Tarih, durmaksızın devinen bir nehir gibi, bazen coşkuyla çağlarken bazen de dingin bir gölde kendi aksini seyre dalıyor. Türkiye-Avrupa Birliği (AB) ilişkileri de tam bu noktada, uzun süredir hareketsiz duran bir su birikintisini andırıyor. Zamanın ruhuna yenik düşen bir sessizlik içinde…
Oysa siyaset, doğası gereği, durağanlığa tahammülü olmayan bir alan; ya akışa yeniden yön verilir ya da zaman, kaçırılan fırsatların üstünü örten bir kum saati gibi durmaksızın işler.
Uluslararası mimaride yaşanan küresel çalkantılar, yükselen otoriter popülizm, Avrupa’da derinleşen çatlaklar ve değişen bölgesel dengeler karşısında, Türkiye ve Avrupa’nın birbirine dönüp yeniden konuşmasının vakti. Türkiye-AB ilişkileri, 21’inci yüzyılın hızla değişen küresel dinamikleri ve çok katmanlı uluslararası ilişkiler çerçevesinde önemli bir dönüşüm sürecine ihtiyaç duyuyor. Zira ne Avrupa’nın geleceği Türkiye’den ne de Türkiye’nin geleceği Avrupa’dan ayrı düşünülebilir.
Ancak son yıllarda ilişkiler, stratejik derinlikten yoksun bir şekilde durağanlaştı; üyelik müzakereleri durma noktasında (“standstill”) ve taraflar arasında güven bunalımı gelişti. Gümrük Birliği’nin güncellenmesi, vize muafiyeti gibi somut konuların yanı sıra üyelik perspektifi de mevcut siyasi ve ekonomik zorlukların gölgesinde askıda kaldı.
20 yıl önce büyük umutlarla açılan -ve benim gibi AB alanında ihtisaslaşmak üzere yurt dışında eğitim gören birçok gencin o dönemde ülkesine geri dönüp sürece katkı sağlaması için bir teşvik unsuru olan- Türkiye-AB üyelik müzakereleri bugün neredeyse tamamen durma noktasına gelmiş durumda. Oysaki bu ilişki, basit bir diplomatik dosya olmaktan çok öte, iki tarafın da geleceğini şekillendirebilecek stratejik bir ortaklık.
Bugün, Avrupa’nın yaşadığı zorluklar ve küresel düzeyde hızla değişen dengeler, Türkiye ile AB’yi yeniden aynı masaya oturmaya zorluyor. Ancak bu kez gerçekçi, sürdürülebilir ve kazan-kazan esasına dayalı bir işbirliği inşa etmek zorundayız.
Bugün, tarihi ve coğrafi bağlarla örülü bu ilişkinin kaderi yeniden yazılmak zorunda. Küresel çalkantılar, büyük güç mücadeleleri ve özellikle Trump’ın ikinci kez ABD Başkanlığı koltuğuna oturması sonrası uluslararası siyasetin değişen manzarası, Türkiye ve Avrupa’yı yeni bir işbirliği söylemi geliştirmeye davet ediyor. Ama bu kez, geçmişin hayal kırıklıklarıyla değil, bugünün ve geleceğin kaçınılmaz zorunluluklarıyla…
Avrupa’nın Türkiye’ye İhtiyacı Var, Türkiye’nin de Avrupa’ya
Avrupa, içeride ekonomik durgunluk, siyasi çalkantılar ve büyüyen aşırı sağ tehdidi ile mücadele ederken, dışarıda da küresel güç dengeleri içinde bir beka mücadelesi veriyor. Türkiye ise, bölgesindeki krizlerin merkezinde yer alarak, jeopolitik açıdan giderek daha kritik bir aktör hâline geliyor. Bu bağlamda, her iki tarafın da birbirinden vazgeçmesi mümkün değil.
Ekonomik ilişkiler zaten güçlü bir şekilde devam ediyor. AB ile Türkiye arasındaki ticaret hacmi 206 milyar euro ile tarihi rekor kırmış durumda. Türkiye, Avrupa’nın beşinci en büyük ticaret ortağı hâline geldi. Peki, ekonomik bağlar bu kadar güçlüyken siyasi ilişkiler neden yerinde sayıyor? Bunun en büyük sebebi, güven eksikliği ve karşılıklı olarak atılması gereken adımların ertelenmesidir.
Türkiye-AB İlişkileri Stratejik Bir Dönüşüme İhtiyaç Duyuyor
Diplomasi, akademi ve sivil toplum alanından önemli uzmanların yer aldığı saygın düşünce kuruluşlarından Global İlişkiler Forumu (GIF) tarafından Mart ayı başında açıklanan “Katılım Müzakerelerinin 20. Yılında Türkiye-Avrupa Birliği İlişkilerini Yeniden Canlandırmak: Yeni Bir Yol Haritası” başlıklı rapor bu açıdan oldukça kapsamlı.
Rapor, Prof. Dr. Sinem Akgül-Açıkmeşe, Nilgün Arısan Eralp, emekli büyükelçi Fatih Ceylan, Prof. Dr. Atila Eralp, Prof. Dr. Ahmet İçduygu, Eşref Ruşen İnceoğlu, emekli büyükelçi Erdoğan İşcan, Dr. Bahadır Kaleağası, Fulya Kocukoğlu, emekli büyükelçi Selim Kuneralp, Doç. Dr. Çiğdem Nas, emekli büyükelçi Özdem Sanberk, emekli büyükelçi Rauf Engin Soysal ve emekli büyükelçi Selim Yenel’in imzalarını taşıyor.
GIF, Türkiye-AB arası işbirliğinin yalnızca düzensiz göç veya enerji gibi kriz yönetimi veya dar çıkar eksenlerinde ele alınmasının yetersiz kalacağını; aksine uzun vadeli, sürdürülebilir ve yapıcı bir perspektifle ilişkilerin şekillenmesi gerektiğini savunuyor. Bu açıdan da söz konusu rapor, müzakerelerin 20’nci yıldönümünün, işbirliğini geliştirmeye yönelik somut önerilerin geliştirildiği, tarafların birbirlerini “yeniden keşfettiği”, ilişkilerini ortak çıkarlar temelinde yeniden inşa ettiği ve yepyeni bir vizyonun ortaya konduğu bir dönüm noktası olması gerektiğini vurguluyor.
GIF’in 2021 yılında yayımladığı “Türkiye-Avrupa Birliği İlişkileri İçin Yol Haritası” başlıklı özel raporu, bu zorlukların nasıl aşılabileceğine yönelik önemli öneriler sunmuştu. Ancak öneriler hâlâ güncelliğini korusa da, aradan geçen süre içinde kayda değer bir ilerleme sağlanabilmiş değil. GIF, tam da bu nedenle, değişen bölgesel ve uluslararası dinamikleri de göz önünde bulundurarak, ilişkileri yeniden canlandırmak için somut adımlar atılması çağrısında bulunuyor.
Dolayısıyla Türkiye ve AB’nin birbirine olan bağımlılığı, ilişkileri canlandırmak için stratejik fırsatlar sunuyor. Ancak bunun için tarafların yalnızca pragmatik işbirlikleriyle yetinmesi değil, uzun vadeli bir ortak vizyon oluşturması gerekiyor.
Türkiye, Avrupa Güvenliğinin ve Ekonomisinin Anahtar Ülkesi
GIF’in son raporu da gösteriyor ki Türkiye ve AB, vizyoner davranarak ve birbirlerine olan bağımlılıklarını avantaja çevirerek ilişkileri yeniden canlandırabilir. Ama bunun için sadece günü kurtaran işbirlikleriyle yetinmek yerine, uzun vadeli bir vizyon oluşturmak şart.
Türkiye, jeopolitik konumu ve bölgesel gücüyle AB’nin güvenlik ve savunma politikalarında kilit bir ortak olabilir. Karadeniz ve Doğu Akdeniz’de yaşanan gelişmeler, Türkiye’nin NATO ve Avrupa savunma projelerindeki yerini daha da önemli hale getiriyor. Rusya’nın artan askerî tehditleri ve ABD’nin küresel politikalarındaki belirsizlikler, AB’yi kendi güvenlik anlayışını yeniden şekillendirmeye zorluyor. İşte tam da bu noktada, Türkiye’nin Avrupa savunma projelerine daha aktif katılması, ortak bir güvenlik anlayışının inşası açısından kritik bir adım olabilir.
Türkiye ile AB arasındaki ekonomik ilişkilerin en önemli başlıklarından biri, Gümrük Birliği’nin güncellenmesi. GIF’e göre, Türkiye’nin güçlü üretim altyapısı ile AB’nin yenilikçi teknolojileri bir araya geldiğinde, Yeşil Mutabakat ve dijital dönüşüm gibi alanlarda büyük fırsatlar doğabilir. Özellikle sınırda karbon düzenlemeleri gibi politikalar, Türkiye’nin sanayi politikasında sürdürülebilirliği merkeze almasını gerektiriyor. Eğer Gümrük Birliği genişletilip hizmetler, kamu alımları ve tarım sektörlerini de kapsayacak şekilde güncellenirse, ticari ilişkilerin daha da derinleşip ekonomik bağımlılıkların artacağı öngörülüyor.
Avrupa’nın Yeşil Mutabakat hedefleri Türkiye için hem zorluk hem de büyük bir fırsat sunuyor. GIF, Türkiye’nin yenilenebilir enerji yatırımlarını artırması ve dijitalleşme süreçlerini hızlandırmasının, AB ile daha sağlam bir ortaklık kurmasının önünü açabileceğini savunuyor. Bu açıdan, dijital ekonomi, veri güvenliği ve yapay zekâ gibi alanlarda yürütülecek ortak projeler, Türkiye’nin bu dönüşümünü hızlandırarak AB ile entegrasyonunu daha da güçlendirebilir.
Son yıllarda Türkiye-AB ilişkileri, daha çok bireysel temaslarla ve pragmatik işbirlikleriyle ilerledi. Ama bu, ilişkilerin sağlam bir zemine oturması için yeterli değil. Üst düzey diyalog mekanizmaları yeniden işler hale getirilmeli, karar alıcıların doğrudan ve düzenli temaslarda bulunması sağlanarak süreç kurumsallaştırılmalı. Türkiye’nin AB liderleriyle düzenli zirveler yapması ve bu zirvelerin stratejik işbirliği çerçevesinde yürütülmesi, taraflar arasındaki güvenin yeniden inşa edilmesine büyük katkı sunabilir.
Demokratik Reformlar Olmazsa Olmaz
Türkiye-AB ilişkilerinin önündeki en büyük engellerden biri, hukukun üstünlüğü ve demokratik reformlar konusundaki ayrışmalar. İnsan hakları ve demokrasi alanındaki iyileştirmeler yalnızca AB ile ilişkileri değil, aynı zamanda Türkiye’nin kendi iç siyasi ve ekonomik dengelerini de güçlendirecektir. Bu alanlarda somut adımlar atıldıkça, hem Gümrük Birliği’nin güncellenmesi hem de vize muafiyeti gibi konularda ilerleme sağlanabilir. Kıbrıs meselesine yönelik yeni diplomatik hamleler de taraflar arasındaki siyasi tıkanıklıkları giderebilir.
Türkiye ve AB’nin birbirine mesafeli durarak bir gelecek inşa etmesi mümkün değil. Ortak çıkarlar ve değerler etrafında şekillenecek bir işbirliği, ilişkileri yeniden canlandırabilir. Yeşil ve dijital dönüşüm, savunma ve güvenlik gibi alanlarda geliştirilecek projeler, Türkiye-AB stratejik ortaklığını güçlendirecektir. Ama bu sadece hükümetler arasındaki görüşmelerle sınırlı kalmamalı. Sivil toplum, akademi ve özel sektör de sürece dahil edilmeli ki ilişkiler daha geniş bir tabana yayılsın.
Sonuç olarak, Türkiye-AB ilişkilerinde yeni bir sayfa açmak mümkün. Bunun için tarafların kısa vadeli kazançlar yerine uzun vadeli bir vizyon geliştirmesi gerekiyor. Kaybet-kaybet yerine kazan-kazan anlayışıyla şekillenecek sürdürülebilir ve stratejik bir işbirliği, hem Türkiye hem de AB için küresel ve bölgesel hedeflere ulaşmayı kolaylaştıracaktır.
Türkiye’nin AB’ye entegrasyonu konusunda uzun yıllardır büyük emek veren emekli büyükelçi Engin Soysal’ın 6 Mart günü Paris’te CERI-Sciences Po’da gerçekleştirdiği “La Turquie devant l’Europe” başlıklı konuşması, Türkiye-AB ilişkilerinin tarihi, mevcut zorlukları ve geleceğe dair olasılıklarını derinlemesine ele alıyor.
Soysal’a göre Türkiye, Avrupa bütünleşme sürecinde yer almaya yönelik siyasi iradesini ve Altılı Avrupa tercihini başında ortaya koydu ve 1963’te Ankara Anlaşması ile ilişkiler kurumsal bir çerçeveye oturtuldu. 1987’de Türkiye’nin tam üyelik başvurusu, 2005’te ise tam üyelik müzakerelerinin başlaması, bu ilişkinin ne denli uzun bir geçmişe sahip olduğunu gösteriyor.
Ancak bu sürecin inişli çıkışlı bir yol izlediğini, Türkiye-AB ilişkileri tarihinin bir bakıma kaçırılmış fırsatlarla dolu olduğunu belirten Soysal, karşılıklı yanlış anlamaların da bu süreçte hep varlığını koruduğunu ifade etti. Soysal, 1994’te -aynı zamanda amcası olan- Mümtaz Soysal’ın Paris’teki bir konferansta dile getirdiği bir saptamayı da hatırlattı: “Türkler Avrupa’yı fazlasıyla idealize ederken, Avrupa da Türkiye’yi tam olarak anlamaktan uzak bir noktada kalıyor.” Bu durum, karşılıklı olarak süregelen güven krizini ve diyalog eksikliğini de açıklıyor.
Peki, Bugün Nerede Duruyoruz?
Günümüzde Türkiye-AB ilişkileri, küresel güç dengelerinin değiştiği, savaşların ve ekonomik krizlerin yeniden şekillendirdiği bir dünyada yeniden ele alınmak zorunda. Soysal, Soğuk Savaş sonrası dönemde Türkiye’nin AB ile tam üyelik sürecinde ilerleme sağlamak için çeşitli reformlar yaptığını hatırlatırken, bu sürecin zaman içinde duraksadığını belirtiyor. AB tarafında da genişleme sürecine yönelik isteksizlik, Türkiye’nin üyelik perspektifini zayıflattı.
Buna rağmen, Soysal’ın vurguladığı gibi, Türkiye hâlâ Avrupa’nın ayrılmaz bir parçası. Avrupa’da yükselen milliyetçilik ve popülist söylemler, Türkiye’nin üyelik sürecine dair şüpheleri artırmış olsa da, bölgesel ve küresel istikrar açısından iki tarafın da birbirine ihtiyacı var. AB’nin küresel bir güç olma hedefi, Türkiye’nin jeopolitik konumu olmadan eksik kalacak.
Peki, yeni bir perspektif mümkün mü? Engin Soysal’a göre, Türkiye-AB ilişkilerinde yeni bir başlangıç için öncelikle yanlış anlamaları gidermek ve geçmişin yüklerinden kurtulmak gerekiyor.
Türkiye, hukukun üstünlüğü, insan hakları ve demokratik reformlar konusunda daha somut adımlar atarak AB ile ilişkilerini yeniden güçlendirebilir. AB ise Türkiye’yi yalnızca göçmen krizi veya ticaret ortağı olarak görmek yerine, stratejik bir ortak olarak değerlendirmeli ve iş birliği alanlarını genişletmeli.
Dahası, sadece hükümetler arası diplomasiye bağlı kalmamak, sivil toplum, akademi ve özel sektörün sürece dahil edilmesi, ilişkilerin çok boyutlu bir çerçeveye oturtulmasını sağlayacak.
Soysal, Brüksel’de Avrupa Komisyonu ve Avrupa Parlamentosu temsilcileriyle sürdürülecek yoğun ve etkin bir diplomasi sürecinin, yanlış algıları düzeltmede önemli bir rol oynayacağını belirtiyor. Aynı zamanda, Türkiye’de AB’ye olan ilgiyi canlı tutmak ve AB ile bütünleşme sürecini güçlendirmek için daha fazla çaba gösterilmesi gerektiğinin altını çiziyor.
Türkiye ve Avrupa: Ortak Gelecek Mimarisi
Türkiye ve AB, sadece geçmişte yaşanan hayal kırıklıklarına takılıp kalamaz. Küresel düzende yaşanan büyük değişimlere ayak uydurmak için iki tarafın da ortak hareket etmesi gerekiyor. Soysal’ın belirttiği gibi, “Avrupa’nın geleceği Türkiye’siz şekillenemez, Türkiye de Avrupa’dan uzaklaşarak küresel denklemde hak ettiği yeri bulamaz.”
Bugün Türkiye ve AB, karşılıklı güvensizlik ve belirsizlik içinde yol almak yerine, işbirliği alanlarını genişleten, stratejik hedefleri ortaklaştıran ve birbirini tamamlayan iki aktör olarak hareket edebilir. Bu açıdan Türkiye Dışişleri Bakanı’nın beş yıl aradan sonra Gymnich toplantısına çağrılması, normalleşme çabaları açısından önemliydi.
Öte yandan, 17 Şubat’ta Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, Ukrayna’ya desteği yeniden teyit etmek amacıyla Elysée Sarayı’nda yedi Avrupa liderini, NATO ve AB kurumlarının temsilcilerini bir araya getirmiş olsa da bu toplantıya NATO’nun ikinci en büyük askerî gücü olan Türkiye davet edilmemişti. Bu tercih, birçok uzman tarafından “stratejik bir hata” olarak görülmüş, Londra’da 2 Mart günü Britanya Başbakanı tarafından gerçekleştirilen toplantıya davet edilen Türkiye Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, zirve sonrası Türkiye’nin yeni Avrupa güvenlik mimarisindeki önemine vurgu yapmıştı.
Ankara da gelinen süreçte -bu karmaşık diplomasi denkleminde ve özellikle de ABD’nin Avrupa’ya yönelik angajmanında yaşanan değişiklikler karşısında- Avrupa’daki güvenlik denklemindeki yerini yeniden hatırlıyor ve hatırlatıyor. Türkiye’nin gerek teknolojik yetkinliği gerek sahip olduğu insan gücü gerekse yürüttüğü dengeli diplomatik hamleler, onu AB açısından güvenliğe dair birçok gündem maddesinde bir müttefikin yanı sıra kritik bir oyuncu haline getiriyor.
Ayrıca bu dönüşüm, yalnızca diplomatik ilişkilerle değil, ekonomi, güvenlik, enerji ve teknolojik gelişim gibi kritik alanlarda da kendini göstermeli.
Buna ek olarak sosyal politika alanlarında, kadının insan haklarında, çocuğun iyi olma halinde de AB politikalarını, norm ve standartlarını, dahası Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin içtihadını temel referans almak gerekiyor. Artık anlatımızı, vizyonumuzu ve dünyada duruşumuzu Avrupalılaştırmak, kimliğimizi yeniden inşa edip Avrupalı kimliğine de kendi artı değerlerimizi katmak gerekiyor.
Bu konuda görüştüğüm ve raporda da katkısı bulunan emekli büyükelçi Erdoğan İşcan’ın tespitleri oldukça önemli:
“Küresel evrim, Türkiye’nin uluslararası ve bölgesel konumu için yeni bir durum ortaya çıkardı. Bu, karşılıklı irade ile uzlaşı yönünde kullanılabilirse fırsat yaratabilir. Öte yandan, ideolojik bağlantılar temelinde ya da çatışmacı anlayışla yaklaşılırsa bugünden daha da kötü senaryolara yol açabilir. Günümüz koşullarında yakınlaşma yolunda karşılıklı irade yokluğunda ilerleme sağlanması zor görünüyor.”
İşcan’a göre, Türkiye bu aşamada kendi mutfağını düzene koyma amacına öncelik vermeli; siyaset, güvenlik ve ekonomi boyutlarına ek olarak, hukukun üstünlüğü konusu da öncelikler arasında olmaya devam etmeli. Türkiye’nin “hukuk ile çatışan ülke” görünümüne son vermesi, geliştirilmesine katkıda bulunduğu ve uygulama yükümlülüğü üstlendiği “insan hakları hukuku ilke ve normlarına sahip çıkan ülke” konumu kazanması gerekiyor.
İşcan, “Bu ilk adım olmazsa, izleyen adımlar için yolda aşılması güç engeller ile karşılaşılabilecektir” diyor. Bu açıdan Avrupa Konseyi ile ilişkilerin düzeltilmesi, AİHM kararlarının uygulanması da önemli bir eşik. Zira AB, diğer adaylarla birlikte, 46 üyeli Avrupa Konseyi’nde üçte iki çoğunluğa sahip.
“Türkiye’yi uluslararası topluma bağlayan üç ana köprü BM-NATO-Avrupa Konseyi’dir. AB de diğer ana köprü adayıdır. Diğer köprüler tamamlayıcı yan köprülerdir. Bu bağlamda AB katılım sürecinin korunması önemli. Batı ile ilişkilerinin güçlü ve istikrarlı olduğu dönemlerde, Türkiye’nin bölgesel ve uluslararası etkinliğinin de yükseldiği hatırlanmalı” diye ekliyor İşcan.
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın geçtiğimiz günlerde İngiliz Financial Times gazetesine verdiği mülakatta bu açıdan kritik ifadeler var. Fidan, Ankara’nın NATO sonrası Avrupa Güvenlik Paktı’na katılabileceğini söylerken, NATO’nun dağılması halinde Türkiye’nin yeni bir Avrupa güvenlik mimarisinin parçası olmak isteyebileceğini de belirtiyor. Avrupa güvenliği konusunda ise “Cin şişeden çıktı ve onu geri koymanın bir yolu yok” diyor.
Sonuç Niyetine
Sonuç olarak, Türkiye ve AB, yeniden diyalog kurmalı, ortak hedefler belirlemeli ve karşılıklı anlayışı artıracak adımlar atmalı. Küresel güç dengelerinin değiştiği bu dönemde, tarafların birbirinden uzaklaşması ne Türkiye ne de AB için sürdürülebilir bir seçenek. Yeni bir perspektifin zamanı geldi.
Artık ne kadar söz varsa düne ait, şimdi yeni şeyler söylemek lazım. Ama bu kez, geçmişin gölgeleriyle değil, ortak bir gelecek inşa etme cesaretiyle… AB’nin kurucu babalarından ve benim de bir zamanlar bursiyeri olduğum Jean Monnet’nin dediği gibi, “Her şeyin karmaşaya sürüklendiği olağanüstü anlarda, eğer hazır olursanız ve elinizde net bir proje varsa, her şey mümkündür”.
İşte şimdi tam da o olağanüstü anlardan birindeyiz. Türkiye ve Avrupa, birlikte yol almayı başarabilirse, yalnızca geçmişin hesaplarını kapatmakla kalmayacak, geleceği de birlikte yazacak.