1. HABERLER

  2. KÜLTÜR -SANAT

  3. Kolektif bilinçaltının modern kahramanı: Osman Sınav
Kolektif bilinçaltının modern kahramanı: Osman Sınav

Kolektif bilinçaltının modern kahramanı: Osman Sınav

Osman Sınav, senaryo yazarı değildi sadece; toplumun MR'ını çeken bir klinik gözlemciydi. Onun dizilerine bakınca; adalet arayışının sadece mahkeme salonlarında değil, sokaklarda, evlerde, aile sofralarında yaşandığını görüyorsunuz. Gelenek ile modern ara

A+A-

Mehmet Kırtorun/ Yazar - STAR

"Allah neden hikaye anlatarak mesajını ulaştırmaya çalışıyor. Başka bir dille değil de hikaye diliyle söylüyor. Bunun üzerine çok düşünmek gerekiyor. Felsefe hakikatin sözle inşasıdır. Hakikat felsefe de sözlerle inşa edilir. Sinema da hakikat görsel olarak inşa edilir. Yönetmenlik Allah'ın kurgusunu anlamamız için bir anahtardır." Osman Sınav

O, sahneyi vitrin değil, vicdan olarak gördü. Anlatmak için değil; hakikati uyandırmak için anlattı.

Osman Sınav'ı sadece popüler olmuş dizileri üzerinden değerlendirmek eksik olur. Onun yolculuğunu şekillendiren unsurlar; Türkiye'nin toplumsal değişimleri, kültürel kırılmaları ve kimlik arayışlarıydı. Bu yüzden onun emeğine seyirci olmak, sadece bir hikayeye değil; bir dönemin ruhunu anlama çabasına eşlik etmek demektir.

Gelenek, modernite ve kimlik sorgusu

Osman Sınav'ın eserlerinde karşımıza ilk çıkan mesele, geleneğin moderniteyle olan çetin mücadelesidir. "Süper Baba" ve "Ekmek Teknesi" dizilerinde, hızlı şehirleşmenin kaybettirdiği mahalle dokusuna, komşuluk ilişkilerine, samimiyet kültürüne adeta bir ağıt vardır. Bu diziler, aslında modern yaşamın yalnızlaştırıcı etkisine karşı geleneksel dayanışmanın, aidiyetin ve topluluk bilincinin savunusudur. Burada Sınav'ın yaptığı şey, nostaljik bir atmosfer kurmaktan öte, şunu hatırlatmaktı: Bireyselleşen, atomize olan toplumlar; kriz anlarında ayakta kalmakta zorlanır. Toplumsal bağları güçlü olan, mahalle kültürü yaşayan toplumlar ise dirençlidir.

Şöyle düşünün: Ekran karşısına geçiyorsunuz, araya zaman koymuş, soğukkanlılığınızı koruyarak diziyi yeniden izliyorsunuz. İlk anda gördüğünüz şey basit: Bir senaryo, birkaç isim. Ama dikkat... Ömer Lütfi Mete çıkıyor karşınıza, ardından Osman Sınav, derken bir köşe başından Raci Şaşmaz beliriyor. Bu tesadüf değil, ipucu.

Senaryoda ufak tefek tökezlemeler mi var? Elbette var. Ama mesele o değil. Asıl mevzu şu: Bu dizi, aslında size açık açık anlatmıyor. Müstear isimlerin, simgelerin, dolaylı göndermelerin arkasına saklanarak memleketin derin fotoğrafını önünüze seriyor.

Bir anda fark ediyorsunuz: Sahneler, karakterler, replikler... Hepsi kodlanmış. Her diyalogda "Acaba burada neye dokunuyorlar?" sorusuyla buluyorsunuz kendinizi. Zira bu sadece bir dizi değil; taşların yerinden oynadığı, masanın altındaki ellerin görüldüğü, derin kodlarla örülmüş bir çözülme ve ifşa metni. Görebilen için, adeta gizli bir harita.

En ilginç taraflarından biri şu: Yusuf Miroğlu karakteri mafyaya ve o tür yapılara mesafeli bir figür olmasına rağmen, zamanla bu karakteri kendine model alan, fakat tam tersine o yapılar içinde boy gösteren insanlar ortaya çıkıyor. Yüceltilen temel değer aslında bu toprakların öz suyundan gelen, tasavvufla yoğrulmuş, Bektâşi geleneğini, Yesevî çizgisini ve Hanefî-Sünnî bir duruşu içinde barındıran bir anlayış. Dizide sıkça Yusuf-Züleyha hikâyelerine gönderme yapılması tesadüf değil. Kuşçu Efendi'nin dilinden, "olgunluk aşk ile olur" vurgusu defalarca veriliyor.

Dizinin en çarpıcı anlarından biri, Yusuf'a atılan bir iftiradan kaçışı ve nihayetinde dayanamayarak ortaya çıkışıdır. (Sanıyorum, Zeynep'in peşinden onu kurtarmaya gittiği sahneydi.) Orada da Kuşçu'nun "Gitme" deyişiyle Mevlânâ'nın Rükneddin Kılıçarslan'a yazdığı meşhur "Demedim mi?" şiirine yapılan atıf, o sahnenin altını kalın çizgilerle çiziyor. Bu bile başlı başına diziyi izlemek için güçlü bir gerekçe.

Aynı ekipten çıkan diğer dizilerde de hep Türk-İslâm düşüncesi, ama köksüz, zorlama bir sentez değil; aksine, bu toprakların yoğrulduğu maya olarak sahnede yer alıyor. O değerler karakterlerde ete kemiğe bürünüyor. Bence Deli Yürek'i kıymetli yapan şey de tam olarak bu: Popüler olanın ötesinde, kadim olanı hatırlatan bir damar taşıyor.

Kollektif hafızadan gelen adamlar

Osman Sınav'ın karakterleri, yazı tahtasına çizilmiş figürler değil; Anadolu'nun rüzgârında yoğrulmuş, halkın bilinçaltından süzülüp ekrana gelen arketiplerdi. Yusuf Miroğlu dediğiniz, adalet için gerekirse her şeyini ortaya koyacak insanın yüreğiydi. Polat Alemdar, maskelerin ardındaki gerçekleri arayan; hem içeriden değişmek isteyen hem de dışarıdan izleyen halkın ikilemini oynayan gölgeydi. Heredot Cevdet? O, hepimizin kulağında zaman zaman yankılanan "menkıbelerin" sesiydi. Onlar, öylesine yazılmış karakterler değildi; kolektif ruhumuzun elçileri, ekranlarımıza konuk olan modern kıssa anlatıcılarıydılar.

Betonun altında kalan sesler: Ekmek Teknesi

Osman Sınav, sahneye çıkıp "binalar yükseliyor ama insanlar alçalıyor" demedi. Onun dizilerinde mahalle fırını vardı; soba başı sohbetleri, komşu kapısına vuran çocuk ayakları... Ekmek Teknesi'nde anlatılanlar, yeni rezidans bloklarının gri duvarlarına çarpıp kaybolan sesleri topluyordu. Beton arttıkça insan küçülüyordu. Sınav, her sahnede bunu fısıldıyordu: "Unutma; şehir büyüse de insan yalnız kalmamalı." Bu sahneler, köksüzleşmeye karşı bir başkaldırıydı. Ve izleyen herkes kendi mahallesinin, kaybettiği sıcaklığını ekranda arıyordu.

Kolektif paranoyanın dramatik ifadesi: Deli Yürek ve Kurtlar Vadisi

Kurtlar Vadisi 'nde görünmeyen haritalar, kodlanmış mesajlar, jeopolitik taşlar tek tek döşenmişti. Türkiye'nin doğudan, batıdan, içeriden kuşatıldığı yıllarda, halkın diline dökemediği her şey dizinin kurgusuna sızmıştı. Her aksiyon sahnesinde izleyici şu soruyu sormaya başlamıştı: "Acaba gerçekten böyle mi?" Bu, sadece merak değil; kolektif paranoyanın dramatik ifadesiydi. Ve o sorunun ucunu bırakan olmadı.

İlk çıktığı zamanlarda; Deli Yürek ve Kurtlar Vadisi'ni aksiyon dizisi diye hafife alanlar oldu. Oysa ekrana düşen her sahne, arka sokaklardan gelen derin fısıltıların çığlığa dönüşmüş haliydi. Türkiye 90'larda, 2000'lerin başında; kapalı kapılar ardında yazılmış kirli senaryoları, karanlıkta kalan dosyaları, kaybolan canları konuşamaz hale gelmişti. Sınav, tüm bu suskunluğu alıp sahneye döktü. Sahne dediğiniz şey, bazen toplumsal ventil olur; bastırılmış korkular, içten içe kaynayan şüpheler orada patlar. Ve insanlar, belki haber bülteninde söyleyemediklerini, o dizinin sahnesinde görüp birbirine bakarak şöyle derdi: "Anladın mı?" Evet, anladılar. Çünkü orada anlatılan, onların içindeki düğümlü cümleydi.

Sınav'ın aynasında sosyolojik çözümleme

Osman Sınav, senaryo yazarı değildi sadece; toplumun MR'ını çeken bir klinik gözlemciydi. Onun dizilerine bakınca; adalet arayışının sadece mahkeme salonlarında değil, sokaklarda, evlerde, aile sofralarında yaşandığını görüyorsunuz. Gelenek ile modern arasındaki o gerilim, kimlik bunalımı, bireyselleşme sancısı, hep sahnelerin satır aralarında gizliydi. Osman Sınav'ın sahnesi, toplumsal teşhis odasıydı. O dizilerden geçen herkes, aslında memleketin dosyasına göz atıyordu.

Son perde: Anlatıcı değil, hafıza mimarı

Bugün dönüp bakınca fark ediyorsunuz: Osman Sınav, yalnızca bir dizi yönetmeni değil. O, Türkiye'nin son otuz yılını kayıt altına alan; halkın bilinçaltında düğüm olmuş meseleleri ekrana taşıyan bir hikâye mimarıydı. Onun sahneleri sayesinde, biz sadece olan biteni değil, olmakta olanı da hissettik. Sınav, bize yalnızca dizi izletmedi; arka planda, kolektif hafızaya kodlar bıraktı. Bugün hâlâ "Osman Sınav dizisi gibi" deniyorsa, bu hafızanın hâlâ canlı olduğunun kanıtıdır.

Etiketler :

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.