Oruç insanî ve ahlâkî bir erdemdir
Dünyada varlık içinde doğan, yaşayan ve ölen pek çok insan vardır ve bunlar aç ve susuz insanların hangi zorluklar içinde yaşamak zorunda olduklarını hayatları boyunca hiç tecrübe edemeden bu dünyadan göçeceklerdir. İşte oruç inanan her insana bu tecrübeyi yaşatan yüksek bir insanî ve ahlâkî erdemdir. Çünkü oruç, hayatının her yılının en az bir ayında kendi iradesiyle açlığa ve susuzluğa katlanarak yaşayan zengin ile yoksulu ve onun ailesini aynı duyguda buluşturmaktadır.
İslâm’da dört temel ibadetten biri olan oruç sadece günün belli bir vaktinde bazı maddi isteklerimizden uzak durma şeklinde bedensel bir perhiz değil, aynı zamanda kötü söz ve davranışlara karşı ahlâkî bir perhizdir; kötülüklere bulaşmama yahut bunlardan arınma hususunda bir irade eğitimidir. Bunu ifade eden bir hadislerinde Peygamberimiz şöyle buyurmuşlardır: “Oruç (kötülüklere karşı) bir kalkandır. Biriniz oruç tuttuğu zaman kötü söz söylemesin, kavga etmesin. Şayet biri kendisine sataşır, kötü söz söylerse, ‘Ben oruçluyum’ demekle yetinsin” (Buhârî, ‘Savm’, 9; Müslim, ‘Sıyâm’, 163).
Orucun farz kılındığını bildiren ayetin sonunda onun bu eğitici yönü, “Allah’a karşı derin bir saygı ve sorumluluk şuuruyla kötülüklerden sakınma iradesi” anlamına gelen takvâ kavramıyla ifade edilmiştir (Bakara 2/183).
Bir kudsî hadiste Yüce Allah’ın, “İnsanın oruç dışındaki bütün amelleri kendisi içindir, oruç ise benim içindir ve onun mükâfatını da ben vereceğim” buyurduğu bildirilir (Buhârî, ‘Savm’, 9). İslâm âlimleri, Cenâb-ı Hakk’ın “oruç benim içindir” ifadesini, oruca –‘sahte dindarlık’ demek olan- ‘riya’nın karışmamasıyla açıklarlar. “Orucun mükâfatını da ben vereceğim” ifadesini de orucun mükâfatının bizim tahmin edemeyeceğimiz kadar bol olacağıyla izah etmişlerdir.
Diğer taraftan oruç, insan olmanın şartlarından olan şefkat ve merhamet duygularını geliştirme ve güçlendirmenin çok değerli bir aracı olması bakımından da önemli bir ibadettir. Günün belli bir bölümünde midesini aç ve susuz bırakan insan bu sayede iki şeyi fark eder, etmelidir:
a) Bir yönden Allah’ın nimetlerinin ne kadar önemli ve değerli olduğunu, onlara sahip olmadığı ya da onları hoyratça kullandığı takdirde bunun kendisi için ne kadar kötü olacağını, sonuçta o nimetleri veren Allah’a ne kadar çok şükretmek gerektiğini anlar.
b) Diğer taraftan bu nimetlere muhtaç olan insan kardeşlerinin açlıklarını ve acılarını bizzat kendinde yaşayarak, onlarla paylaşmanın yüksek bir insanlık ödevi olduğunu fark eder.
Dünyada varlık içinde doğan, varlık içinde yaşayan ve varlık içinde ölen pek çok insan vardır ve bunlar –eğer oruç tutmuyorlarsa- aç ve susuz insanların hangi zorluklar içinde yaşamak zorunda olduklarını hayatları boyunca hiç hissetmeyecek, bu insanlık gerçeğini tecrübe edemeden bu dünyadan göçeceklerdir.
İşte oruç inanan her insana bu tecrübeyi yaşatan yüksek bir insanî ve ahlâkî erdemdir. Çünkü oruç, hayatının her yılının en az bir ayında kendi iradesiyle açlığa ve susuzluğa katlanarak yaşayan zengin ile yoksulu ve onun ailesini aynı duyguda buluşturmaktadır; daha doğrusu varlıklıları yoksulların dünyasına taşımaktadır. Bu sayede varlıklı bir Müslüman oruç tutarken yoksulların yaşadığı zorlukları gönüllü olarak paylaşmakta, onların hallerini bittecrübe anlama fırsatı bulmaktadır.
İslâm’daki bütün buyruklar ve yasaklar gibi oruç da, ibadet olmasının yanında, çok yüksek bir insanî ve ahlâkî boyut taşımaktadır. İki lokma katıksız ekmeğin bile ona muhtaç olanlar için ne kadar değerli olduğunu bütün varlıklı insanlara ancak oruç anlatabilmektedir.
Esasen, bir hadiste buyrulduğu gibi, “Bütün İnsanlar Allah’ın ailesi” (Müslim, ‘Itk’, 16) olduğuna göre, bir kimsenin oruç sayesinde insanların açlık ve susuzluğuna ortak olması ve Allah’ın verdiği nimeti O’nun kullarıyla paylaşması da yine nimeti veren Allah’a şükürdür, hatta hakiki şükür budur.