OBSKÜR ZİHNİYETİN ONTOLOJİSİ
İnsan hayatı genel olarak, bilinçli veya bilinçsiz ya bir tanımanın ya da bir tanımlamanın gayretiyle devam eder. Nasıl ki hayatın kendisi bir sürecin ifadesi ise tanıma ve tanımlama olguları da birer sürecin ifadesidirler. İnsan hangi konuda bir tanıma gereksinimi içindeyse, o konuda zamana yayılmış birçok veri üzerinden düşünerek bir değerlendirme yapar. Yapılan değerlendirme sürecinin tamamı, tanımanın mahiyetini oluşturur. Hangi konuda olursa olsun bir değerlendirme olmadan tanımanın da olması mümkün değildir. Doğru bir tanıma süreci takip edildikten sonra tanımlama yapma imkânını elde ederiz. Her tanımlama aslında bir adlandırmadır. İnsan adlandırırken bir hükme varmış olmaktadır. Her insan vardığı hükme göre bir yol tutar. Yön tayini de dediğimiz yol tutma, söz ve davranış üzerinden gerçekleşir. Hayatın ciddiye alınıp alınmadığını, herhangi bir yönün tayin edilip edilmediğine bakarak anlamak mümkündür.
Bazı tanımalar için kısa, bazı tanımalar için de uzun süreçler gerekir. Özellikle duyu organlarıyla mümkün olan tanımalar için kısa süreçler yeterlidir. Fakat duyu organlarının yetersiz olduğu, anlam ve adlandırmanın söz konusu olduğu tanımalar için uzun süreçler gerekir. İnsanı tanımanın esasını, insanın maddi, fiziki ve biyolojik tarafı değil, insanın ruhi ve düşünsel tarafı oluşturur. Hiçbir insanı, sadece fiziksel, bedensel tarafıyla tanımak mümkün değildir. Gerçek tanımalar ruhsal, düşünsel ve zihinsel nitelikler üzerinden yapılan tanımalardır. Onun için özellikle de insanı tanımak çok uzun süreçleri gerektirir. Bazen buna bir ömür bile yetmeyebilir. Hatta bu anlamda insanın kendisini her açıdan tanıması bile mümkün olmayabilir. İşin doğrusu şudur: İnsanı bir bütün olarak; hem ruhsal, düşünsel, zihinsel yönüyle ve hem de bedensel, fiziksel yönüyle tanımak gerekir.
İnsanları, somut ve soyut özellikleri bakımından, yaşadıkları coğrafya bakımından, etnik ve kültürel yapıları bakımından, sahip oldukları dil ve inançları bakımından ve daha birçok bakımdan, araştırma inceleme konusu yaparak bir tanıma çabası verilebilir. Fakat böylesi uzun soluklu çalışmalara insanın nefesi yetmeyebilir. Bir insanın ruhunu, düşüncesini ve zihnini tanımaktan kasıt, genel olarak sahip olduğu değer yargılarını tanımaktır. Her insanın, insan olması hasebiyle sahip olduğu değer yargıları, aynı zamanda insanın sahip olduğu niteliksel yapısı olmaktadır. Dolayısıyla herhangi bir insanı tanımak demek, niteliksel yapısını tanımak demektir. Onun için diyoruz ki, insanları nitelikler üzerinden tanıdığımız zaman, doğru bir tanımayı da gerçekleştirmiş oluruz. Bu hususa ilaveten şunları da belirtmekte yarar vardır: İnsan, sözleri ve davranışlarıyla insandır. İnsanın bireysel barış hali (kendi kendisiyle barışık olma hali), sözleri ve davranışları arasındaki anlamsal uyumla ilgilidir. Söz konusu anlamsal uyumla birlikte nitelikleri de açığa çıkmış olur. Nitelikleri bilinmeyen bir insanı değerlendirmek, anlam biçmek, iyi veya kötü olduğunu söylemek de mümkün değildir. Yani insanın iyi veya kötü şeklinde adlandırılması (tanımlama) ancak söz ve davranış üzerinden olabilir.
İnsanın sahip olduğu ikili (dual) yapıyı bilmek önemli olmakla birlikte, bu ikili yapıdan uzaklaşmanın yanlışlığını da bilmek önemlidir. İnsanın bedensel yapısı insanın düşünsel yapısının evi ve adresi gibidir. Erdemli bir kişilik ve hayatın sahibi bir insanın, fiziksel yapısını –evini, adresini- bilmeden buluşmak, görüşmek, tanışmak, konuşmak ve bilişmek mümkün olabilir mi? Sadece insanla ilgili olarak değil, bütün olay ve olgularla ilgili olarak sahip olacağımız yaklaşım tarzı parçacı değil, bütüncül olmalıdır. Herhangi bir parçanın tabi olduğu bütünü temsil ettiğini düşünmek, çok büyük bir yanılgı olacaktır. Evet, parçalar elbette lüzumsuz değildir, bütünle ilgili, bütünü bütün yapan tamamlayıcı özelliklere sahiptir. Buradaki yanılgı payını, parçanın bütün gibi algılanması oluşturmaktadır. Onun için diyoruz ki, insanın tanınması hem fiziksel yapı ve hem de ruhsal ve düşünsel yapı üzerinden olmalıdır. Dediğim gibi asıl olan ruhsal ve düşünsel yapı olmakla birlikte, bulunduğu fiziksel yapı olan ev ve adresi de tanımak önemli olmaktadır.
Kur’an’ın yaptığı insan tasnifinde iman temel esası oluşturur. Yani insanlar iman edenler ve iman etmeyenler şeklinde ikili bir tasnifle izah edilir. Bu tasnifin kavramsal ifadesi ise ‘tevhid’ ve ‘şirk’ şeklinde yapılmıştır. Tevhid, Allah’ın ilahlığını esas alırken, şirk ise Allah’ın ilahlığını kısmen veya bütünüyle kabul etmez. Tevhidin de şirkin de sadece bir sözü söylemek veya söylememekten ibaret olmadığını bilmek gerekir. Söz, anlama giydirilen elbise gibidir. Sözü söylerken de sözü dinlerken de sözle kastedilen anlama varmak amaç olmalıdır. Onun için tevhid de öncelikle bir sözlü ifadedir: ”Allah’tan başka ilah yoktur.” Bu sözü söyleyen, sadece bu sözü söylediği için iman etmiş sayılmaz. İman etmiş olmak için bu sözün anlamına varmak gerekir. Ben şahsen bu sözün, içinden çıkılmaz bir anlamının olduğunu kabul etmiyorum. Öncelikle insan dürüstlük ekseninden ayrılmamalı ve kendi kendisine karşı dürüst olmalıdır. Allah’ın varlığına ve birliğine inanmak insanın öznelliğine dokunmalıdır. Allah var ise, bir ise, bütün sıfatları kabul ediliyor ise, o zaman insanın kişilik yapısında, zihinsel yapısında, toplumsal yapısında da bir yankı oluşturmalıdır. Tevhid, Allah’ın ilah kabul edilmesinin insan hayatında oluşturduğu yankı ve yansımaların kaynağıdır.
İnsan ancak bildikleri ve inandıklarıyla hayatını sürdürür. İnsan bilmeden, inanmadan niçin ve nasıl bir hayat sürdürebilir? Sonra hayat nedir? Sadece biyolojik ihtiyaçları gidermek midir? Bütün bu ve benzeri soru ve sorunları Allah’a inanmadan çözmenin imkânsız olduğunu düşünüyorum. Tevhid, hayatın her safhasında, her hesap ve kitapta, mutlak anlamda yaratıcı, hüküm, hikmet ve mülk sahibi Allah’ın da var olmasını gerektirir. Bunun böyle olmasını saçma görerek kabul etmeyenler, hesaba, kitaba ve sorumluluğa inanmayanlar ise Allah’a inandıklarını söyleseler de gerçekte inanmış sayılmazlar.
Şirk koşan insanın zalimliği aşikâr değil midir? Kendi tasavvurunda hem kendisine, hem varlığa ve hem de Allah’a haksızlık yapmış olmuyor mu? Yani hakkı ayakları altına alarak, en büyük haksızlığa imza atmış olmuyor mu? İnsanın insana şirk koşmasını anlamak mümkündür. Fakat her şeyi yaratan, mülkün, hükmün ve hikmetin sahibi olan Allah’a şirk koşmayı anlamak mümkün değildir. Bunun nasıl bir zihinsel ontoloji olduğu üzerinde durmak, düşünmek gerekir. Böyle bir zihinsel ontolojinin hasarlı olduğundan hiç şüphe edilmemelidir. Çünkü insan bu dünyada haddini bilerek yaşamalıdır. İnsan, yaratan değil, yaratılandır. İnsanın Allah’tan başka hiçbir varlığa boyun eğmesi caiz olamaz. İnsanın bulunduğu konuma göre hareket etmesi gerekir. Yani insan, insan konumunda olduğu için, insanca davranmalıdır. Bulunduğumuz konum olan insan konumunun önemli olmasından başka, o konumu bizim nasıl algıladığımız da bir o kadar önemlidir. Böyle olduğu zaman insan kendisini fark edecek ve haddini aşarak şirk koşmak gibi bir zulümden beri olacaktır. Bütün bunları yapmanın en önemli koşulunu, ontolojik olarak sağlıklı bir zihni yapıya sahip olmaktır.
Her insanın sahip olduğu bir zihinsel yapı vardır. Sadece her insanın değil, aynı zamanda her toplumun, her dönemin ve her çağın sahip olduğu zihinsel yapılar vardır. İnsanların kabulüne mazhar olan değer yargıları, insanların zihinsel ontolojisini oluşturur. İnsanların zihinsel ontolojisi derken, insanların iş ve ilişkilerinde etkili olan düşünüşe, anlayışa ve davranışa etki eden değerlerden söz ediyoruz. Hayat tarzlarını oluşturan zihinsel ontolojiler, toplumların ve tarihsel dönemlerin karakteristik özelliklerini de belirlemektedir. Bu anlamda Premodern zamanların zihinsel ontolojisi dinsel bir mahiyete sahip iken, modern zamanların zihinsel ontolojisi seküler bir mahiyete sahiptir. Postmodern zamanlarda ise herhangi bir zihniyeti oluşturan değer yargılarının herhangi bir anlam ve önemi olmadığı için, herhangi bir mahiyeti de yoktur.
Dini ve seküler ontolojiler arasındaki uzlaşmaz ayrılığı, bir din olarak İslam ortadan kaldırmıştır. İslam hem maddi olanı hem de manevi olanı dikkate alan bir zihinsel ontolojiyi zorunlu kılmaktadır. Onun için İslam’da ne ruhbanlık vardır ve ne de ruhbanlar sınıfı. Böylece dünyayı çatışmacı bir ortamdan çıkararak bir barış ve uyumun yurduna tebdil eder. İslam’ın oluşturduğu zihinsel ontolojiye göre hayatı oluşturan gerçekliklerle hakikat yolculuğu yapılır. Bu yolculuk bütün ayrıntılarıyla birlikte bir sınav olarak kabul edilir. Buna göre her insan sahip olduğu öznel özerklik imkânları kadar sorumludur. Birey sayısınca zihinsel farlılıklar olsa da toplumsal manada ana hatlarıyla bir zihniyetten söz edilebilir. Yazıya başlık olarak koyduğumuz obskür zihniyetin ontolojisi, daha çok bireysel anlamda bir tasnifin konusu olan bir zihniyettir.
Obskür zihniyetin belli bir zaman ve mekânı yoktur. Yani her zaman ve mekânda, her kültür ve yaşam tarzında görülebilir. Obskür zihniyetin ontolojik özelliklerini gizlemek, örtbas etmek, karartmak, saklamak, belirsiz hale getirmek gibi özellikler oluşturmaktadır. Sosyal hayatın her aşamasında bu zihniyete rastlamak mümkündür. Fakat bu zihniyet en çok, siyasi ve ticari faaliyetlerde görülen bir zihniyettir. Bu zihniyete göre tutulan yol ve güdülen amaca hizmet eden her şey mubahtır. En önemli temsilcileri arasında Machiavelli baş sırayı alır. Şeytan için bu zihniyet çok kullanışlı bir taktik olmaktadır. Hz. Âdem ve Havva’nın aldatılması bu zihniyetle mümkün olmuştur. Hz. Âdem’in iki çocuğunun kıssasında da bu zihniyetin izlerine tanıklık etmekteyiz. İkisi de kurban sunmuşlardı. Birinin kabul edilmiş diğerinin kabul edilmemişti. Genel olarak yapılan bir şey neden kabul görmez? Çünkü şartları yerine getirilmemiş ve usulünce yapılmamıştır. İnsanı olması gerekenden uzaklaştıran bütün gerekçeler, bütün iş ve işlemler obskür zihniyetle ilgilidir. Bu anlamda insan da vicdanını rahatlatmak için, kendisine karşı bir karartma içine girebilir. Belki de “cehennemin yolu iyi niyet taşlarıyla döşelidir” sözünün gerekçelerinden birisi de bu zihniyettir.
Ontolojik olarak obskür zihniyet için herhangi bir paradigmadan söz edemeyiz. Hangi ideolojik veya dinsel tercihe sahip olursa olsun, her insanda söz konusu zihniyetin izleri/belirtileri olabilir. Bu zihniyetin işlevselliği, hayatın her alanında görülmekle birlikte, en çok iktidar mücadelelerinde görülmektedir. Hem iktidarı ele geçirmek için verilen mücadelelerde ve hem de ele geçirilen iktidarı muhafaza etmede obskür zihniyet aktif bir şekilde devrede olur. İktidar sahipleri, bütün muhalif unsurları itibarsız hale getirmek için her türlü karartmadan yararlanır. Bu anlamda bütün muktedirler bir bakıma Machiavelli’in izini takip ederler. İktidarın zarar görmemesi için, dün ile bugünün bir önemi yoktur. Dün doğru olan bugün yanlış ve yanlış olanın ise doğru görülmesinde sakınca görülmez. Ne kutsal değerlerin ve ne de adaletin herhangi bir önemi yoktur. İktidara hizmet ettiği sürece veya zarar vermediği sürece herhangi bir sorun görülmez.
Peygamberlerin tevhid mücadelesinde olmadık olumsuz vasıflarla karalanması da obskür zihniyetle ilgili bir durumdur. Hz. Peygamber’e takılan her türlü olumsuz vasıfla, verdiği mesaj karartılmaya ve böylece etkisiz hale getirilmeye çalışılıyordu. Aslında buradan ve birçok tarihsel ve toplumsal olaydan çıkarılacak sonuç; karartmanın, yok saymanın, belirsizliğe mahkûm etmenin, önemsizleştirmenin, yalnızlaştırmanın sadece bir zihniyeti değil aynı zamanda bir taktiksel durumu da ifade ettiğidir. Napolyon’un Mısır’ı işgal ederken İslam’ı ve Müslümanları övmesi de bu manada zikredilebilir. İster taktiksel bir hamle ve isterse de zihinsel bir edim olarak kabul edilsin, obskür zihniyetin en belirgin vasfını dürüstlük ve samimiyetten yoksunluk oluşturmaktadır.
Modern zamanlar obskür zihniyetin altın çağını yaşadığı zamanlardır. Fiili kolonyalizmin geçerli olduğu zamanlarda obskürantizme gerek görülmüyordu. Fakat temsili kolonyalizmle birlikte obskür zihniyet de devreye girmeye başladı. Fiili kolonyalizm, bizatihi Batılı güçler tarafından yapılırken; temsili kolonyalizm ise yerli halkın içinden Batılıları taklit eden yerliler tarafından yapılıyordu. Bu durum İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, teknolojik gelişmelerle birlikte yoğunluğu artarak devam etmekte olan bir duruma dönüştü. İşte bu temsili kolonyal durum da ontolojik olarak obskür zihni yapının bir edimi olmaktadır. Peki, bu temsiliyet nasıl ve ne karşılığında yapılmaktadır? Bunun yanıtına tek kelimeyle “iktidar” diyebiliriz. Aynı zamanda üretilmiş kronik sorunlar da bu kolonyal işleyişin istetmeleri (stepneleri) olmaktadır. İnsanların nesneleşerek kullanışlı hale gelmeleri, söz konusu obskür zihniyetle birlikte mümkün oluyor. Bugün de iktidar sahipleri –özellikle Türkiye’de de bilfiil görüldüğü üzere- obskür bir zihniyetle hareket ederek politik çıkarlar elde etmektedir. AK Parti’nin yirmi küsur yıllık iktidar serencamına baktığımız zaman, obskür zihniyetin tezini yazmaya yetecek kadar bir süreç ve veriyle karşılaşırız.
Obskür zihniyet bağlamında Müslümanların durumu gerçekten içler acısı bir durumdur. Normalde inanmış Müslümanların obskür zihniyetle herhangi bir ilgi ve alakalarının olmaması gerekir. Obskür zihniyet hem gerçekliği ve hem de hakikati karartan, yok sayan ve elinin tersiyle yalnızlaştıran bir tutumun ifadesidir. Biz biliyoruz ki, İslam ve Kur’an bu tutumun önünü alan bir şahsiyeti inşa etmektedir. Bu inşanın bir gereği olarak Müslüman, öncelikle hem kendisine ve hem de Allah’a karşı bu zihniyetin oluşturduğu bulanıklıktan arınır. İşte ‘dürüstlük’ ve ‘samimiyet’ dediğimiz olgusal durumlar tam da bu noktada ortaya çıkar. Dürüstlük ve samimiyetin bir gereği olarak Müslüman, devamlı bir muhasebe ve muhakeme içinde olur. Yaptığı muhasebe ve muhakemede, şayet herhangi bir açık görürse, o açığı kapatmaya gayret eder. Tövbe denilen edimin asıl sebebi de yapılan muhasebe ve muhakemeyle ortaya çıkan açıkları kapatma niyet ve kararlılığıdır. Onun için yapılan herhangi bir tövbe sürecinde muhasebe ve muhakeme yoksa o tövbe sadece sözde kalan bir tövbe olacaktır. Ne yazık ki, bugün Müslümanlar her açıdan büyük bir kirlenmişlik içinde oldukları halde, bir türlü radikal dönüşleri gerçekleştirecek tövbeleri yapamıyor. Çünkü şahıs ve şahsiyet olarak hak ve hakikati, adalet ve liyakati dikkate almayan, görmezden gelen, karartan, yok sayan obskür bir zihniyetle hemhal oluyor.
Bugün her şeyi “mış” gibi yapmanın ifadesi olan obskür zihniyetin hüküm sürdüğü bir dünya, “İslam Dünyası” olarak adlandırılmakta ve bu adlandırmadan genel olarak herhangi bir rahatsızlık duyulmamaktadır. Bu da algısal anlamda bir yetersizliğe işaret etmektedir. Algısal yetersizlikle birlikte hem hakikat ve hem de hakikati dile getirenler dışlanmakta ve yalnızlığa terk edilmektedir. Özellikle iktidar sahipleri, kendilerine eleştiri getirenlere büyük bir hiddet ve şiddetle baskı uygulamaktadır. Obskür zihniyetin iktidarı, otoriter ve totaliter bir iktidardır. Bu durumda eğitim, hukuk, ekonomi ve dini anlayış ve işleyiş bütünüyle iktidarın hizmetine koşturulur. Mülk, sadece imtiyazlı küçük bir azınlığın elinde olur. Normalde mağdur ve madun büyük çoğunluk bu durumdan rahatsızlık duymalıdır. Fakat böyle olmuyor. Medya ve din kisvesindeki hikâye ve masallar marifetiyle algılar adeta ipotek altına alındığı için, rahatsızlık vermesi gereken bu durumdan bir hikmet devşirilmeye çalışılır. İşte hem etkin yönüyle ve hem de edilgin yönüyle obskür zihniyetin ontolojisi aşağı yukarı bu şekilde tezahür ediyor.
Kur’an, tevhid ve şirk kavramsallaştırmasıyla hak ve hakikatin üzerini örtmüş olan sis bulutlarını dağıtır. Böylece her türlü algısal vesayeti ortadan kaldırır. Artık insan kendi sorumluluğunun bilincinde olarak, kendi kararlarını kendisi verir. Ne zalim olur ne de mazlum. Nerede ve kimden olursa olsun hiçbir zalimin yanında yer almaz. Yer almak ne kelime; karşısında olur. Müslüman bilir ki, düşmanlık sadece zalimleredir. Başka hiç kimseye değil. Eğer zulüm, ‘biz’ diye tabir ettiğimiz kimselerden geliyorsa, ona da karşı olur. Bu durumda artık o ‘biz’, biz olmaktan çıkmış ve başka bir şey olmuştur. O zaman Rachel Corrie’nin söylediği “zulüm bizdense ben bizden değilim” sözünün gereği yapılmalıdır: Hiçbir zalimle ‘biz’ olacak ortak bir paydada yer alınmamalıdır. Obskür zihniyet, “zulüm bizden” olunca, o zulümden bile bir hikmetin varlığına inanan zihniyettir. Bu, bütün ışıkları yok eden bir karartmadan başka bir şey değildir. Bu karartma, bu zulüm, bu şirk sebebiyle tarih boyunca hep peygamberler gönderilmiş. Fakat hepsi de hem sosyolojik ve hem de psikolojik baskılara maruz kalmıştır. Hz. Peygamber ve inanmış bir avuç müminin Mekke’deki on üç yıllık tevhid mücadelesi, akıl ve hayali zorlayan zulümlere tanıklık etmiştir. Bütün karartma, yok sayma ve yalnızlaştırmalara rağmen, hakikatten ödün verilmemiş, canları ve malları pahasına, geri adım atılmamış, haklı olanın güçlü olma inancı, güçlü olanın haklı olma inancını mağlup etmiştir.
Not: Bu yazı e-dergi olarak yayınlanan Kurani Hayat Dergisi’nin 91. Sayısında yayımlanmıştır.
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.