Müslümanların bir adalet tasavvuru var mı?
Bütün dinlerin çıkış ve yükseliş hikayesine baktığımızda adaletin, devletin temeli olduğunu görürüz. Modern demokrasilerde de ‘adalet’, hukuk devletinin temeli olmuştur.
Kur’an’da da ilahi hitaba muhatap ola herkese en net şekilde, “Şüphesiz Allah, adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara yardım etmeyi emreder; hayasızlığı, fenalık ve azgınlığı da yasaklar.” (Nahl/ 90) ayeti ile toplumsal meselelerde adaletin temel esas olarak belirlendiği ifade edilmiştir. Zira bütün bireylerin kendilerini güvende hissedebilmesi, haksızlıkların ortadan kaldırılıp hukukun tesis edilebilmesi için güçlü bir adalet anlayışına ihtiyaç bulunmaktadır.
Dahası, liyakat İslam’da hangi vasıflara sahip kimselerin yönetici yapılacağı “Allah size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder.”(Nisa/58) ayetiyle ortaya konulmuştur.
Ancak bir gerçek var ki tarihsel süreç içerisinde, Müslüman dünyada akıl ve vahiy birlikteliğinin zaman içinde kaybedilmesi önemli bir sorun alanı oluşturmaktadır. Oysa İslam’ın ilk dönemlerinden bu yana bu iki unsur, birbirini tamamlayıcı bir özellik arzetmiştir. Kur’an’da ‘akletme’ ve ‘fikretme’ye vurgu yapılmasının hikmeti de bu yüzdendir.
Emevilerin son dönemi ile erken Abbasiler döneminde, İslami bilimler kadar pozitif bilimlere de önem verilmiş, başta Aristo olmak üzere kadim Helen filozoflarının eserlerinin Arapçaya çevrilmesiyle birlikte Müslüman dünyada yeni bir medeniyet tasavvuru oluşmaya başlamıştır. Doğal olarak bu yeni iklimde, İslam’ın ‘varlık’ telakkisinden hareketle reel dünyadaki sorunların çözümü konusunda yeni modellemelerin oluşması, aynı zamanda Farabi, İbni Sina, Kindi ve İbni Rüşd gibi filozofların yetişmesinin önünü açan bir iklim oluşturmuştur.
9. ve 13. yüzyıllar arasında özellikle Bağdat ve Endülüs bağlamında ortaya çıkan ilmi gelişmelerin, aynı zamanda Batı’nın aydınlanma sürecine fikri zemin hazırladığını söylemek de yanlış olmayacaktır.
İşte akıl ve vahiy arasındaki tamamlayıcı ilişkinin düzgün işlediği o ‘adalet’ temelli yükseliş dönemlerinde bir taraftan ilmi çalışmalar insanlığın ufkunu açarken, diğer taraftan da ‘herkes için adalet’ anlayışı yeni bir toplumsal iklimi oluşturmuştur.
Anacak Müslüman dünyanın, eleştirel aklın önemli filozoflarından birisi olan İbn Rüşd gibi isimlerin sorgulayıcı aklını devreden çıkararak, nakilciliğe hapsolması sonucunda erdemli ve ahlaklı insan olma geri plana itilmiş ve adalet anlayışı da giderek kaybolmaya başlamıştır.
İbn Rüşd’ün şu sözleri, Müslüman dünyanın esas itibariyle neyi kaybettiğini çok çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır: “Aklın yıkılması, naklin yıkılması anlamına gelir. Çünkü, nakli bir mesele olan iman ve vahiy hakikatlerini ispat eden ölçü, akıldır. Aklın olmadığı yerde ne nakilden ne de vahiyden söz edilebilir.”
Maalesef Müslüman dünya, eleştirel aklın kaybolmasıyla birlikte bilim alanındaki üstünlüğünü kaybetmiş, ahlaki anlamda erozyona uğramış ve sonunda adalet anlayışını kaybetmiştir. En dramatik olanı da bütün bu kaybediş hikayesinin sonunda, dinin araçsallaştırılmasının önünün açılmış olmasıdır.
Batı dünyası ise 1648’de Vestfalya anlaşmasıyla aralarındaki çatışmalara son vermiş, aydınlanma süreciyle birlikte bilimsel çalışmalar hız kazanmış ve sanayi devrimiyle de yeni ufuklara yelken açmıştır.
Peki neden Müslüman dünya evrensel bir ahlak anlayışı üretemedi, neden ahlaki açıdan sorumluluk sahibi bireyler yetiştiremedi?
Çünkü akılla arasına kalın duvarlar ördü, dinin en temel önerilerinden birisi olan ‘adalet’ anlayışını kurumsal hale getiremedi. Dini, klasik fıkıh kitaplarının içine hapsettiği için de İslam’ın temel mesajını modern dönemlerin diline tercüme edemedi ve doğal olarak çağdaş sorunlara çözüm üretemez hale geldi.
Kabul etmesi zor olsa da günümüzde Müslüman ülkelerden söz edildiğinde, kimse bu ülkeler için “Hukukun hakim olduğu, adaletin terazisinin düzgün işlediği, liyakate önem veren, güvenilir ve şeffaf ülkelerdir” diyemiyor ne yazık ki…
Çünkü Müslümanlar, sözüne, ticaretine güvenilen, Peygamberin ifadesiyle ‘elinden-dilinden herkesin emin olduğu’ insan olma özelliğini çoktan kaybettiler. Konuyu Türkiye bağlamında değerlendirdiğimizde, dindarlık iddiaları taşıyan mevcut iktidarın, ibret verici bir örnek oluşturduğunu söyleyebiliriz. Hukuk, adalet, liyakat, şeffaflık ve ahlaki ilkelere riayet iddiasıyla gelen iktidar, ahlaki dejenerasyonu önleyemediği gibi ‘hukuk devleti’ anlayışını buharlaştırdığı için yolsuzluklar adeta sıradan hale gelmiş ve ahlaki çürüme daha da derinleşmiştir.