de o kadar olmalıdır.
FATURAYI KADERE, ALLAH’A KESMEK İŞİN ÇOK KOLAY BİR BOYUTU
İslam dünyası çok zor bir süreç yaşadı. Suriye’de görece bir başarı var ama Gazze’de çok ağır bir süreç geçirdik. Aslında bu soracağım soru ateizmin kadim sorularına kapı açan da bir yere işaret ediyor. Bu kadar sıkıntı ve yaşanan vahşete tanık olunca “Allah topluma ve tarihe müdahil bir güç mü, değil mi” diye sormak istiyorum?
Allah müdahil bir güçtür, o müdebbirdir; işleri evirir çevirir. Mürebbidir; her zaman için her olaya müdahil olur. Ama Allah El Hakim’dir de; her türlü bireysel ve toplumsal yasayı ortaya koyar. O yasalara biz Sünnetullah diyoruz. Allah, toplumsal anlamda bir yasa koyuyor ve “Çalışırsanız, gayret ederseniz, bilinçli olursanız, şuurlu olursanız, düşmanınızı iyi tanırsanız, düşmanla mücadele yollarını ve stratejilerini üretirseniz ben de size yardım ederim” diyor. Şimdi bütün bu saydıklarımıza dönüp bakalım; İslam dünyası son 250 yıldır bunları yapıyor mu gerçekten? Yani üretiyor muyuz? Ümmet olarak, memleket olarak aramızda bir birlik var mı? Bir dirlik var mı? Dinî sorumlulukları şahsi çıkarlarımızın üstüne mi çıkarıyoruz yoksa şahsi çıkarlarımızı onların önüne mi geçiriyoruz? Bütün bunların hepsini sorguladığımızda, vallahi faturayı kesecek bir yer varsa orasının Allah olmadığı ortaya çıkıyor. Yani faturayı kendimize kesmeliyiz. Ayette denildiği gibi “başınıza gelenler ellerinizle yaptıklarınızdır”. Bu kadar bozulma, bu kadar toplumsal çürüme, bu kadar İslam’ın ruhundan uzaklaşma, İslam’ın bize yüklediği sorumluluklarını yerine getirmeme… Biz Allah’ın yasalarına uygun davranmıyoruz ki Allah da bize yardım etsin. Yardımın da bir yasası var. Mesela Muhammed suresinde, “Siz Allah’ın dinine yardım ederseniz Allah size yardım eder ve sizin ayaklarınızı dinin üzerine sabit kılar” diyor. Kendimizi hem ferdi hem toplumsal anlamda bir muhasebeye çekelim. Herkes vicdanlı bir muhasebenin neticesinde sınıfta kaldığımızı söyleyecek. Faturayı kadere, Allah’a kesmek işin çok kolay bir boyutu.
DİNLE SÖMÜRÜLEN BİR İSLAM DÜNYASI VAR
İslam dünyasının geri kalmasının nedeninin bizzat İslam’ın kendisi olduğu iddiaları için ne söylersiniz?
Biz son 14 asırlık süreci değerlendirdiğimizde, yasalara, yani Sünnetullah’a uygun davrandığımız zaman dünyada bir ağırlık oluşturmuşuz. Müslümanlar dünyaya bu noktada rehber olmuş: İlimde, fende, edebiyatta, sanatta… Ama bugün bu özellikleri kaybetmemizin neticesinde bunlar başımıza geliyor. Bugün halkı Müslüman olan ülkelerin yöneticilerinin büyük bir kısmı ismen, lisanen konuştukları zaman, kavlen kendilerini Müslüman gibi gösterseler de, Müslüman olduklarını iddia etseler de uygulamada ne yazık ki bunun etkilerini görmüyoruz. Bu da İslam dünyasının potansiyelinin zayi olmasına sebep oluyor. Ve asıl toparlanmayı, yeniden ayağa kalkmayı da engelliyor. Yani dinle sömürülen bir İslam dünyası var aslında. Dine ait argümanlar kullanılıyor, öne sürülüyor ama o din pek de Allah’ın bize sorumluluk olarak yüklediği din değil. Bizi mevcut sisteme, mevcut düzenlere, mevcut ortama entegre eden bir sistem. Böyle olunca da o yüzleşmeyi gerçekleştiremiyoruz.
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.