1. YAZARLAR

  2. Ali Bulaç

  3. Nilüfer Göle ve sosyolojisi
Ali Bulaç

Ali Bulaç

Nilüfer Göle ve sosyolojisi

A+A-

Uzun zamandır, Şerif Mardin’den sonra Nilüfer Göle’yi yazmayı planlıyordum, araya başka konular girdi, daha fazla geciktirmek iyi olmaz diye düşündüm, Nilüfer Göle ve sosyolojisini yazmaya karar verdim

Çok değer verdiğim sosyologlardan biri olan Nilüfer Göle bana kalırsa 90’lı ve 2000’li yılların başlarına kadar Türkiye sosyolojisiyle ilgili en isabetli teşhisler yapan tek sosyologtu –Fransa’ya gittikten sonra yakından takip edemedim, şimdiki durumunu bilmiyorum-, bu yönüyle kişisel olarak ben onu Şerif Mardin’e tercih ederim. Hala da onun sosyolojisini aşabilen sosyolog çıkmış değil.

Göle ile ilk defa nerede ve hangi vesile ile tanıştığımızı hatırlamıyorum, tanışmadan önce “Mühendisler ve İdeoloji” kitabıyla dikkatimi çekmişti, ilk okuduğumda çok beğenmiştim ve esasında ben de dindar veya laik olsun, mühendis bakış açısının toplumu hendesenin yöntemleriyle yukarıdan aşağıya doğru şekillendirmek istediğini, bunun ise çıkar yol olmadığını düşünüyor, buna kitaplarımda dikkat çekiyordum.

Göle ile tanıştıktan sonra aramızda belli belirsiz bir dostluk oluştu, ben tabiatı itibariyle çekingen bir insan olduğumdan, görüşme talepleri ya ondan geliyordu veya sıkça çağrıldığımız sempozyum veya panellerde bir araya gelebiliyorduk. Bunlardan birini, 30 yıl öncesine ait olanı iyi hatırlıyorum.

1994 yılının Nisan ayında beni aradı ve: “Seninle bulunduğun yerde ders yapmak istiyorum” dedi. Kabul ettim. 6–7 öğrencisiyle İz Yayınları’nın Mecidiyeköy’deki bürosuna geldi, birlikte ders yaptık; güzel bir ders oldu, sonradan fark ettim ki aslında dersin konusu ben imişim, bilimsel bir ders ve çalışmanın nesnesi olmuşum. Formel ders bittikten sonra nasıl olduysa, bana

“-Sen gerçekten inanıyor musun?” diye sordu.

“-Tabii ki inanıyorum” dedim.

Bana nasıl inandığımı sordu; ben de, Allah’ın birliğine, meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahirete, hesap gününe inandığımı söyledim.  Bu sefer de,

“-Bu imanın senin hayatında etkisi nedir?”  diye sordu.

“-Mesela yemeğe ‘Bismillah’ ile başlıyorum, besmeleyi unutacak olsam, hatırladığımda kaçıncı lokmada olursa olsun, hemen ‘Bismillah’ derim. Mescide sağ ayağım ile girer, sol ayağımla çıkarım, tuvalete ise aksinedir. Sağ ve sol omuzlarım üzerinde iyiliklerimi ve kötülüklerimi kaydeden iki melek var, namazda son rekatta onlara selam veriyorum” dedim.

Bu cevabımdan sonra namaz kılıp kılmadığımı sordu; çocukluğumdan beri kıldığımı söyledim. Keza o sabah eşimle beraber yağmur duası yaptığımızı da söyledim. O gün İsmailağa Mahmut Efendi cemaatinden bir grup da yağmur duası için Yuşa tepesine çıkmışlardı,  biz de onlara evden eşlik ettik. R. Tayyip Erdoğan yeni İstanbul Belediye Başkanı seçilmişti (27 Mart 1994), uzun zaman süren su sıkıntısı yaşanıyordu, yağmur yağmıyordu.

“-Peki, sen bu dua ile yağmur yağacağına inanıyor musun?” diye sordu.

İnandığımı söyledim ve Allah’ın işine bakın, tam da o esnada yağmur yağmaya başladı, yağmurun iri damlaları şakır şakır ders yaptığımız cama vuruyordu.

“-Bakın” dedim “Duamız kabul olundu”. Bana biraz da hayretle:

“-Ben de seni entelektüel sanıyordum; sen başka bir fenomenmişsin” dedi.

Sonraları onu hayli kızdıracak bir şey söyleyecektim.

“-Hocam, ben sizinle konuşur veya görüşürken kendimi, batılı beyaz antropolog tarafından yeni keşfedilmiş bir Afrikalı yerli gibi görüyorum; siz beyaz antropolog, ben siyahi ilkel bir kabilenin araştırma nesnesi.”

Beni ürkütmemeye çalıştığını hissediyordum ya da bana öyle geliyordu, en azından bende böyle bir his oluşmuştu. Espriye ve şakaya mütehammil bir insan olmasına rağmen, bu söylenmeme kızdı, şöyle dedi

“-Demek ki artık İslamcı aydınlar, bizim gibi sekülerlerin bilinç altını okumaya başladılar.”

Nilüfer Göle seküler bir sosyolog, bundan kuşku yok, nitekim laiklik olmadan siyaset yapılmayacağını söylüyordu, tabii ki referansı Avrupa’nın bildik tarihinde, buna her zaman itiraz ediyordum, bugün de itirazım bakidir. Göle’nin diğerlerine göre takdir ettiğim tarafı sekülerliği bir ideoloji veya doktrin olarak empoze etmiyor, bilhassa İslam ve İslami hareketler üzerinde çalışırken mümkün mertebe sekülerliğini dışarıda tutmaya çalışıyordu –artık ne kadar dışarıda tutmak mümkünse-, bu da onu Biruni’nin başarıyla kullandığı “tanıma ve anlama (muarefe)” paradigmasına yaklaştırıyor, tanımlayıcı/açıklayıcı bakıştan uzaklaştırıyordu.

Muarefe tanıyıcı ve anlayıcı, tanımlayıcı ve açıklayıcı ise müdahalecidir; genellikle sosyal bilimler ikinci paradigma üzerinden ilerler.

Ben Nilüfer Göle’de bu ışığı seziyordum ama sekülerliği onun yağmurlu bir havada ve hayli karanlık dağda Musa Aleyhisselam gibi gördüğü ışığı takip edip kaynağına gideceğine, ilk çıktığı yerde belirlediği (ya da sosyal bilimlerce belirlenmiş) güzergahı takip etmekle kaldı.

Beni bu kanaate sevk eden sebepler vardı. Nilüfer Göle bizdekilerinin çokça örneklerine rastladığımız batılı oryantalistlerin takipçisi bilim insanlarının dışında, başta Türkiye olmak üzere Mısır ve diğer havzalarda yepyeni bir olgunun ortaya çıktığını farketmişti, bu olguyu -her ne ise- olduğu gibi anlamaya çalışan bir İslamolog gibi çalışıyordu. İslamolog derken Oliver Roy veya Jill Kepel türü bilgiyi manipüle eden İslamologlardan uzak Alman Peter Scollator veya Ursula Mihçiyazgan’a yakın gibiydi. Biraz daha dayanabilseydi belki de Thomas Bauer gibi iyi metinler yazabilirdi.

Bu olmadı, sebebine gelince; ilkin hocası Alain Touraine’ın etkisindeydi, diğeri yeni İslami hareketler konusunda klasik Kemalistlerden hayli farklı şeyler düşünen, din ve sosyal değişme konularında bir tür esaslı paradigma değişikliğine gitmeyi öneren yaklaşımına karşı başlayan sert Kemalist tepkiler onu başladığı işi sonuna kadar götürmekten alıkoydu. Sait Nursi üzerinde çalışan Şerif  Mardin de, benzer tepkilerle karşılaşmıştı, Kemalistlere göre Said Nursi, inkılaplara karşı çıkan Said el Kürdiydi, bilimden, felsefeden anlamayan bir molla idi. Said Nursi’nin nesi araştırılacaktı, onu bir bilim insanının araştırmaya kalkışması Cumhuriyetin laik değerlerine ihanetti.

Nilüfer Göle iyi bir sosyologdu, tartışmalarımız ufuk açıcıydı ama anlaşamadığımız temel konular vardı. Bunlar da

1. Aslolan belirleyici faktördür, etkileyici değil

2. Müslüman öznenin sosyal davranışını doğru anlamak için onu motive eden kelami ve fıkhi faktörü bilmek lazım

3. Değişim bir olgudur ve hatta Arap şairin dediği gibi varlıkta “değişmeyen tek şey değişimdir” ama değişim kendinde pozitif veya yararlı değildir, kötü yönde yıkıcı değişim de olabilir, şu halde değişimi yönlendirecek veya kritik etmemize yarayacak ahlaki değerler önemlidir, aksi halde değişim, değişim olması hasebiyle hayat biçimlerinin referansı ve doğrusu olur

4. Her sosyal bilim araştırmasını doğru kabul ederek referans almamak lazım. Antropoloji tarihi suistimal ediyor, sosyoloji ve diğer sosyal bilimler “olan”ı betimleme iddiasıyla “olması gereken”e atıfta bulunuyorlar

5. Batı dışı modernleşme Göle’nin öngördüğü üzere “modern-mahrem” olacaksa bundan batı dışı dünyanın yararına ve hayrına bir şey çıkmaz. İkisi arasında “ve” koymak lazım. Yani “Modern ve Mahrem.”

Hala ilk dört konuda fikrimi değiştirmiş değilim ama Nilüfer Göle beşinci konudaki öngörüsünde haklı çıktı, öngörüsünü daha sonraları “melez kültür” diye isimlendirecekti.

Haftaya bu beş konu üzerinden Göle’nin sosyolojisini yazmaya çalışacağım, inşaallah.

Önceki ve Sonraki Yazılar