1. HABERLER

  2. KÜLTÜR -SANAT

  3. Maziden Atiye İsimli Esere Dair
Maziden Atiye İsimli Esere Dair

Maziden Atiye İsimli Esere Dair

1995-2000 yılları arası kendisi için muhasebe ve yeniden başlamanın yollarını aradığı bir dönem olarak niteleyen Savaş, bu süreçte düşüncelerinde köklü değişiklikler olduğunu ifade etmiştir.

A+A-

Dr.M.Zahir KARATAŞ - Ufkumuzhaber       

Yaşadığımız an itibariyle kesbi olarak olumlu veya olumsuz sahip olduğumuz her şey geçmişte yaptığımız tercih ve faaliyetlerimizin sonucudur. Yani bu günümüz geçmişteki tercih ve faaliyetlerimizin sonucudur. Geleceğimizi ise bu günden yaptığımız/yapacağımız tercih ve faaliyetler belirleyecektir. Geçmişini unutmayıp iyi irdeleyen mü’min bir insan veya topluluk, geçmişte yapılan hataları tekrar etmez ve dahi kaçırdığı fırsatları da kaçırmaz. Çünkü geçmiş, onlar için bir deney laboratuvarı mesabesindedir. Birçok faaliyet ve davranışın sonucunu bizzat müşahede etmiştir. Yanlış olduğu veya daha çok zarar verdiği tecrübe edilmiş bir davranışı ya da faaliyeti tekrar etmek hamakattır. Mü’min ise ahmak değil basiret sahibi bir insandır. Rasûlullâh’tan rivâyet edilen bir hadisin ifadesiyle: لا يُلْدَغُ المُؤْمِنُ مِن جُحْرٍ واحِدٍ مَرَّتَيْنِ Mü’min aynı delikten iki defa ısırılmaz.[1] Bu zaviyeden bakıldığında “Maziden Atiye” isimli eser, isim ve muhtevasıyla tıpkı bir deney laboratuvarında olduğu gibi uğruna birçok ağır bedeller ödenen belirli yol ve yöntemlerle yapılmış mücadelelerin sonucunu müşahede etme ve de gerekli dersleri çıkarmayı sağlama anlamında önemli bir yere sahiptir. Bilhassa Türkiye’deki İslâmî hareketler için incelenmesi gereken ve bir eksiği gideren önemli bir kilometre taşıdır.

Eser, Zeki Savaş ile yapılan bir söyleşi sonucu teşekkül etmiştir. Aslında söyleşi-röportaj karışımı desek daha doğru olur. Çünkü söyleşide habercinin (raportörün) yer, kişi ve konu hakkındaki duygu ve düşüncelerine yer verilmez, söyleşi yapılan kişiyle okuyucu baş başa bırakılır. Röportajda ise raportör, kendi duygu ve düşüncelerini aktarır, dilediği yerde de söyleşi yapılan kişinin düşüncelerine yer verir. Eserde röportaj yapan kişi birçok yerde soru sorarken kendi duygu ve düşüncelerine de yer verdiği için eser, söyleşi-röportaj karışımı bir eserdir demek kanaatimizce daha doğru olur. Eser, hayat hikâyesi, yazım hayatı, hicret ve İran, değişim, Kürt sorunu, Filistin meselesi, siyaset ve yönetim ve muhtelif konular olmak üzere sekiz bölümden ibarettir.

İnsanın okuduklarının yanında doğduğu yerin, yetiştiği çevrenin ve sahip olduğu imkânların da kimlik ve kişiliğinin inşasında, düşüncelerinin teşekkülünde ve ufku üzerinde etkili olduğu hususu izahtan varestedir. Bu çerçevede Sayın Zeki Savaş’ın “Bey” bir aileden gelmesi ve babasının âbid bir insan olması, ömrünün bidayetinde hem toplumun sorunlarına ilgi duyması hem de İslâmi bir hayatı tercih etmesi üzerinde etkili olmuştur. Diyarbakır ili, ekonomik olarak ve imkânlar açısından nispeten Türkiye’nin geri kalmış bir bölgesindedir ancak gerek etnik farklılık gerekse de dini hassasiyetler nedeniyle halkının çoğu politize olmuş durumdadır. Halkının çoğunun politize olduğu bir şehrin, insanın siyasi duruşu ve davranışları üzerindeki etkisi de tartışılamaz bir gerçektir. Bu çerçevede Sayın Zeki Savaş’ın ilk gençlik yıllarını Diyarbakır’da geçirmesi, onun mücadeleci kişiliğine katkı sunmuştur.

Zorunlu hicret nedeniyle farklı bir toplumun mega kent olan başkentine taşınması sayın Zeki Savaş’a birçok zorluğun yanında dil ve dini birikiminin gelişimi, bahusus düşünce ufkunun gelişimi açısından çok büyük avantajlar sağladığını görmekteyiz. Dinin, farklı toplum ve kültürlerde farklı şekilde vücut bulmasını, yetiştiği toplum ile taşındığı toplumu bizzat müşahede ve mukayese ederek tecrübe etmiştir. Bu da ona İslâm’ın gerek bireysel gerekse de toplumsal hedefleriyle ilgili daha büyük pencereden bakmasını sağlamıştır. İşte “Maziden Atiye” isimli eser, bunca yaşanmışlığın, tecrübe ve birikimin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bu nedenle katılırız ya da katılmayız eserde ele alınan her bir konu hem derin yaşanmışlıkları hem de derin mukayeseleri ve tefekkürleri barındırmaktadır. Masa başında üretilen eserlerden değildir. Eserde birçok yerde başka yazarların sözlerinin alınıp dipnot ya da metin içi kaynak gösterilmemesi eserin bilimsellik yönü için bir eksiklik olmuştur. Eserin tamamını ele alıp tahlil etmek, eserin en az iki katını yazmak demektir. Dolayısıyla bir makale ile ancak eserin önemine ve ele aldığı noktalardan birkaç tanesine dikkat çekilebilir. Biz de bunu yaptık/yapacağız.

Zeki Savaş’ın, gençliğinde soyut bir İslâm devletini tasavvur ettiğini, insanın soyut olanı kendi zihninde güzelleştirip kâmilleştirdiğini bu nedenle İslâm devletini medine-i fazıla olarak görmeyi umut ettiğini ancak zihinde tezyin edilen tasavvurların hayata aktarılırken reel şartlara mahkûm ve mecbur kaldığı için medine-i vakıa ile karşılaştığını ve bu nedenle de bazı umut ve hayallerin gerçekleştiğini ancak bazılarının da kırıldığını ifade etmesi çarpıcıdır. Elbette bu duygu, yalnızca Sayın Zeki Savaş’a ait bir duygu değildir. Birçok kişi bu duyguyu yaşamıştır ve birçok kişi de yaşayacaktır. Bunun birçok sebebi olabilir. Bu sebeplerden biri de; kişinin sevdiği ve gerçekleşmesini çok istediği bir şeyi hayal ederken olumsuz taraflarına değil, olumlu taraflarına odaklanması olabilir. Hayaller, gerçek hayata tatbik edildiğinde ise insan olumlulukların yanında hesap etmediği bazı olumsuzluklarla da baş başa kaldığı için bazı kırılmalar yaşayabilir.

Zeki Savaş, hayat hikâyesi ve yazım hayatını anlattığı kitabın ilk iki bölümünden sonra üçüncü bölümde İran ile ilgili gözlemlerini anlatırken; İslâm’ın devlet eliyle ve devlet imkânlarıyla sunulmasına karşı bir direncin geliştiği şeklinde bir tespit yapıldığını ve bu tespitin nedenleriyle ilgili yoğun tartışmaların meydana geldiğini ifade etmiştir. Ancak özellikle devlet ricalinin böyle bir tespiti kabul etmediğini belirten Zeki Savaş, tespiti kabul edenle etmeyenlerin her biri kendi görüşünü teyit için bazı örnekler verdiğini belirtmiştir. İslâm’ın devlet eliyle sunulmasına karşı direncin geliştiğini ileri sürenler, toplumda namaz kılma oranının düşüklüğünü örnek gösterirken direncin geliştiğini kabul etmeyenler ise Aşura, Erbein ve Kadir Geceleri merasimine katılımdaki artışı örnek göstermektedir.

Devlet eliyle ve devlet destekli İslâm sunumuna bir direncin geliştiği görüşünü benimseyen Zeki Savaş bunun nedenlerini şöyle ifade etmiştir: Birincisi, devletin eksiklerinin, yanlışlarının ve başarısızlıklarının olumsuz etkisi, İslâm’ı sunan devlet olunca, devletin yetmezlikleri ve nakısları verdiği dini mesajın yerine ulaşmasını zorlaştırıyor ve engelliyor. Toplumun önemli bir kısmı dini yönetim ve din adamı olan yönetici ile yönetimin başarısızlıkları arasında bağ kuruyor. İkincisi, İslâm devleti olduğu için devlete yöneltilen eleştirilerin İslâm’a yöneltilmiş gibi kabul edilmesi. Nakıs olan devlet, kâmil olan İslâm ile eşitlenince kâmil olan da nakısa yöneltilen eleştiriden payını alır. Üçüncüsü, devletin kendi yandaşlarına imkân sağlaması ve karşıtlarını dindar görünmeye zorlaması. Menfaat ve cebir, samimiyetsiz dindar üretir ve samimiyetsiz dindarlık da dinden uzaklaşmaya neden olur. 2002’den beri muhafazakâr bir partinin iktidarda olduğu Türkiye’de de İran’dakine benzer bir durumun yaşandığını belirten Zeki Savaş,  devamında bu konuda sosyolojik bazı tespitlerde bulunarak şunları ifade etmiştir: Devletin dini sunduğu bir toplumda zahiri/dış görünümü güçlü ama derunu/içi zayıf ve samimiyetsiz bir dindarlık gelişir. Dinin devlet dışı sivil şahsiyet ve organizasyonlar vasıtasıyla sunulduğu toplumda da zahiri zayıf ama derunu güçlü ve samimi bir dindarlık hayat bulur. Birinde nitelik, ötekisinde nicelik öne çıkar, birinde zahir, diğerinde batın ağırlık kazanır. Bu nedenledir ki her iki yöntemin de şiddetle savunucuları bulunmaktadır.[2]

Bu tespitlerle ilgili şu itirazlar ileri sürülebilir: Birincisi, İslâm’ı devlet sununca devletin eksiklerinin, yanlışlarının ve başarısızlıklarının etkisi, dini mesajın yerine ulaşmasını zorlaştırıyor ve engelliyor, yönetimin başarısızlıkları dine tahmil ediliyor iddiası ilk bakışta doğru gibi görünse de eksik ve kusurludur. Çünkü yalnızca devletin kötü yönetimlerce yönetilmesi sonucu ortaya çıkan olumsuzluklardan yola çıkılmıştır. Bunun aksi âdil ve liyakat sahibi yöneticilerin yönetimde olduğunda ortaya çıkan olumluluklardır. Kötü bir yönetim dini mesajın ulaştırılmasını olumsuz etkiliyorsa âdil ve liyakat sahibi bir yönetim de dini mesajın yerine ulaştırılmasını kolaylaştıracaktır. Yalnızca olumsuzluklardan yola çıkıp genelleme yapmak eksik ve yanlış bir değerlendirme olacaktır.

İkincisi, nakıs olan devletin eksiklerinin, yanlışlarının ve başarısızlıklarının kâmil olan İslâm’a tahmil edilmesi de yanlıştır. Eksik olan İslâm değil devlettir, yanlış ve başarısız olan İslâm değil kötü yönetimlerdir. Kusurları sahiplerine değil de İslâm’a tahmil etme gibi yanlış olan bir yaklaşımdan yola çıkıp üzerine bir şeyler bina etmek de yanlıştır.

Üçüncüsü, devletin kendi yandaşlarına imkân sağlaması ve karşıtlarını dindar görünmeye zorlaması da tıpkı bir önceki maddede olduğu gibi İslâm’ın değil ehil olmayan yöneticilerin suçu ve kabahatidir. Bizzat İslâm’ın karşı çıktığı suç ve kabahatlerin işlenmesini İslâm Hukukunun cari/egemen olmasına bağlamak ve bu nedenle İslâm’ın devlet boyutunu sorgulamak doğru değildir. İslam’ın devlet düzeyinde yaşanmasına karşı çıkabilmek için İslâmi bir delil gerekir. Oysa tam aksi yönde delil söz konusudur. Bu konuda birçok ayet ve hadis delil olarak gösterilebilir. Ayrıca akli delil olarak da şu söylenebilir: Hem birey hem de toplum hukukunu düzenleyen İslâm hukukunun cari olabilmesi egemenlikle ilintilidir. Egemen olmayan bir hukukun cari olması mümkün değildir.

Şankıtî’nin; لَٓا اِكْرَاهَ فِي الدّ۪ينِ قَدْ تَبَيَّنَ الرُّشْدُ مِنَ الْغَيّ  Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk sapıklıktan iyice ayrılmıştır.[3] Ayetinin tefsirini yaparken zorlamanın başlangıç, devam ve sonuç itibariyle zorlamanın yapılamayacağına dair görüşünü benimseyen ve bu görüşü akli delillerle temellendirmeye giden Zeki Savaş’ın açıklamaları dikkate değerdir.[4]

 Genel olarak değişimi özel olarak da kendi değişimini anlattığı dördüncü bölümde, Kürtlerin kentlileşme ve medenileşme sürecini hala tamamlayamadığını, 2050 yıllarına kadar ancak tamamlayabileceğini ifade eden Zeki Savaş, medenileşme ve kentlileşmenin ilerlemesiyle feodal ve siyasal çatışma kültürünün gerileyeceğini iddia etmiştir. Zeki Savaş’ın feodalizmi kırsal ve siyasi feodalizm olmak üzere ikiye ayırması da dikkat çekicidir. Buna göre kırsaldaki örgütlü güçler olan feodal zihniyete sahip insanlar, şehre göç ederken zihniyetleriyle beraber göç ettiler ve şehirlerde de siyasi feodalizmi oluşturdular. Dolayısıyla kırsaldaki ağa ve beylerin kendi dışındakilere sundukları; ya bize bağlanıp istediğimizi yaparsınız ya haraç verir sessiz durursunuz ya da yaşadığınız yeri terk edip gidersiniz, bunların hiçbirini yapmazsanız öldürülürsünüz şeklindeki uygulamalarının aynısını şehirlerde devrim yapmak, devlet kurmak, federasyon veya özerklik istemek gibi siyasi taleplerle ortaya çıkan örgütler de birbirlerine karşı uyguladılar. Feodalizmden kurtulmak için çareyi kırsaldan şehre taşınmakta bulduğunu ifade eden Zeki savaş, ancak feodalizmin kılık değiştirmiş bir şekilde şehirde de var olduğunu fark ettiğini belirtmiştir.

Devletlerin doğal olarak kendisine talip olanları, talep ettiklerine ulaşmadan birbirleriyle uğraşmalarını sağladığını ve birbirlerine kırdırttığını ifade eden Zeki Savaş, yaşadıklarının tesiriyle 1994’ten itibaren kendi dünyasında bazı şeyleri sorgulamaya başladığını belirtmiştir. 1995’te mega bir kent ve başkent olan Tahran’a taşındıktan sonra gerek yaş gerekse de bilgi ve birikim yönünden gelişmesiyle birlikte bir özeleştiri yaptığını ifade eden Zeki Savaş, ardından şunları söylemiştir: Hayat devam ediyordu ve devam eden yaşam geçmişin uzantısıydı. Geriye dönüp geçmişimizi değiştiremezdim ama mazimizin doğru ve yanlışlarını, yanılsamalarını ayıklayarak geleceğimizi geçmişin tehlikelerinden ve yanlışlarından koruyabilirdim. Mazideki güzergâhın analitik değerlendirilmesi, hata ve sevaplarının saptanması ‘an’daki ve atideki mesirimizin daha salim bir çizgide ilerlemesine önemli katkı sunacağını, bizi yanlışların tekrarından muhafaza edeceğini, geçmişimizi eleğe tabi tutmadan toptan sahiplenip şiddetle savunmanın da bizi şimdilerde ve gelecekte büyük yanlışlara iteceğini düşündüm.[5]

1995-2000 yılları arası kendisi için muhasebe ve yeniden başlamanın yollarını aradığı bir dönem olarak niteleyen Savaş, bu süreçte düşüncelerinde köklü değişiklikler olduğunu ifade etmiştir. Bu çerçevede düşünce ve önerilerini bir kitap haline getirmeye karar veren Savaş, 2001’de “Ortak Payda” ismiyle yazmaya başladığı kitabını 2002’nin yazında bitirdiğini, yaşadığı yasal problemlerden dolayı kitabın ancak 2008’de basılabildiğini belirtmiştir. Kitabında, Türkiye’deki Müslümanlar için devlet talebinin “teklif-i mâlâyutak” (güç sınırlarını aşan yükümlülük) olduğunu ve “ Cemaat düzeyinde İslâmi hareket” hedefinin daha makul ve makbul olduğunu belirten Savaş, iki temel hedef önermiştir. Birincisi, özgürlük ortak paydasında özgürlük alanlarını genişletmektir. İkincisi, kazanılan veya kazanılacak olan özgürlükler alanında herkesin medenice kendi değerler dünyasını sivil alanda yaşatmaya ve genişletmeye yönelmesidir. Zeki Savaş’ın “Ortak Payda” kitabında halkın devleti özgürlükler alanlarını genişletmesini içeren bir yöntem önerdiğini ancak Türk kültürünün devlet eliyle ıslahata daha uygun olduğunu, Ak Partinin ve tarihteki birçok uygulamadan bunun açıkça anlaşıldığı şeklinde bir tespit yapması[6] oldukça dikkat çekicidir. Bu tespit esas alınırsa Türkiye’de Devlet eliyle ıslahat için mücadele etmek en makul seçenek haline gelir…

Beşinci bölümde Kürt sorunu işlenmiştir. Konu, dört hususa açıklık getirilerek izah edilmiştir. Birincisi, İslâmi açıdan konunun hükmü açıklanmıştır. Buna göre Kürtlerin ya da herhangi bir halkın kendini yönetip yönetmemesinin hükmü ibâhedir. İkincisi, bir hakkın teslimiyle o hakkın kullanılıp kullanılmaması farklı şeylerdir. Örneğin, ‘İslâm’da ticaret yapmanın hükmü nedir’ sorusuna ‘ibâhedir’ cevabı verilir. Buna göre insanlardan dileyen ve maslahatına uygun olduğunu düşünen kişi ticaret yapar istemeyen de yapmaz. Yani bu konuda belirleyici olan ticareti kendi yararına görüp görmemedir. Aynen bunun gibi İslâm’a göre her halkın kendini yönetme hakkı vardır ancak o halkın bu hakkı kendi yararına görüp görmemesi ve buna göre kullanıp kullanmaması ayrı şeylerdir. Üçüncüsü, kendini yönetme hakkıyla kendini yönetirken referans alınacak değerleri tercih etmek farklı şeylerdir. İbâhe hükmü hak ile alakalı kısmıdır. Yönetimin İslâmi esaslara dayanıp dayanmaması ise yükümlülük ile ilgilidir. Dördüncüsü, ilk üç hususun beyan edilmesi, ulusal duyarlılığı yüksek olan Müslüman bireylerin beşeri ideolojilere meyletmesini ve umut bağlamasını önler.

Herhangi bir halkın kendi devletini kurması ümmet mefkûresiyle çatışmaz diyen Zeki Savaş, ümmeti; Müslüman fertlerin, grupların, akvamın, ulusların ve devletlerin dayanışması olarak gördüğünü ifade etmiştir.

Altıncı bölümde Filistin meselesi işlenmiştir. Filistin’in Yahudiler tarafından yer altı ve yer üstü kaynaklarından ya da stratejik konumundan değil dini saiklerle işgal edildiğini ifade eden Zeki Savaş, ardından hepimizin yüreğini burkan ve başka söze yer bırakmayan şu çarpıcı ifadelere yer vermiştir: Madalyonun bir yüzünde Filistinlilerin üç çeyrek asırdır onurlu, şerefli, öğretici ve ibret verici mukavemeti bulunmaktadır ama madalyonun öbür yüzünde Filistinlileri yetmiş beş yıldır direnişe, savaşa, mağduriyete, mazlumiyete, savaş halini yaşam tarzı olarak benimsemeye zorlamış olan işgali sonlandıramayan veya sonlandırmayan, zalimle savaşmayan, mazluma yardım etmeyen başarısız bir İslâm veya Müslüman dünyası yer almaktadır. Filistinliler, direnişi yetmiş beş yıldır yaşam tarzı haline getirmişse Filistin dışındaki İslâm dünyası da zilleti yetmiş beş yıldır yaşam haline getirmiş anlamına gelir. Mutlak ambargo, mutlak mahdudiyet ve mutlak imkânsızlık içindeki Filistinli direnişçilerin Siyonist rejime sarsıcı kayıplar verdirmesi, Filistinliler için ne kadar övgü kaynağıysa İslâm dünyası ve özellikle de Arap dünyası için o kadar yergi nedenidir. Çünkü Filistin’deki mezâlimi, İslâm dünyası cılız ve işe yaramaz sesler çıkararak izliyor. İslâm dünyasının Filistinlilerin direnişine methiyeler düzmekten çok Filistin’deki işgali nasıl sonlandırabileceği ve Filistinlilerin de huzur içinde nasıl yaşayabileceği konuları üzerinde durup çare araması ve sorumluluk üstlenmesi gerekir.[7]

Kitabın yedinci bölümünde siyaset ve yönetim son bölümünde ise muhtelif konular işlenmiştir. Türkiye’deki Müslümanların bu eserin muhtevasına benzer mazi okumalarına ve tecrübe aktarımına çok ihtiyacı vardır. Tecrübe aktarımını yapan, muhtevasıyla pahalı ve oldukça faydalı olan bu kitabın bu alanda yazılacak olan eserlere bir mukaddime olmasını dileriz. Maziyi hatasıyla sevabıyla analiz etmek ve ibret almak kişiyi, yazıp aktarmak ise birçok kişiyi istikbalde aynı hataları tekrar etmekten kurtarır ve tekâmülüne katkıda bulunur.

 

[1] Ebû Abdillâh Muhammed b. İsmâîl b. İbrâhîm el-Cu‘fî el-Buhârî (ö. 256/870), Sahîhu’l-Buhârî (Dımaşk/Beyrut: Dâru İbn Kesîr, 2002), Kitâbü'l-Edeb, 6133.
[2] Zeki Savaş, Maziden Atiye (İstanbul: Beyan, 2024), 55-56.
[3] Bakara, 2/256.
[4] Savaş, Maziden Atiye, 68-71.
[5] Savaş, Maziden Atiye, 83.
[6] Savaş, Maziden Atiye, 86-87.
[7] Savaş, Maziden Atiye, 135-137.
 
 
 
 

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.