1. YAZARLAR

  2. İbrahim Kiras

  3. Mahalle hukuku
İbrahim Kiras

İbrahim Kiras

Mahalle hukuku

A+A-

Kitab-ı Mukaddes’te faiz yasağı şartlı olarak ifade edilir: “Yabancıdan faiz alabilirsiniz ama kardeşinizden almayacaksınız. Böyle yapın ki, mülk edinmek için gideceğiniz ülkede el attığınız her işte Tanrınız RAB sizi kutsasın.” (Tesniye, 20.) Demek ki faiz yasağı Musevilerin “kendi kardeşleriyle” aralarındaki borç ilişkisinde geçerli. Seçilmiş millete mensup olmayan yabancılar (Goyim) ile alışverişinde geçerli değil.

Yahudilerin tarih boyunca -ve bugün- yaşadıkları ülkelerde ağırlıklı olarak finans sektöründe faaliyet göstermeleri böylesine açık bir dini ruhsatın eseri kabul ediliyor. Kimileri bunun özellikle Avrupa ülkelerinde maruz kaldıkları ayrımcılık yüzünden Yahudilerin çalışabilecekleri başka iş kolu kalmamasına bağlıyor. Kimileri ise her an sürülme/kovulma tehdidi altında bulunan bu insanların mecburen taşınamaz mal edinmekten geri durmalarının sonucu sayıyor menkul değerlerle uğraşmalarını.

Ancak hangi sebeple olursa olsun söz konusu sektörde yer alan dindar Yahudiler faizle kredi verecekleri kişilerin “kendi kardeşlerinden” değil yabancılardan olmasına dikkat ettiler hep. Buna benzer şekilde bizde de Hanefi mezhebine göre “darülharb”de gayrimüslimlerden faiz almak (vermek değil) caizdir. Her ne kadar bu hükmün gerekçesi fukaha arasında tartışmalı bir konu olsa da son tahlilde “Bizden olanlar” ile “bizden olmayanlar” için iki ayrı kuralın geçerli kabul edildiği ortada. (Caferi mezhebine göre ise yalnızca “darülharb”de değil, İslam toplumu içinde yaşayan gayrimüslimlerden faiz almak da caizdir.)

Her kuralın herkes için geçerli olmadığı hukuk anlayışının kökleri Hammurabi kanunlarına kadar uzanıyor. Eski Babil’de sıradan vatandaşlar için geçerli olan bazı kurallar soylular için geçerli olmayabilirdi. Bazı durumlarda erkekler ile kadınlar da eşit haklara veya yükümlülüklere sahip sayılmazlardı. Aynı hukuk anlayışının tezahürlerini kadim Yunan’da ve Roma’da da görürüz.

Günümüzde ise hukukun üstünlüğü -bir başka adlandırmayla kanun hakimiyeti- kuralı temel bir değer olarak kabul ediliyor artık. Nedir bu kuralın manası? Kuralların her şart altında herkes için geçerli olması. Hakların da yükümlülüklerin de istisnasız olması. Bunu sağlayan rejimlere “nomokrasi” (kanun nizamı) diyorlar.

Hukukun üstünlüğü prensibi modern Batı dünyasının sosyal ve iktisadi gelişmişliğinin de kaynağı kabul ediliyor. Söz gelimi Nobelli ekonomistimiz Daron Acemoğlu farklı toplumlar arasındaki refah farkını o ülkelerde cari bulunan siyasi düzenin ve hukuk sisteminin bazı nitelikleriyle izah ediyor, biliyorsunuz.

Çünkü bir ülkede yasa ve kurallar herkes için geçerli değilse, imtiyazlı kişilerin varlığı veya ayrımcılık söz konusu ise burada siyasi yapı, Acemoğlu’a göre kapsayıcı (inclusive) değil, dışlayıcı (extractive) nitelik taşıyor demektir. Böyle bir ülkede ekonomik gelişmenin sürdürülebilir olmasını sağlamak mümkün olmaz. Çünkü bu durumda en azından toplumsal kaynaklarınızın bütününü ekonomik gelişmeye ortak etmemiş olursunuz.

Türkiye’nin bu manada ne durumda olduğu tartışmadan vareste. Atalarımızın “adalet mülkün temelidir” dedikleri anlayışı biz ne yazık ki modern devirde “hukukun üstünlüğü” prensibine dönüştüremedik. Üstünlerin hukuku hâlen hüküm sürüyor. Ülke olarak uzun zamandır kanun hakimiyetinin uzağındayız gerçi ama bilhassa son yıllarda kurallar hiç işlemiyor. Daha doğrusu herkes için eşit şekilde işlemiyor.

Güncel örneklere bakalım... (Böylece, burada her Allah’ın günü gündemdeki siyasi tartışmaları yorumladığımız halde muhatap olmaktan kurtulamadığımız “Güncel mevzulara girmekten kaçıyorsun” eleştirilerine bu kez meydan vermemiş oluruz.)

Türkiye’de bugün her alanda olduğu gibi hukuk ve yargı alanında da “çifte standart” hakimiyeti var. Söz gelimi ayyuka çıkmış yolsuzluk iddiaları duymazdan ve görmezden gelinirken, söz gelimi kendi bakanlığına temizlik maddesi satan bakanın istifa etmesi yeterli görülürken veya yine söz gelimi bakan olarak attığı imzayla kendi şirketine çıkar sağlayan bir başka bakanın istifası bile mevzu bahis değilken siyasi muhaliflerle ilgili soyut yolsuzluk iddiaları yargının radarına mutlaka giriyor.

“Teorik yazma güncel yaz” diyen okuyucularımı memnun etmek için yine bir güncel örnek vereyim: Bir siyasi liderin ailesine küfredilince derhal harekete geçen yargı başka bir siyasi liderin ailesine, haysiyetine namusuna yönelik saldırılara karşı suskun kalabiliyor.

Cumhurbaşkanının “AK Parti lideri şapkasıyla” konuşup en ağır sözlerle eleştirdiği siyasetçiler kendisine cevap verirlerse Cumhurbaşkanına hakaret ile suçlanıp yargılanıyorlar. İş başındaki hükümeti biraz sert eleştirenler sabaha karşı evleri basılıp göz altına alınırken, 24 Haziran seçimleri öncesinde bir TV kanalına çıkıp “Seçimi kaybedersek Belgrad Ormanları’na gömdüğümüz silahlarımızı çıkarır savaşırız” diye konuşan adam ne gözaltına alınıyor ne de tutuklanıyor.

Bir başka TV yayınında ise “Yanlış anlaşılmasın, doğru anlaşılsın; bizim aile 50 kişiyi götürür. Bu konuda çok donanımlıyız maddi ve manevi olarak. Liderimizin yanındayız ve asla yedirmeyiz bu ülkede, onu söyleyeyim. Ayaklarını denk alsınlar. Bizim sitede hâlâ 3-5 kişi var, benim listem hazır” diye konuşan kadın da ne gözaltı görüyor ne tutuklama.

Peki, niye? Niye derken, kuvvetler ayrılığı prensibinin rafa kaldırıldığı bugünkü düzende yargı gücünün de yasaların herkes için geçerli olması prensibini rafa kaldırması kimseyi şaşırtmayan bir durum ama bu iklimi ne besliyor? Dünyanın başka bazı yerlerinde hayal bile edilemeyecek böyle bir şey bizde nasıl olabiliyor? Toplum buna nasıl rıza gösteriyor?

Toplumun genelini bırakın, “Hırsızlık yapan kızım Fatma da olsa elini keserim” diyen peygamberin ümmeti olmakla övünen mütedeyyin muhafazakar vatandaşımızı rahatsız etmiyor mu bu durum?

Aslında şöyle sormak lazım: Niye rahatsız etmiyor?

Bu sorunun cevabı sosyokültürel yapımızda. Çünkü bizim gibi bütünleşmemiş veya sonradan bütünlüğünü kaybetmiş toplumsal yapılarda ortak değerler öne çıkamıyor ve ortak “ahlak normları” olmuyor. Dolayısıyla herkesi bağlayan bir hukuk da inşa edilemiyor. Kardeşinden faiz alması yasak olan Yahudi’nin yabancılarla alışverişinde hiçbir sınıra tabi olmayışı gibi.

Bir ortak yasanın birleştirdiği değil, birtakım küçüklü büyüklü mahallelerdeki sınır duvarlarının ayırdığı bu toplum, modern anlamdaki “millet” kavramının tarifine de uymuyor. Kendisini bir milletin üyesi olarak görmeyen kişi farklı siyasi görüşte olan, farklı din anlayışı olan, farklı yaşayan kişileri “kendinden” saymıyor. Hatta biraz kışkırtılırsa bunları düşman olarak da görebiliyor.

Böylesi bütünleşik olmayan (parçalı) toplumlarda devlet ortak hukuk çatısı değil, “ele geçirilen bir mevzi” demek olduğu için yargı gücü de aynı amaçla ele geçirilen bir silah olarak görülüyor.

Ancak şunu da muhakkak ilave etmek gerekiyor: toplumsal kesimlerden birinin taşıdığı olumlu veya olumsuz özelliklerden ve eğilimlerden diğer kesimlerin kusur kalması söz konusu değil. Çünkü toplum hayatında da bileşik kaplar prensibi geçerlidir.

Önceki ve Sonraki Yazılar