Kürtlerden sonra, gelelim Gayrimüslim vatandaşların yaşadıklarına
Peyami Safa’nın 1958’de (ve ayrıca Hadi isimli bir okurun 1965’te) Milliyet’te çıkan yazıları vesilesiyle Gayrimüslim vatandaşların neler yaşadıklarını görelim.
Geçen hafta, Saray Başdanışmanı M. Uçum’un yazısı vesilesiyle Kürtlere yapılan baskıları konu etmiştik. Bu hafta, ünlü yazar Peyami Safa’nın 1958’de (ve ayrıca Hadi isimli bir okurun 1965’te) Milliyet’te çıkan yazıları vesilesiyle Gayrimüslim vatandaşların neler yaşadıklarını görelim. Tarihsel belgeler olarak aşağıdakilerden hiçbirine dokunmaksızın ve herhangi bir yorum eklemeksizin.
İstanbul’da 1925’ten beri Rumca çıkan Apoyevmatini gazetesinin yayıncısı Mihal Vasiliadis’in 1958’de 18
yaşındayken (ayrıca, 1965’te) gazeteye gönderdiği (ve yayınlanmayan) cevaplarıyla birlikte.
P. Safa’nın 3, 5 ve 8 Temmuz 1958 tarihli Milliyet yazılarından başlayalım.
***
BİZDEN OLDUKLARINI SÖYLEYENLERE (Milliyet, 03.07.1958)
Büyükada’da sekiz gün kalan iki münevver Türk kızı, iskele yolunda yürürlerken, birdenbire “A!....” diye haykırarak durmuşlar. Sonra bakışmışlar. Biri ötekine sormuş:
- Niçin “A!...” dedin?
- Şu gençlerin Türkçe konuştuklarını duydum.
- A… Vallahi… Ben de bunun için “A!...” dedim
Herkesten duyuyorum, Büyükada sanki bir küçük Yunanistan’dır, resmî dili Rumcadır. Sokakta, iskelede, gazinolarda, otellerde, vapurlarda Rumcanın hakimiyeti açıktır. Kanada’da Türkçe duyan bir Türk’ün hayret ve sevinci Büyükada’da da aynıdır. Şimdi bize “bizden” olduklarını temin eden Rum vatandaşlarımıza soruyorum:
- Diyorsunuz ki: “Aramızda birkaç sapık ve şuursuz bulunabilir. Türkçeye, hatta Türkiye’ye karşı düşmanlık hisleri besleyebilir. Bu birkaç sapığın şuursuzluğunu bütün bir cemaate maletmek doğru mudur?” Bu sorunun cevabı yine bir sorudur: “Bu birkaç sapık ve şuursuz, hangi tarihtenberi çoğalmış, Büyükada’yı ve diğer adaları, Beyoğlu’nu ve diğer bir çok semtleri doldurmuştur? Siz de Büyükada’ya ve bâzı semtlere giderseniz, mahdut sayıda olduklarını söylediğiniz şuursuzların “bir kaç”dan ibaret olmadığını görürsünüz. Acaba, nimetleriyle beslendikleri toprağımıza bağlı, sizin gibi “bizden” olduklarına şüphe etmek istemediğimiz vatandaşlar “bir kaç'dan ibaret kalmasın? Herhangi bir azınlık mensubu vatandaşımız, aradabir, cemaat diliyle de konuşabilir. Ona bu hakkı çok görenlerden değiliz. Fakat Türkçeye boykot etmişçesine vatanın dilini konuşmayan, konuşanlara da öfkeli bir dikkatle bakan azınlık mensuplarının bu toprağa bağlılıklarına bizi nasıl inandırabilirsiniz?
Bir milleti millet yapan âmillerin başında dil vardır. Onu inkâr edenlerin Türk tâbiyetinden olmaları Türk olmaları için kâfi midir?
***
EN KESTİRMESİ (Milliyet, 05.07.1958)
Zambooğlu kuartetini radyomuzda intizamla dinleyebilmiş değilim. Yunan şarkıları çalıp çalmadığını bilmiyorum. Bâzı okuyucular ve dikkatine güvendiğim bir dost, belki çalınan İtalyanca şarkıları Yunanca zannederek bana teessürlerini bildirmişlerdi. Bir yazıda kısaca bundan bahsetmiştim. Bayramdan evvel sayın Zambooğlundan aldığım nâzik ve samimi bir mektup, kendi kuartetinin hiç bir zaman bir Yunan şarkısı çalmamış olduğuna beni inandırdı. Çünkü değerli san’atkâr bir Galatasaray mezunudur ve Türkiye’ye bağlılığından şüphe edilmemek lâzım geldiği kanaatindedir. Arzusu üzerine bu yanlışlığı düzeltmekte geciktiğim için kendisinden özür dilerim.
Fakat bâzı gazinolarda, koro halinde Yunanca şarkılar söyleyen Rum müşterilere ait şikâyetler de eksik olmuyor. Okuyucularımızdan biri, bayramın 4. günü Boğaziçinin sahil gazinolarından birinde oturuyormuş. İlerideki masaları birleştirerek bir grup teşkil eden Rum müşteriler, hep bir ağızdan ve yüksek sesle bir Yunan marşı söylemeğe başlamışlar. Umumi bir infial uyanmış. Okuyucumuz gazinonun yetkili adamına bu hareketin doğru olmadığını hatırlatmış ve sükûneti bozanların susturulmalarını istemiş.
Gazinocunun cevabı:
- Bunlar turisttir. Memlekete bol bol döviz akıtıyorlar. İstediğini yaparsak bu kaynaklar kesilir. Hem bu şekilde müdahaleye de hakkımız yoktur.
Bu münasebetsizlerin turist değil, yerli Rum oldukları ve icap ederse bu noktanın tesbiti güç olmadığı kendisine söylenince, gazinocu ısrar etmemiş ve coşkun grubu susturabilmiş.
Pek çoğu Rum olan bu gazino sahiplerinin, ihtara lüzum kalmadan buna benzer cür’etleri önlemelerini temin edebilecek kestirme bir yol vardır. Bu toprağa bağlılıklarından emin olmadığımız Rum gazino, dükkân ve mağazalariyle toptan alâkayı kesmek!
Bizden olmayanlara bu memlekette nefes aldırmamanın çaresi onların gelir kaynaklarını besleyen iktisâdi hava deliklerini tıkamaktır. Bunlar, hâlis Türk müşterilerinin azaldığını görürlerse, ya bize bağlılıklarını ispat eden hareketlere (teberrulara, ianelere, milli dâvalarımızın her şekilde müdafaasına) girişirler veya iflâs eder, bu memleketten defolup giderler.
***
PEYAMİ SAFA’DAN RUM VATANDAŞLARA (Milliyet, 08 Temmuz 1958)
Şüphemizi mâzur gör!
Bütün mesele, Türkiye’de yaşayan Rum vatandaşlarımızın gönül renklerini tayin edebilmektedir: Hangisi kırmızı-beyaz, hangisi mavi-beyaz? Elimizde radioskopi veya radiografi yapmağa elverişli teknik bir vasıta yok (…) Millî davalarımıza bizden farksız bir alâka şiddet ve hararetiyle bağlanmak, Türk dilinde ve kültüründe bizden geri kalmamak, Türk tarihinin heyecanlarını bizim gibi yaşamak ve Yunanistan’la aramızda bir harp çıkarsa, orada, müşterek topraklarımızın müdafaası için bizim gibi ölmeğe hazır olmak! Böyle bir Rum’u Türk’ten ayıramayız (…) Rum vatandaş! Türk tarihiyle öğünüyor musun? Senin atan Fatih midir Konstantin mi? Edebiyatla alâkan varsa, eski ve yeni Türk romancı ve şairlerini tanıyor musun? Çoğunun eserlerini okudun mu? Kıbrıs’ın Türk olduğuna inanıyor ve bunu haykırmak için mitingler hazırlıyor musun? Öyleyse bizdensin. Değilse, şüphemizi mazur gör.
Şimdi, M. Vasiliades’in gazeteye yolladığı (ve basılmayan) 05.07.1958 tarihli cevabı görelim:
***
Sayın bay Peyami Safa,
3/7/58 ve 5/7/58 tarihli “Milliyet” gazetelerinden, imzanızı taşıyan “Bizden olduğunu söyleyenlere” ve “En kestirmesi” serlevhalı yazıları, büyük bir teessürle okudum. Haddim olmayarak size bu iki yazınızda çok büyük bir hâtâya düşmüş olduğunuzu belirtmek isterim. Zira burdaki iddialarınız -anladığıma göre- ancak aynı dili konuşan kimselerin müşterek menfaatleri olabileceği, aynı dili konuşmıyanlarınsa birbirlerinin kuyusu kazmağa uğraşacakları beyânındadır. Belki bunları reddedip böyle bir iddiada bulunmadığınızı söyleyeceksiniz. Maamafih “Türkçe konuşmayan bizden değildir” iddiası ancak ve ancak buna delâlet edebilir.
Lakin şunu bilmenizi isterim ki, bugünkü millet anlayışı “Aynı devlet sınırları içinde yaşayıp, aynı dinden olan ve müşterek bir lisan konuşan kimselerin topluluğu” değildir. Bunun bâriz ispatı olarak size bu gün dünyanın en medeni memleketlerinden, hatta en medenisi sayılan İsviçre’yi gösterebilirim. Avrupa’nın bu ufak memleketinde, ne bir din (ahali Protestan ve Katoliklerden müteşekkildir) ne de bir dil birliği vardır. Bununla beraber müşterek menfaatlerin doğurduğu gayet kuvvetli bir milli birlikleri mevcut. Yaşadıkları havaliye göre İtalyanca, Fransızca, Almanca konuşan, fakat ne İtalyan ne Fransız ne de Alman olan bu adamlar el ele verip müşterek vatanlarının ilerlemesi için lâzım olanı yapmaktan bir an imtina etmemişlerdir. Bunun içindir ki biz de vatanımız olan, bu menfaatlerimizin bağlı olduğu memlekete elimizden gelen yardımı yapmaktan geri kalmamaktayız. Çünkü onun yükselmesi, bütün Türk milletinin ve bu arada bizim yükselmemiz demektir.
Bu topraklara bağlılığımızı iane ve teberrularla göstermemizi istiyorsunuz. Size şunu hatırlatayım ki “Milliyet” gazetesinin Çanakkale Şehitleri âbidesi için açmış oduğu kampanyaya sayılı Türk zenginlerinden hiçbirini göremedik. Buna rağmen gazetenizin sütunlarından bir çok Rum vatandaşın ismi geçmiştir.
Şarkı bahsine gelince:
1) Müzeyyen Senar son Yunanistan seyahatinde Atina radyosunda Türkçe şarkılar söylemiştir.
2) El’an Gümülcine radyosundan Türkçe şarkılar dinliyebilirsiniz. Bu şarkılar ordaki Türk azınlığını memnun etmek için programa konmuştur.
3) Türkiye’de demokrasi vardır ki bu her vatandaşa istediği lisanda konuşup şarkı söylemek hakkını sağlar.
4) Şarkının yüksek sesle söylenmiş olmasından rahatsız olunduysa Türkçe veya - sizin Yunanca tabir ettiğiniz- Rumca olması mevzuubahis değildir. Bütün bunları bilmediğinizi zannetmek abes olur. O halde sayın bay Peyami Safa bu Türk efkârı umumisini Rum azınlığının aleyhine kışkırtma siyaseti neden? Size başımdan geçmiş bir vakayı anlatmadan geçemeyeceğim. 1. sınıfına devam ettiğim “Yük. Ekon. ve Tic. Okulu”nda, Yunanistan’dan yeni gelmiş olduğu için Türkçeyi daha iyice bilmiyen bir talebe arkadaşım teneffüste hocanın söylemiş olduklarını Rumcaya tercüme ederken, bizi duyan bir diğer yüksek tahsil talebesi (!)
“Bana bak burası KEFERİSTAN değil GAVURCA konuşma” demiştir. Yalınız şuna da işaret etmek isterim ki, bu ve bu gibi cümlelere her zaman ve her yerde muhatap olmaktayım. Şunu da ilave edeyim ki Rum dükkan sahiplerini boykot etmekle, memlekette telâfisi güç kayıplar kazandıracak bir ikilik yaratırsınız. Aynı zamanda unutmamanızı isterim ki Kıbrıs Tük cemaatinin boykot edilerek aç bırakılmasını, insanlık dışı olarak vasıflandıran sizsiniz. Neşredip cevap vermeniz temennisiyle mektubuma son
veriyorum.
Saygılarımla, Mihal Vasiliadis
Şimdi bir de, Milliyet okurlarından birinin gazeteye yolladığını mektubu görelim:
***
YORGO EFENDİ, PAVLİ EFENDİ SİZLERE SESLENİYORUM (Milliyet, 15.05.1965)
21 Nisan tarihli gazetenizin (Görüş) kısmında sayın Bülent Ecevit’in eğimser yazılarını okudum. Türk vatandaşı olarak Ali’ler, Veli’ler gibi Anayasa teminatından istifade eden Yorgo, Mihal veya Pavli efendiler, sizler ilerde Kıbrıs yüzünden Yunanistan’la aramızda çıkması melhuz bir çatışmada ne gibi bir durum
takınacaksınız?
İşgal senelerinde bizlere yapılanlar hâlâ hâtıralarımızdadır. Küçücük Türk ve Müslüman çocuklarını döverdiniz. Şimdi ise -bazı hüsnüniyet sahipleriniz müstesna- birçoklarınız Kıbrıs durumu dolayısıyla sükutu muhafaza etmektesiniz. Beş parmak bir değildir. Fakat bin türlü küfürlerle atıp başımızı yardığınız taşların acısını hâlâ başımda hissetmekteyim. Patrikhane ve birçok kilise hesapları inceden inceye tetkik edilirse sizlerin buralara yaptığınız maddi yardımların yekûnu meydana çıkacaktır.
Kumkapı’da ve Samatya’da büyümüş bir Türk çocuğu olarak bunu yakinen biliyorum. Yaşım 53’tür. Bugün Kıbrıs’ta sözde din adamı bir keşiş tarafından gayri insanî şartlar altında bırakılan, yiyecekleri kesilen, çocuklarına süt gönderilmesi yasaklanarak ölüme terk edilmeleri gayesi güdülen ve bilhassa bu baskıların dinî ve milli tesadüflerine dikkat sarfedilen Kıbrıs’taki Türk kardeşlerimize herhangi bir yardımda bulunuyor musunuz? Bulunuyorsanız bunu gönül ferahlığı ile açıklayabilir misiniz?
Bu konuda sizlere gazetelerimiz vasıtasıyla birçok sorular soruldu. Fakat hepsi de cevapsız kaldı. Yalnız kendi emniyet durumunuz tehlikeye girdiği veya bahis konusu olduğu zaman Türk vatandaşı olduğunuzdan dem vurur ve hatırlatmakla yetinirsiniz. Asırlardanberi yaşadığınız ve her türlü nimetlerinden faydalandığınız bu mübarek topraklarda hâlâ daha Türkçe konuşmaktan kaçınırsınız. Olmuyor Mihal efendi, olmuyor Yorgo efendi. Hakiki Türk vatandaşı ve dostu iseniz gösterin kendinizi, işte meydan.
Ankara Bahçelievler, Hadi Ünsun
Son olarak, M. Vasiliadis’in bu okur yazısına (yine, basılmayan) cevabıyla bitirelim:
***
HADİ’lere MEHMET’lere
15.5.965 tarihli Milliyet1in bu köşesinde yayınlanan mektubunuzu okudum sayın Hadi Unsun beyefendi, Yorgolara Pavliler’e seslenen mektubunuzu. Düşündüm düşündüm de, ben de Hadi'lere Mehmet‘lere sesleneyim dedim. Kimbilir, belki duyan olur bu kez.
Dediğiniz işgal yıllarını yaşamadım ben, İkinci dünya uğraşı başlarken doğdum, İlk anılarımın arasında 20 doğumun askere çağrılışı var [Gayrimüslimlere 20 Kura askerlik]. Hayal meyal bir düş gibi geliyor aklıma kesilen yollar, tutulan köşe başları. İşlerine giderken çevrilerek, evlerine veda edemeden posta edilenler. Dönüşlerinde bir garip hikayeler anlattı tümü de. Ve tümünün ağzında şükranla anılan bir isim: Mareşal Fevzi Çakmak...
Ve sonra o büyük tokat geldi çarptı yanaklarımıza. Yatalaktı o sıra babam, çalışamıyordu. Amma sebep değildi bu herhalde. O da ödemeliymiş Varlık Vergisini her vatandaş gibi (!). Yoksa şilte yere indirilir yatak haczedilirmiş. Öyle dedi o zamanki hükümetin haciz memurları, Ve böylece babamın el emeği ile -vergisini ödiyerek- var ettiği herşey gitti elden bir çırpıda. Aşkale’ye sürgün gitmekten onu ancak kurtardı hastalığı. 1955 Eylülünde ise lise öğrencisi idim artık. O meş’um gece en ince noktasına kadar derin derin nakşettirdi kendisini anılarıma. Sonradan bu olaya önayak olanlar saldılar sallanan gölgelerini yere sehpalar ortasından. Ya da girdiler dört duvar arasına. Amma, istismar ettikleri, bu işi yapanların kalbinde yatan hangi histi acaba?
Ve sular devam etti köprülerin altından akmaya. 1957, 58, 59 seneleri. Bizler için buhranlı yıllar. Bu devrelerde muhatap oldum "Burası keferistan değil, gâvurca konuşma"; hitabına Üniversiteli arkadaşımdan. Ve bu yıllarda üniversiteyi bırakmak zorunluğunu duydum böyle küçük düşürücü hitaplardan kurtulmak için. Sınıfımı geçtiğim halde, iyi talebe olduğum hâlde. Yazmıştım bunu Peyami Safa beye de o zamanlar. Ama ses çıkmamıştı hiç.
Sonra askere gittim. Yedek Subaylığım sırasında tanıdım temiz, saf, Anadolu çocuklarını. Kardeş kardeş geçindik hepsi ile de. Gerek okulda gerek kıt’ada. Bir tek acı söz işitmedim hiç birinden. Yalınız bir kez başka biri, İstanbul’lu biri, yarı şaka yarı ciddi "gâvur" deyiverince, kulaklarına kadar kızardı Anadolu çocuğu. Londra ve Zürih anlaşmaları imzalanmıştı o sıra.
Ve en sonunda, teskereyi almak üzere iken geldi 28 Nisan ve 27 Mayıs tarihleri. Rami kışlasında talimgâh subayı idim o sıra. Olaylara ilk karışan subay olma şerefi, bizim bölüğün subaylarına aittir. O devredeki tutumumu ise, hem silâh arkadaşlarım, hem "Küçük Teğmen" diye isim takan öğrenciler bilir. Bir an için bile olsa kendimi yabancı hissetmedim o olaylara. Emeksizlere, Kalmazlara ben de ağladım herkesle birlikte. Ve belki de bir çoklarından fazla.
Ve yine geçti yıllar, ve yine durum değişti. Bugünkü vaziyet geldi çattı. Beni ilgilendiren devlet-yurttaş ilişkileri değil. Yurttaşlar arasındaki durum aslında. En ufak bir hakkımızı savunmıya görelim. Hemen gâvurluğumuz vurulur yüzümüze. Karımızla, kızımızla çıksak sokağa, korkarız konuşmağa. Belli olursa Rumluğumuz, elin iti hak görür kendinde çimdik atmayı, sürtünmeyi. Serserinin biridir bunu yapan, kabul amma, neden illâki bizi seçer de başkalarına yapmaz ayni şeyi? En ağırından bir küfür edilse düşünürüz cevap vermeden. Atıverirler hemen “Türklüğe Hakaret" iftirasını diye. Belki bulursun en sonunda hakkını amma meşhur sözdür "Korkulu rüya görmektense…” diye.
Gel gelelim öbür yanlara. Samatya’da büyüyen bir Türk çocuğu olarak biliyorsunuz kiliselerin, patrikhanenin, "oralara” yaptığı yardımları. Türk hükümeti; savcısıyla, yargıcıyla, polisiyle, Milli Emniyetiyle, bilmez mi dersiniz Samatya’da büyüyen bir çocuğun bildiğini?
Yardım konusuna gelince... Uzağa gitmek gereksiz. Milliyet arşivlerine bakalım yalınızca. Çanakkale abidesi kampanyasına yapılan yardımlara. Bir de soralım yardım toplamağa çıkan gruplara; önce kimlere uğrar, ve en fazla parayı kimden alırlar. Daha olmazsa veznedarlık yapanlara da sorabiliriz birçok dairede; en fazla yardım pullarını kimler yapıştırır diye.
Türkçe konuşmağa gelince... Sarihtir Anayasa, bu bir. "Turça iyi bilmiyor ben"; demek, en fazla "Türkçe ni zani" demek kadar kötüdür, bu iki. Batı Trakya göçmenleri Yunancayı hiç bilmez, bu üç. Yeni kuşak Türkçeyi en az Müslüman Türkler kadar iyi konuşur, bu da dört.
Son olarak şunu da bir hatırlatıvereyim: Türkiyenin, dünyanın en geri kalmış on memleketinden biri olmasının, şu kadar milyon işşiz, bu kadar milyon okuma yazma bilmezin bulunmasının günâhı Rum azınlığının değildir elbet.
Olmaz Hadi efendi, olmaz Mehmet efendi. Hakiki Türk vatandaşı ve dostu iseniz gösterin kendinizi. Bırakın başkalarının kabahatini bize ödetmek istemeyi de uzatın ellerinizi. Hep birlikte kardeşçe kalkınalım.
Saygılarımla, Mihal Vasiliadis
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.