CARL BILDT - Project Syndicate
Bir zamanlar Amerika Birleşik Devletleri, küresel düzen içerisinde, demokrasi ile otoriterlik arasındaki mücadelenin en belirleyici mesele olduğuna inanıyordu. İkinci Dünya Savaşı’nın ateşinde şekillenen bu bakış açısı, güçlü transatlantik bağların oluşmasını sağladı. On yıllar boyunca, ABD-Avrupa ittifakı sadece güvenlikten ibaret değildi; aynı zamanda ideolojiye ve ortak değerlere dayanıyordu. İşte bu yüzden bu ilişki 80 yıl boyunca ayakta kaldı.
Ancak şimdi, ABD Başkanı Donald Trump sayesinde, sadece iki ay öncesine kadar ayakta olan bu dünya, uzak bir tarih gibi gelmeye başladı. Batı’nın doğası gözlerimizin önünde yıldırım hızıyla değişiyor. Bu değişim o kadar ani ve kafa karıştırıcı ki, pek çok kişi bir dayanak noktası aramak zorunda kaldı. Yeni gerçeklik, ABD’nin Rusya ve diğer birkaç dışlanmış otoriter ülkeye katılarak, Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik saldırganlığını kınayan BM Genel Kurulu kararına karşı oy kullanmasıyla ortaya çıktı. Bu, dönüm noktası niteliğinde bir olaydı ve utanç içinde anılacak bir tarih olarak kayda geçti.
Yeni Amerikan dış politikasının sonuçları elbette çok derin olacak. Transatlantik güvenlik ittifakının zayıflamakta olduğu inkâr edilemez bir gerçek. Siyasi liderler, eski karşılıklı savunma taahhütlerinin hâlâ sağlam olduğunu kamuoyu önünde savunma gereği hissedebilir; ancak kimseyi – hatta kendilerini bile – kandıramazlar. İttifakın güvenilirliği Beyaz Saray’da kimin oturduğuna bağlıdır ve bu kişinin transatlantik güvenlik konusunda hiçbir güvenilirliği yok.
Dahası, en azından ilkesel olarak transatlantik ideolojik ittifakı büyük ölçüde sağlam tutan ilk Trump yönetiminden belirgin bir uzaklaşmaya tanıklık ediyoruz. Başkan Yardımcısı J.D. Vance’in Münih Güvenlik Konferansı’nda yaptığı konuşma bu kez durumun farklı olduğunu gösterdi. Vance’in mesajı Avrupa güvenlik, savunma ve dış politika çevrelerinde şok etkisi yarattı. Sadece NATO’yu üç çeyrek asır boyunca bir arada tutan güvenlik meselelerini önemsiz görmekle kalmadı, aynı zamanda, ideolojik haritayı, Avrupa ve ABD’yi birbirine karşı konumlandıracak şekilde yeniden çizdi. Birdenbire ABD bir müttefik gibi değil, bir düşman gibi görünmeye başladı.
Trump yönetiminin çekirdeğini oluşturan MAGA (“Make America Great Again” – “Amerika’yı Yeniden Büyük Yap”) radikalleri, Amerikan toplumunu dönüştürmeyi amaçlayan bir kültür savaşı yürütüyor. Bu hareket, büyük ölçüde, ülkeyi yozlaştırdığına inandıkları liberal eğilimlere karşı, gerici bir karşı-devrim niteliği taşıyor. MAGA, ABD’yi daha askeri odaklı, muhafazakâr ve yarı-izolasyonist bir istisnacılık modeline döndürmek istiyor. Dolayısıyla, onlar için belirleyici mücadele, demokrasi ile otoriterlik arasındaki bir çatışma değil. Bu kavramlar, onların söyleminde neredeyse hiç yer almıyor.
Kendi kültürel savaş projeleri nedeniyle, MAGA hareketi Avrupa’yı bir düşman olarak görüyor. Söylemini Avrupalı aşırı sağcılarla uyumlu hale getiren Vance, Avrupa’nın “uygarlık intiharı riski altında” olduğunu savunuyor. Benzer şekilde, Trump’ın en büyük finansal destekçisi ve yardımcısı Elon Musk da Almanya ve Birleşik Krallık’taki aşırı sağcı partiler için açıkça kampanya yürüttü. İleriye baktığımızda, Polonya ve Romanya (geçen yıl bir mahkemenin Rus müdahalesini gerekçe göstererek ilk tur seçim sonuçlarını iptal ettiği ) gibi ülkelerde bu savunuculuğu daha fazla göreceğimiz neredeyse kesin. MAGA ideologları, açık ve liberal Avrupa toplumlarını, iç düşmanlarının uzantıları olarak gördüklerinden, otoriter ve anti-demokratik güçleri desteklemeleri onlar açısından tamamen mantıklı.
Ayrıca Rusya konusunda da temelde farklı bir görüşe sahipler. Söylemlerinin sık sık Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in rejiminin söylemini yansıtması (bazen neredeyse kelimesi kelimesine) tesadüf değildir. MAGA da Putin de saldırgan milliyetçiliği ve liberal değerlere karşı düşmanlığı benimsiyor; her ikisi de durmadan egemenlikten, güçlü liderlerin ve güçlü ulusların geleceği şekillendirmedeki rolünden bahsediyor. Kremlin’de veya Beyaz Saray’da olmanız fark etmiyor, sözde küreselciler her zaman düşman olarak görülüyor.
Biden yönetimi, her ne kadar bunu resmi bir politika hedefi olarak dile getirmemiş olsa da, Rusya’da bir rejim değişikliği umuyordu. Oysa Trump yönetimi, Avrupa’da rejim değişikliği istiyor. Avrupa artık bir müttefik değil, bir düşman; Rusya henüz tam anlamıyla bir ABD müttefiki olmasa da, bir düşman da değil. Putin’in rejimi, mevcut ABD yönetimiyle Avrupalılardan çok daha fazla ideolojik yakınlığa sahip.
Transatlantik dünya için bir umut varsa, bu ABD’nin tek bir bütün olmaması. Trump, dilediği her şeyi yapma yetkisine sahip olduğunu iddia etse de aslında böyle bir yetkisi yok. Ancak Amerikan toplumu bu kadar kutuplaşmışken, siyasi gidişatını tahmin etmek kolay değil. Eski düzene kısmen geri dönmek hâlâ mümkün olsa da gerici karşı-devrimi harekete geçiren güçler yıllarca etkili olmaya devam edecek.
Dünya bu durumu dikkate almalı ve politikalarını buna göre şekillendirmeli. Avrupa en iyisini umabilirler ama en kötüsüne de hazırlıklı olmalı. Bir zamanlar imkânsız görünen şey (asi bir Amerika) artık fazlasıyla olası hale gelmiştir.
Bu yazı, Project Syndicate’te, 20 Mart 2025 tarihinde, “The Transatlantic World Will Never Be the Same” başlığıyla yayınlandı. Çeviride editoryal düzenleme yapılmıştır.