Kendinden nefret
İngiltere’de yaşayan İran asıllı sanatçısı Sami Yusuf’un bestelediği parçalar herkesin dilinde, her yeni bestesi kısa zamanda İslam dünyasının her yerinde ilk sıralarda yer alıyor. Epeydir Sami Yusuf’un niye bu kadar tutunduğunu, her parçasının gençler tarafından severek dinlendiğini merak eder dururum.
Vardığım kanaate göre bu kadar büyük ilgi görmesinin sebebi müziğinin muhtevaya ait güzelliği yanında, Batıya ait bir formda yapılmış olması. Kuşkusuz Yusuf, İslam’ın geleneksel irfanını yansıtan şiirleri seçiyor; İngilizce, Arapça, Farsça ve Türkçe okuyabiliyor. Geleneksel şiir ve Müslüman toplumların konuştuğu diller önemli ama müziği bestesi, enstrümanı, müziği ve ismiyle tümüyle Batıya ait, kısaca geleneğin popa aktarılması diyebiliriz.
Amerikan kökenli Müslüman/siyahi gruplar veya Kuzey Afrika’dan başka sanatçılar da benzer parçalar yapıyor. Peygamber Efendimiz (s.a)’i öven veya Müslümanların derin ruhsal tecrübesini aktaran nice bestelerimiz, müzik kalitesinin ulaşabileceği en yüksek zirvede ilahilerimiz var. Ama Sami Yusuf’un veya diğerlerinin parçaları daha çok dinleniyor. Belli ki gençlerimiz geleneksel musikimizin şaheserlerini bu kadar büyük bir zevk veya keyif alarak dinlemiyorlar.
Aslında sormak lazım: Gençler sahiden pop formundan zevk ve keyif alıyorlar mı? Belki garip gelecek ama bunu suşi ile kebap arasındaki farka benzetebiliriz. Bir yerde okumuştum, Amerika’da beyaz seçkinlerle yemek yemek durumunda olan İtalyan zenginler, tabaktakileri yutarak zevahiri kurtarmaya çalışırlarken, toplantıdan sonra doğru pizza yemeye koşarlar, onların damak zevklerine ancak pizza hitap eder. Bizim bir türkücümüz de, bir keresinde böyle seçkinlerin sofrasında suşi yemek (yutmak) zorunda kalmış, yemekli toplantıdan çıkar çıkmaz doğru kebap yemek üzere Aksaray’da bir ocakbaşına koşmuştur.
Neyi anlatmaya çalışıyorum?
Geçen senelerde dünyaca ünlü mimarları bir araya getiren Mimarlık Kongresi’nde yine İstanbul’a seçilecek simge tartışıldı. Ünlü mimar Eisenman “İstanbul’un simgesi Sultanahmet Camii’dir” derken, Iraklı mimar Zaha Hadid’e göre “İstanbul’un simgesi Sultanahmet ve Ayasofya olmalı” diyordu. En ilginç değerlendirmeyi yapan ise UIA Başkanı Jaima Lerner oldu. Lerner, heyecanla şunları söylüyor: “Tabii ki Sultanahmet Camii!.. Daha önce Kadir Topbaş’a İstanbul’un sembolü Ayasofya olmalı demiştim. Ama yanılmışım. Başkana buradan çağrıda bulunuyorum: İstanbul’un simgesi kesinlikle Sultanahmet Camii olmalı. İstanbul ile ilgili başına ‘en’ gelen bütün kelimeler Sultanahmet olmalı. Ben daha önce bu kadar etkileyici bir yapı görmedim. Minareleri, bu minarelerden okunan ezan sesi… Hepsi, çok güzel bir armoni oluşturuyor. Niye hâlâ sembol aranıyor bu kente? Hem de bulutlara değen minareler, bu minarelerden yükselen ezan sesi varken!” Yine de Lerner ve diğerleri İBB Başkanı Kadir Topbaş’ı ikna edememiş. Sayın Topbaş “eski düşüncesinde ısrar ederek İstanbul’a yeni bir sembole ihtiyaç olduğu”nu belirtmiş (Zaman, 6 ve 9 Temmuz 2005). Uzun zamandır görsel medya ve tanıtım mecralarında camilerin yerini asma köprüler almaktadır.
Aynı Lerner, İstanbul’un arka semtleri Bayrampaşa, Gaziosmanpaşa, Esenler ve Bağcılar üzerine uçarken şaşkınlık içinde: “Bu binaları, Sinan’ın torunlarının yaptığına beni kimse inandıramaz.” diyor. Lerner, Fatih’e Sinan’a ve “şanlı tarih”e sahip çıkmakla övünen muhafazakar ve dindar kadroların 1994’ten bu yana bu şehrin yönetimini elinde bulundurduğunu öğrense daha çok hayret edecekti. 1994 yılından başlayarak çeyrek asır şehirlerin yönetimini elinde bulunduran muhafazakârlar, geleneksel Müslüman şehri en çarpık biçimiyle modern kente dönüştürdüler. Bugün İstanbul Allah vergisi boğaz ve Osmanlı’dan kalma tarihi yarım adadaki eserler dışında –ki bunlar da tehdit altındadır- şehir demeye bin şahit gerektiren bir yerleşim birimine döndü. Asıl modern İstanbul, surların dışından başlayıp uzanan devasa çarpık binalar, şuraya buraya serpilmiş şehrin hava akımını kesen gökdelenler ve gecekondulardan ibaret. 1950’lerden itibaren İstanbul, modernleştirilirken yüzlerce değerli tarihi eser yıkıldı, yerle bir edildi.
Bu, aslında bizim kendimizden kaçışımızın trajik hikayesiydi.
Söz konusu kaçışın kendini açığa çıkardığı başka bir alandan, isim değişikliklerinden örnekler verelim: Birinci sınıf sağlık hizmeti veren bir hastanemizin ilk açıldığında ismi Fatih Sultan idi, “Medical Park” oldu; aynı ayarda ve kalitede hizmet veren diğer hastanemizin ismi Esma Hatun idi, o da “Medipol” oldu. İlk açıldığında kendine semtin ismini seçen Üsküdar Hastanesi, bir süre sonra “Hospital Turk”, Özel Çamlıca Hastanesi “Medicana” şeklinde ismini değiştirdi. Bir başka hastanemiz Hayrunnisa ide, başındaki “Hayr”ı attı, Nisa kaldı. Oysa İngilizceleştirilen isimler ne kadar hoş, zengin çağrışımı sahip ve derin bir geçmişe aitti. Faizsiz işlemler yaparak piyasaya çıkan özel finans kuruluşları şimdi “Katılım Bankaları” oldu.
“Türk”, “Türkçe”, “İslami” ve “geleneğe ait olan”dan kaçış her alanda gözleniyor. “Türk” sözcüğünün Batılıların aşina olduğu ve hoşlandığı tarzda telaffuz edilip yazılması ColaTurka ile başladı, şimdi ünlü Galata Köprüsü’nün altındaki lokantalar da isimlerini bu tarzda değiştiriyor, “GalaTurka” gibi. Eyup sırtlarında geleneksel Osmanlı mimarisinin önemli örnekleri olarak restore edilen evlere de “Turka Hause” gibi isimler verilmiş. Türk ırkçılar, mekan isimleri ve tabelaların yüzde yetmişi İngilizce iken, gözlerine ilişmiyor, Arapça iki kelimelik tabelalara karşı savaş başlatıyorlar.
Türkçe kelimeler ve isimler İngilizceleştirildiği veya Fransızcalaştırıldığı oranda yüksek statü sahibi oluyorlar. Bu yüzden bir derginin ismi “Dishy” oluyor, bir firma ürettiği eşarplarına “Echarpe” ismini veriyor. “Echarpe”ın logosundaki “A”sı Eyfel kulesine benzetilmiş.
Garip olan şu ki, 19. yüzyılda Osmanlı Batı ile tanıştığında merkezdeki çekirdek içinde yer alan ve Saray Batılılaşması tarafından desteklenen küçük bir çevrenin insanları, “muasır” olmakla “asri” olmak arasındaki farkı ayırt edemediklerinden; kendilerine, tarihlerine ve dinlerine ait her şeyi reddedip, iktibas, taklit ve aktarma yoluyla edindikleri zahiri kimlik, giysi ve kartvizitle “zamanın ruhu”na uygun bir tutum almayı başardıklarını zannettiler.
Hegel’in modern zihne ihraç ettiği “zamanın ruhu”na kendini teslim eden İbnü’l vakt olur, Ebu’l vakt olmaz.
Başlangıçta zamanın çocukları –muasırlaşmayı asrileşme zannedenler- toplumun ana gövdesi olan dindarlar tarafından garipsendiler, herkes onlara bıyık altından güldü. O zaman dindarlar kültürün asaletini temsil ediyorlardı, tutucu değillerdi, iyi kötü bazı değerleri muhafaza ediyorlardı. Ama şimdi bu kaçışın öncülüğünü yapanlar dindar çevrelerin ta kendisi. Garip olan “dindar insanlar”ın ana/hayati değerleri muhafaza etmedikleri, her şeylerini feda etmeye hazır oldukları halde hala “dindar” kimliği sarılmalarıdır. Kendilerine muhafazakar kimliği seçmeleri yerindedir, zira köksüz reformcu ile muhafazkar arasındaki fark, değişim çarkının işletilmesiyle ilgili basit görüş ayrılığıdır. Radikal reformcu değişimi hemen ister ve yürürlüğe koyar –Kemalizm böyle bir projedir-, muhafazakar ise zamana yayar, havanın teneffüs edildiği atmosfere sindirir, sonuçta radikal/devrimci reformcu ile aynı amacı paylaşır. Bizim modernleşme serüvenimizde Gavur Padişah II. Mahmut ile dindar II. Abdulhamit ve müteakip zamanlardaki takipçileri arasındaki fark bundan ibarettir. Bir bakmışsınız dindar muhafazakar görünürde muhalefet ettiği Kemalizmin projesini çok daha emin ve sorunsuz tahakkuk ettirmiştir.
Yerel ve merkezi iktidarla birlikte belli ölçülerde sermaye ve bürokratik statüler el değiştirmeye başlayınca, dindarların da muhafazakarlığı ilk dönemlerde mazbut aile, iffet, namusa düşkünlükten ibaretti ve bu dahi önemliydi, çok geçmeden tayt giymiş başörtülü kadınlar, metroseksüel erkekler ortalığı kapladı . Günün sonunda elde sadece bir kartvizit kaldı, bunun da bir anlamlı (toplumsal, maddi ve kültürel) muhtevası olmayan bir kimlik. Bu açıdan hiçbir muhafazakar neyi muhafaza etmesi gerektiğini bilemiyor, umursamıyor da.
Şimdi bütün bu anlatılanları toparlayacak olursak, açıkça gözlenen şu ki, bize, yani geleneğe, tarihe ve İslam’a ait her şeyden belli belirsiz bir kaçış sürecini yaşıyor, modern/küresel kültürün ağır hakimiyeti altına girmiş bulunuyoruz. Sanki Emevilerden Abbasilere, Endülüsten Osmanlıya tarihte Müslümanların kurduğu medeniyetler dinin ve geleneğin dışındaymış gibi on iki asırdır maruz kaldığımız musibetlerin tamamını dine ve geleneğe fatura ediyoruz.
Fakat unuttuğumuz temel bir gerçek var:
Çağımızda kültür son derece değersiz bir şey. Kültürden anlaşılan tüketim, hazların tatmini, eğlence ve bazı spor veya pop starlarının hayat tarzı. Amerikan kültürü kendini dayatarak yayılıyor. Yayıldıkça kendine özgü piyasa ve müşteri, tüketici oluşturuyor. Amerikan ekonomisinin yüzde 80’i hizmet üretir ve satar –diğer yüzde 3’ü tarım, yüzde 17’si sanayidir-. Hizmet demek kültür demektir.
Dünyamızda kültürel farklılıktan söz etmek neredeyse imkansız. Bir kültürü diğerlerinden ayıran bariz alanlar var. Sözgelimi, giyim-kuşam; müzik-sanat, yeme-içme (yani mutfak); oturma biçimleri/ mekan kullanımı; ritüeller-törenler (doğum, evlilikler, ölüm); eğlence-tatil gibi.
Şimdi dürüstçe kendimize soralım.
Bu altı ayrı alanda kendimize özgü hangi kültürel değeri devam ettiriyoruz? Yerde ve evde yemek yemek bir kültürdür. İslam kültürünün en bariz vasfıdır. Misafir evde ağırlanır, hanım yemek yapar ve kimse dışarıda yemek yemez. Zenginler zenginliklerini göstermezdi, haya ederdi. Çünkü zengin olmayanların içi çekerdi. Küreselleşen Amerikan kültüründe bunların hepsi ters yüz edildi. Kimse bir başkasını evinde misafir etmiyor, kadınlar yemek yapmıyor, abur cubur ve herkesin ortasında yiyor. Sıklıkla çoluk çocuğunu dışarıda yemeğe götürmeyen babaya iyi gözle bakılmıyor. Amerika’da nüfusun önemli bir oranı obez, buna rağmen kimse “bu ülkede bir sorun var, en azından sonradan görmelik söz konusu” demiyor, bu kültürü yüceltiyor, kendi kültürüyle alay ediyor.
Kafkasların bir sözü var: “Bizi Rus orduları değil, Puşkin ve Puşkin’le gelen Rus kültürü yendi”. Puşkin Habeşistanlı bir dedenin torunuydu. Rus kültürünü zirveye taşıdı. Şimdi kültürü şairler, gerçek sanatçılar, bilgeler taşımıyor. Esasında modern dünyada entelektüel yetişmediği gibi gerçek sanatçı da yetişmiyor. Sözlü, görsel ve sosyal medya, eğitim kurumları ve bizim gibi ülkelerde devletin kurumları ve araçları taşıyor.
Burada trajik olan siyasi ve iktisadi güç sahibi Müslümanların da bu sürece büyük bir iştahla katılmış olması. Mizah yoluyla insanlar kendi kültürel değerlerini küçümsüyorlar, aslında reddediyorlar. Ben buna Self hater sendromu diyorum. Self hater, İsrail’de, “kendinden nefret edenlere” verilen isimdir. Gizlesek de dürüstçe söylesek de, kendimizden nefret ediyoruz. Muhafazakarlık bunun kılıfıdır. Bir çıkar ve statü kavgası verenlerin dindarlığı/İslamcılıkları buraya kadardı. Ama bu, hiç kuşkusuz İslamcılığın sözünü söylediği anlamına gelmez, aksine asıl söz şimdi sahipleri tarafından söylenecektir.