Said Nursi ve siyaset
Birçok beşeri havza gibi Müslüman dünyanın da temel problemlerinden biri, ideal politik ile reel politik arasındaki ilişkinin nasıl olması gerektiği üzerinde bir mutabakata varılmamış olmasıdır. Genel hatlarıyla bakıldığında hem iç siyasette hem dış siyasette, özellikle uluslararası ilişki ve politikalarda, iki ana akımdan söz etmek mümkün: Biri ideal politik, diğeri reel politiktir.
Bir grup bilim insanı, akademisyen veya entelektüel, “asıl olan ideal politik, yani siyasetin ideal olana göre yürütülmesidir” fikrini savunur. Bunların sayısı azdır ve bunlar, genellikle dindar ve ahlakçı insanlardır. Öte yandan ana gövdeyi teşkil eden akademisyen veya politikacıların kanaatine göre, asıl olan reel politiktir. Reel politikte önemli olan ise başarıdır. Böylelikle sorun, ideal politik ile reel politik arasında mahiyet itibariyle bir çatışmanın olup olmadığı ve bunların beraber yürütülüp yürütülemeyeceği noktasında toplanmaktadır.
Keza hilafetten saltanata geçildiğinde bu sancı yaşanmış, o dönemdeki âlimler ve fakihler buna itiraz ederek, saltanata geçişin reel politiğin referans alınmasıyla gerçekleştiğini söylemişlerdir. Onlara göre, ideal politik önemini korumaya devam etmektedir, tamamen teorik düzeyde ve sadece kitaplarda yer alsa bile, sıkça ideal politiği hatırlarda tutmak icap eder aksi halde reel politik beşeri hayatın siyasi kaderi olarak kendini kabul ettirir, bu ise dinin vaz’ının maksadına aykırıdır.
Siyaseti yüksek ahlaki idealler çerçevesinde toplumsal hayatın düzenlenmesi, adaletin tesisi ve hukuk karşısında herkesin eşitlenmesi şeklinde anlamak gerekirse, bu durumda, siyasi faaliyetin bizzat kendisinin terbiye edici/eğitici olması gerekir. Çünkü iktidarın adil kullanımı, iktidarı kullanan ve paylaştıran kadronun kendi nefsi, şahsi çıkarı, aile, zümre, sınıf veya taraftarları lehinde kullanılmaması anlamına gelir. Ancak bunun her zaman mümkün olmadığını biliyoruz.
Said Nursi, bir gözlemde bulunur, farklı dini grup ve cemaatlerin bazen birbirlerine karşı çok acımasızca hareket ettiklerini müşahede eder. Üstad, “Çok gariptir ki, Müslümanlar, din, İslam, meşrep, mezhep, çalışma ve anlama farkları, tarihte fırka ve mezheplere ayrılmalarına sebep olan her ne ise, bundan dolayı bazen birbirlerini tekfir edecek noktalara gelirler. Fakat kendi partilerinden birisi söz konusu olduğunda bunların hiçbirini görmezler. Mesela kendi partisinden birisi, şerir, çıkarcı bir adamdır, hiçbir ilkesi yoktur, helal-haram tanımaz, fakat kendi din kardeşine yönelttiği eleştirilerin hiçbirisini buna yöneltmez. Bu tür siyasetin kendisinden problem vardır” demektedir. Tam bu bağlamda Said Nursi, Muhammed Abduh gibi “Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım” der.
Üstad kategorik olarak ve tabiatında kötü öz farzederek şeytan yanında siyasetten Allah’a sığınmış değildir, o kötü siyasetçi ve kötü siyasetten uzak durmak istemiştir, iyi de etmiştir. Nitekim ”Tek Parti dönemi” sona erip de Demokrat Parti (DP) iktidar olduğunda siyasete ilişkin tutumunu değiştirmiştir.
Bu söz 1970’li yıllarda çok istismar edilmiştir. Özellikle Necmettin Erbakan’ın, önce Milli Nizam (MNP, sonra da Milli Selamet Partisini (MBP) kurup Müslümanların aktif olarak siyasi hayata katılmaları sırasında bu söz gündeme gelmişti ve “Müslümanlar siyasetle ilgilenmemeli, bu onların işi değil. Çünkü Bediüzzaman hazretleri böyle söylemiştir” deniyordu. İşin ilginç yanı, o zamanlar bunu, Adalet Partisi (AP) taraftarları ve onları destekleyen Müslüman grupların seslendirmesiydi.
İşin doğrusu, bu söylemin arkasında iyi niyet yoktu. Hepsi için değilse de, en azından bir bölüm Risale talebesi tarafından Hz. Ali’nin deyimiyle “Hak bir söz batıl amaçlarda kullanıldı.” Polemikleri yakından takip edenlerin kolayca farkettikleri üzere maksat, Milli Görüş Hareketi’nin önünü kesmek, oraya giden desteğin önüne geçmek, siyasetin kendisini Müslümanların gözünde soğutmak, gayri meşru duruma düşürmekti. Öte yandan ortada kalan, Erbakan’a veya Milli Selamet Partisine destek vermeyen insanlar, dolaylı yollardan ve üstü kapalı bir biçimde, Adalet Partisine ve Demirel’e kanalize ediliyorlardı. Ortada bir samimiyetsizlik söz konusu olduğu anlaşılıyordu. Bir tarafta “benim siyasetim, ibadetimdir; ibadetim de siyasetimdir” diyen Müslüman müçtehitler, âlimler ve çağdaş liderler, diğer tarafta kimsenin imanından, amelinden, cihadından ve mücadelesinden asla şüphe etmediği Said Nursi’nin sarfettiği söz.
Şüphesiz Ustad o zaman içinde bulunduğu durum ve verili siyaset ilişkisini göz önünde bulundurarak bu sözü söylemiş ve bunu da üç sebebe dayandırmıştır.
1) “İnsanların kahir ekseriyeti bataklığın içine gömülmüştür, bunlara bir umut vermek, bir çıkış yolu göstermek lazım. İnsanlara bir umut ve çıkış yolu olarak ya siyasetin topuzunu göstermek gerekir ya da nuru” deyip siyasetin kendisini reddetmiyor, siyasetin bir sonuç olduğunu söylüyordu. “Siyasetin topuzundan -güçten- başlamayalım; imandan ve nurdan başlayalım. İnsanların ruhuna imanın nurunu vermeye çalışalım, sonuçlar daha sonra gelecektir” diyordu.
2) Siyaset, çatışmaya dayalı bir meslektir, başarılar ve başarısızlıklar birbirini takip eder. Mesela mü’minsindir, siyasi bir yatırım yaparsın ve mü’minler oraya yüklenirler, var güçleriyle orada çalışırlar, fakat başarısızlığa uğrayabilirler. Bu, mü’minlerde sükût-u hayale yol açar, hatta onları, Allah’ın rahmetinden ümit kesmeye kadar götürebilir. Bu ise yanlış olur, çünkü hiçbir durumda Allah’tan ümit kesilmez. Dolayısıyla siyasetin bir mahzuru da budur” diyordu.
3) Bir siyasi partiye mensup olduğun zaman, ister içinde aktif olarak görev almış ol, ister dışarıdan sempati besle veya ona destek var, bu sende tarafgirlik ruhu uyandırır. Taraf olduğun partin iktidar olduğunda, hükümetin zulmettiği ve haksızlık yaptığı zaman, ister istemez sen de onunla birlikte bu zulmün ve haksızlığın yanında olursun ve ayetin hükmünce zalimlerin ateşine çarpılırsın” diyor, buna itiraz ediyordu.
Üstadın söyledikleri, reel politikle ilgili doğru durum tespitleriydi. Reel politik, siyaset yaparken içinde bulunduğun somut, toplumsal, ekonomik ve maddi şartların referans alınması ve bunlara dayalı siyaset yapılmasını ister. Seküler siyasetin amacı, mutlak manada başarı sağlamaktır. Bu, gayri meşru manada reel politiktir. İdeal politik, ideal olan, olması gerekendir.
Batı Hıristiyanlığında, beden ile ruh, cismani iktidar ile ruhani iktidar birbirinden kopuktur. Bizim düşünce geleneğimizde ise, ruh ile beden, ayrı ayrı duran veya sonsuza kadar paralel giden iki ayrı kategori değildir; biri diğerinde içkindir. Şah Veliyullah Dehlevi, ruhun bedendeki durumunu, kokunun güldeki durumuna benzetir. Gülde kokunun durumu neyse, bedende de ruh öyledir veya çayın içindeki şeker gibidir; bunlar birbirinden kopmazlar. O halde ideal olan ile reel olan da birbirinden kopmazlar. Eğer Allah, insanları ideale, ahlaki kemale, olgunluğa, hak ve adaletin tesisine davet ediyorsa, mümkün olan bir şeye davet ediyor demektir. Çünkü biliyoruz ki Allah, kullarına kaldıramayacakları yükü yüklemez (2/Bakara, 286). Demek oluyor ki, kul, istediği takdirde ideal yönde siyaset yapabilir. Aksi halde siyasetin bizatihi kendisinin kötülük, şeytandan türemiş, mutlak şer olduğu sonucu ortaya çıkar ki, böyle bir şey mümkün değildir.
İkincisi, siyaset geçmişteki peygamberlerin mesleği olduğu gibi son Peygamber’in de sünneti ve siretidir. Aksini düşünecek olursak siyasetle iştigal eden peygamberlerin, büyük fazilet sahibi insanların, âlimlerin, yöneticilerin hepsinin şer ve kötülükle uğraştıkları sonucu çıkar ki, bu da doğru değildir.
Üçüncüsü, toplum, siyasetle yönetilir, iktidar ilişkisi ve güç siyasetle düzenlenir, yönetenler yönetilenleri böyle yönetir vs. O zaman şöyle düşünmemiz gerekir, reel politik, insanın içinde bulunduğu maddi ve somut şartları, ideal olana uydurmak ve meşru bir neticeye gitmek için gösterdiği çaba ve takip ettiği usullerdir. Reel politik, ideal politiğin hizmetinde olur ve daima onu gözetirken içinde bulunduğu şartları da hesaba katar; çünkü öyle olması gerekir. Dolayısıyla bu ikisi arasında, mutlak bir kopukluk veya karşıtlık yoktur. Sadece reel politik alındığında, ortaya “siyasetin yozlaşması” dediğimiz şey çıkar. Greklerden bu yana, siyasette yozlaşma, bu konuyla uğraşan herkesin üzerinde durduğu bir konudur.
Siyasetteki yozlaşmanın üç sebebinden söz edilebilir:
1) Siyasi faaliyetin sadece çıkar ilişkisine dayandırılmasıdır. Siyaset, bir şahsın, partinin, grubun, ailenin, zümrenin veya sınıfın çıkar ilişkisine dayalı olarak yürütülürse, bu siyaseti yozlaştırır.
2) Siyasetin oportünizme yani fırsatçılığa indirgenmesidir. Fırsatını ele geçirdiği zaman, işi hemen halletme yoluna başvurur; çünkü başarı elde etmek istemektedir.
3) Siyasetin demagojiye dönüştürülmesidir. Aristo’ya göre, demokrasileri yozlaştıran en önemli amil demagojidir. Mesela adam bir hatiptir, çıkıp çok güzel konuşabilir, kitleleri hitabetiyle etkiler, medyayı kullanır, inanılmaz lobi faaliyetleri yürütür. Günümüzde demokrasilerin en büyük krizlerinden birisi, lobilerin demokrasileri yönlendirmesi ve popülist liderlerin kitle üzerindeki etkileri görülmektedir.
Sonuçta, ya güce boyun eğilir ya da başarı peşinde koşulur. Yapamayacağınız şeyleri, yerine getiremeyeceğiniz sözleri siyasette kullanmak sonuç alıcıdır. Sözüm ona diyelim ki rakibiniz bir şeyler vaat eder ve sizde mevcut durumdan istifade eder, daha ilerisini siz de vaad ederek siyaset yaparsınız. Bu durum, reel politiği referans alıp ideal olandan ayrılmaktır. Böylece ikiyüzlülük, riya, yalan, satın alma, çifte standart gibi ahlaki düşüklük sayılabilecek davranış ve tutumlar, siyasetin bir parçası haline gelir, siyasete hâkim olur.
Tabiatından kaynaklanan bir özellik olarak siyasette reel politik ve ideal politik çatışmaz, böyle bir karşıtlık zorunlu değildir. Hz. Peygamber (s.a.), her iki siyaset biçimini başarıyla yürütmüştür, bunun sünnette ve sirette referans alınmaya konu olacak somut örnekleri vardır. Attığı her adım reel politiktir ama attığı her adım ideal politiği göz önüne almış, ona hizmet etmek üzere atılmıştır.
Özetle kötü siyasetçiden ve siyasetinden Allah’a sığınılır, iyi (takva sahibi) siyasetçi için de Allah’tan yardım talep edilir, ona destek verilir.