Siyaset, iktidar ve yönetimle ilgili olarak hilafet kelimesi Kur’an’da iki ayette yer alır. Biri Bakara, 30, diğeri Sad, 26. Ayetlerdir. İki ayet de Ali Abdurrazık ve Seyyid Bey’in tez ve iddialarının ne kadar temelden yoksun olduğunu göstermeye yeter. Bu iki ayete yakından bakmaya çalışalım. (Bu konuyu çok daha geniş “Kur’an Dersleri” adlı tefsirimizde ele almıştık. Bkz. Cilt: I, s. 124-137 ve Cilt: VI, s. 15-25)
“Hani Rabbin, Meleklere: “Muhakkak ben, yeryüzünde bir halife var edeceğim” demişti. Onlar da: “Biz seni şükrünle yüceltir ve (sürekli) takdis ederken, orada bozgunculuk çıkaracak ve kan dökecek birini mi var edeceksin?” dediler. (Allah:) “Şüphesiz sizin bilmediğinizi ben bilirim” dedi.” (2/Bakara, 30.)
Burada sözü edilen Adem, tür olarak “insan”dır, “hubut’tan sonra yeryüzünde ayağa kalkacak olan Adem” melekut aleminde kendisine verilen misyonu gerçekleştirmek üzere Adem olarak harekete geçecektir ki, bu Adem’in de iki versiyonundan biri beşer olan babamız Adem, diğeri peygamber olan Adem aleyhisselamdır.
Bu ayetin bize bildirdiği ilk bilgi şudur: İnsan yeryüzünde “halife kılınacak”tır, halife olarak yaratılacak değildir. “Ca’l” fiilinde doğrudan yaratmadan önce tensip etme, kılma, atama, tayin etme söz konusudur. Henüz Âdem yaratılmadan bu konu geçtiğine göre, Âdem’in “bir tür atama yoluyla hilafetle görevlendirileceği”ni, diğer yaratıklar içinde bu görevin sadece kendisine layık görüldüğünü veya bu şerefli görevi yerine getirme ehliyeti ve liyakatiyle yaratılıp donatıldığını, daha doğru ifade ile bu misyona aday kılındığını söylemek mümkün.
Burada akla takılan bir sual var: “Ca’l” ile kastedilen, zaten önce yaratılan Âdem’in sonradan “yeryüzüne halife olarak atanacağı veya yeryüzünde halife kılınacağı” ve bunun meleklere haber verilmesi mi, yoksa daha yaratılışa başlanmamışken insan profilinin meleklere anlatılması mı?
Şu veya bu, her durumda insan, insan olarak yaratılacaktır. İnsanın birçok özelliği ve sıfatı yanında, yeryüzünde halifeliğe aday olması özelliği var. Başka bir ifadeyle bu, “Biz seni halife olmaya istidatlı, aday kıldık” demektir ki, bu durumda anlamı, ”sen bu istidadını doğru ve meşru çerçevede kullandığında bunu hak edeceksin”, yoksa “Allah bana hilafeti bir imtiyaz olarak verdi, istediğim gibi kullanırım, yeryüzünde keyfimce hüküm sürerim, âlemin kralı benim” diyecek olsa, insan istidadını yanlış ve gayr-ı meşru çerçevede kullanmış olacağından bu şerefli unvanı kaybetmiş, üstelik kendi helâkını hazırlamış olur.
Diğer varlıklar istemeden de olsa yüce Allah’a itaat ederlerken sadece insan istemediği takdirde itaat etmeyecek, bu konuda serbest ve özgür olacaktır. Zorlanmadığı halde bir şeyi yapabilmek özgürlüktür, özgürlük iradi tercihtir, insan seçiminde zor ve baskıya maruz kalmayacak, ancak doğru veya yanlış seçiminden dolayı karşılık görecektir ki, bu özelliği onu teklife muhatap kılmaktadır. İnsanı özgür kılan özne oluşudur. Özne oluşu kendi bedeni ve maddi olmayan yeti ve melekeleri üzerinde egemen, karar verici yani irade sahibi olabilmesidir. Onu “yeryüzünün halifesi” kılacak olan doğru seçimde bulunup özgür iradesiyle Allah’ın iradesine tâbi olması, isimlerin potansiyellerini ruhunda ve eylemlerinde aktif hale getirmesi olacaktır. Bunu başarabildiğinde Eşref-i mahlûkat (takva) makamına yükselecek, başaramadığında Esfel-i safilin (fücûr) derekesine düşecektir. Seçim onun!
“Yeryüzü” kaydı ince bir nükteye işaret eder: İnsan, varlık ağacının meyvesidir, bu doğrudur, halife olma şerefine ve makamına layık görülmüştür, bu da doğrudur; ama “yeryüzü” için ve “yeryüzünde olması” kaydıyla. İlk cennet hayatı, onun için “geçici bir iskân” oldu, çok kalmadan “yeryüzüne indirildi (hubut).” İnsan, “yeryüzünde ömür sürmek (veya onu imar etmek) üzere” yaratıldı. (11/Hud, 61.)
İbn Haldun, ayette geçen bu anahtar terimden hareketle, kendine özgü bir sosyolojinin temeli sayılan “umran” kuramını geliştirmiştir, umran insan toplumlarının kendi cehd ve mücahedeleriyle ulaşabilecekleri en görkemli ve meşru form ise bunun elbette ve bizzarure siyaset, iktidar ve yönetimle ilişkisi olacaktır.
Tabii ki insanoğlu, imkân ve araçlar geliştirdiğinde başka gezegenlere gidebilir, ama onun varlıktaki geçici vatanı yeryüzüdür. Nereye giderse gitsin, gittiği yere kendini beraberinde götürecektir yani insan olarak ‘ne’ ise, öyle kalmaya ve olmaya devam edecektir. Asıl ve ilk vatanı olan cenneti hak edebilmek için yeryüzüne adeta sürgüne, mecburi gurbete gönderilmiştir. Burada ömür sürdüğü zaman içinde Allah’a ibadet edecek, yeryüzünü imar edecek, Allah’ın ona öğrettiği gibi yaşayıp sınavdan başarıyla çıkacaktır. Sınavın kademeleri özgürlük, ahlak, adalet, ihtiram ve iyilik, ma’ruf üzere dayanışmadır; bunlar sağlandığında yer yüzünde aşırı yoksul, baskı altında inleyen mazlum kalmayacak, halife seçilmiş insan eliyle ilahi isimler varlık aleminde bir bir tecelli edecek, böylelikle dağların yüklenmekten çekindiği emaneti üstlenen insan varoluşunu gerçekleştirmiş olacaktır.
İnsan gökyüzüne, başka gezegenlere veya uydulara/peyklere çıkabilir, bunun mümkün olduğunu, zaruri durumlarda başvurulabilecek bir yol ve imkân olarak görülebileceğini yukarıda söyledik. Ama acaba tür olarak insan, “yeryüzünde”ki gibi varlığa aşina olabilir mi ve “göklerin de halifesi” unvanını sürdürebilir mi? İnsanın bir başkası adına hükmü yeryüzünde geçer, çünkü “yeryüzünde halife kılındı (fi’l-arzi halife)”, göklerde değil. İnsan, başka gezegenlere gidip yerleşse de -ki bu mümkündür (55/Rahman, 33)-, orayı kendisi için “yeryüzü (arz)” kılacak; yeryüzünü nasıl kan dökerek ve fesat çıkararak yaşanmaz hale getirdiyse, gittiği gezegeni de yaşanmaz hale getirecektir. Su ve havanın olmadığı gezegenlerin yeryüzü gezegeniyle ortak vasıfları taş ve toprak olmalarıdır, yapısal elementler benzerlik gösteriyorsa ve birinde su ve hava bulunması halinde insan oraya göçerse “yeryüzü insanı” vasfını kaybeder mi? Hayır! Yeryüzü arz’dır, başka gezegenlerin de yüzü “arz”dır. İnsan gittiğe yere kendini de beraberinde götürdüğüne göre, dünya gezegeninde hangi sorunlarla karşı karşıya kalıp sınavdan geçiyor ise, başka gezegenlerde de aynı sorunla karşılaşacak ve yine çetin bir sınavdan geçecektir. Ademoğlunun hammaddesi toprak ise, ruhu bedenden ayrılıp topraktan ayrılmadıkça bir başka yaratığa dönüşmez ve bu onun göklerin saltanatında yani melekût aleminde bir payı olamayacağını gösterir.
Eğer bütün bunlar doğru ise, insanın önünde tek yol kalır, o da yeryüzünde fiziksel ve ekonomik olarak sürdürülebilir, sosyo-politik ve ekolojik olarak da yaşanabilir bir dünya için ahlaki ve manevi referanslara sarılması; dünya hayatını, yeryüzündeki eylemlerini buna göre düzenlemesidir. Yeryüzünü Allah’tan bağımsızlaştıramaz, otonomlaştırıp dilediği düzeni kuramaz. Mülkün sahibi Allah’tır ve Allah insanı kendine bir halife, bir vekil, bir emanetçi olarak yeryüzüne göndermiştir. (Bkz.6/En’am, 165 ve 35/Fatır, 39.)
Belki de, eski müfessirlerin zihinlerinde kurguladıkları çok sayıdaki senaryonun aktörleri olan cinlerin veya “insan-öncesi yaratıklar”ın başına geldiği düşünülen büyük felaket, yeryüzündeki hayatı sürdürülebilir olmaktan çıkarmaları sonucu olmuştur. Alegorik anlatımlarla kimi müfessirler –mesela Mukatil b. Süleyman ve İsmail Hakkı Bursevi-, bu çerçevede cinleri anlatırken, “Canın oğulları (Canoğulları)” olan bu türün, “dumansız ateşten” yaratıldıklarını, çoğalıp yeryüzünde yedi bin sene yaşadıklarını, sonra aralarında baş gösteren zulüm (hak ve hukuk ihlali) ve kıskançlık (bağy) yüzünden birbirlerini ardı arkası gelmeyen iç çatışmalar ve savaşlarla kırdıklarını, muhtemelen bu yüzden hem kendilerine hem tabiatın hassas dengesine büyük zarar verdiklerini; bunun üzerine Allah’ın İblis’in komutasında dünya semasında bulunan melekleri gönderip cinleri helâke uğrattıklarını anlatırlar. Burada ana temanın, yeryüzündeki hayatın çekilemez hale geldiği durumlarda, cin veya insan hangi tür olursa olsun, kendi sonunu getirdiği hakikatine vurgu yapılmaktadır.
İşte Âdemoğulları, bu türden sonra, yani yok olan türün ardından/ardılları, yani halefleri olarak yeryüzüne gelmektedirler. Hz. Âdem ilk halifedir veya başka bir deyişle hilafet Âdem’le başlamıştır.
“Halife“nin ne anlama geldiği tartışılmış bir konudur. Şu var ki, birbirinden farklı gibi görünen iki anlam düzeyi biri diğerini tamamlar niteliktedir. İster “bir başkasının yerine geçen”, ister “halef olarak temsil, sözcü, vekil makamında tutulan” kişi olsun, sonuç itibariyle, insanın birincil, asli görevi hilafet değil, hilafet yaparak Allah’a kulluktur. Hilafet görevini layıkıyla yerine getirdiğinde salih olur, “halef” olur; yerine getirmediğinde “half” olur. “Halife” olmanın ne anlama geldiğini tefsirciler birkaç kategoride ele almışlardır:
Asil yoksa ona vekili olur. Bu Allah için düşünülemez;
Halife tayin eden buna ihtiyaç hisseder. Bu da acziyet izafe etmek olduğundan Allah için söz konusu olamaz;
Hasan Basri, Âdem’e halife denmesinin sebebini insan nesillerinin birbiri ardınca gelmesine bağlar. Birinin öncesi selefi, sonrası halefidir.
Asil, vekile şeref bahşeder, ikramda bulunur. Zannımca akla yatkın olanı budur. Zira yüce Allah, bahşettiği imkânlar ve potansiyeller itibariyle insanı kerem sahibi (mükerrem) kılmıştır. (Bkz. 17/İsra, 70.)
Mutlak iktidar Allah’a aittir, hakiki yönetici O’dur, ilahlık, Rablık O’na mahsustur. İnsan yeryüzünün yöneticisi değildir, hakiki yönetici adına iş yapan emanetçidir. Yani aslında ikincildir, sonraki kademenin öznesidir. Hiçbir zaman tekil olana, tekliğe ve birinciliğe talip olamaz. Her varoluşsal durumda insandan önce ve insandan üstün vardır, o da mülkün sahibi şanı yüce Allah’tır.
Bu politik olarak da böyledir. Hz. Muhammed (s.a.), “Allah’ın kulu ve Resulüdür (abduhu ve Resulühü).” Risalet/Nübüvvet dolayısıyla insanları yönetme yetkisine sahipti(r). Tabii ki insanlar doğaları gereği bir arada yaşamak durumunda olduklarından (tab’an medeni) bir yönetime ihtiyaç hissedeceklerdir yani her beşeri/toplumsal ilişkide “yöneten-yönetilen” kategorileri olacaktır. İnsanın bir özelliği de yönetici/halife olmasıdır. (Bkz. 4/Nisa, 59; 24/Nur, 55; 38/Sad, 26.) Ama hiçbir yönetici Hz. Peygamber (s.a.)’in yerine geçemez, onun konumunda hilafet iddiasında bulunamaz. Nitekim Hz. Peygamber’in irtihalinden sonra, bazıları Hz. Ebu Bekir (r.a)’e “Allah’ın halifesi” demeye başlayınca, o hemen araya girip “-Ben Allah’ın halifesi değil, Resulullah’ın halifesiyim” demiştir. Yani yönetici sıfatıyla Hz. Peygamber’in makamını işgal eden, ondan sonra gelen anlamında yöneticilere “Halife” unvanı verilmiştir. “Allah’ın halifesi” veya “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi (Zillullah fil arz)” sıfatının sultanlara ve padişahlara verilmesi Bizans’ın ve Sasanilerin etkisinde önce Emevilerde başlamış, sonra Osmanlılarda sürdürülmüştür.
Efendimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: “Dünya tatlı ve çekicidir. Allah onun yönetimini size verecek ve nasıl davranacağınıza bakacaktır. Sakın dünyaya aldanmayın.” (Müslim, Zikir, 99; Tirmizi, Fiten, 26.)
Hilafet’in tamamiyle siyasi manası ve yönetimle ilgili bir kavram olarak geçtiği diğer ayet Hz. Davut’la ilişkilidir:
“Ey Davud, gerçek şu ki, Biz seni yeryüzünde bir halife kıldık. Öyleyse insanlar arasında hak ile hükmet, istek ve tutkulara (hevaya) uyma; sonra seni Allah’ın yolundan saptırır. Şüphesiz Allah’ın yolundan sapanlara, hesap gününü unutmalarından dolayı şiddetli bir azap vardır.” (38/Sad, 26)
Davud aleyhisselam yeryüzünde halife idi. İlahi iradenin hangi yönde tecelli ettiğini, Allah’ın emir ve yasaklarına uyup ona göre iktidar kurmanın nasıl mümkün olduğunu, insanların, toplumların nasıl adalet üzere, hak ve hakkaniyete göre yönetilebileceklerini somut olarak gösteriyor, bu arada derin bir ihlas ve samimiyetle yüce Allah’a ibadet ediyor, canlı ve cansız varlıklarla iletişim kurabiliyordu. “Yeryüzünde halife” olmak demek insanlar arasında hak ve hakkaniyetin tesis edilmesi, insanların kendi istek ve tutkularına göre hareket etmemesi ve doğru yol üzere bir hayat tarzını takip etmesi demektir. Bu yol haritasını takip etmeyenler hilafet haklarını kaybettikleri gibi büyük bir azaba da çarptırılacaklardır. Halife olan, yeryüzünün nihai ve hakiki sahibi olmadığını bilir, bu hakikati unutmaz. Kim yeryüzünü sahipsiz, kendi babasının çiftliği zannedip keyfince kullanmaya kalkışırsa o hesap gününü unutmuş kimsedir, akıbeti feci olacaktır.
Bu iki ayet Ezher Şeyhi Ali Abdurrazık ile Seyyid Bey’in hilafeti sekülerleştirmeye matuf tezlerinin tamamen çürük olduğunu gösterir. İlk sahabe nesli, “hilafet”i orijinal bir yönetim modeli tasarlayıp uyguladıklarında Kur’an’ın, ta melekut aleminden mülk alemine uzanan nurundan hareket etmişlerdir, bizim bugün çaresiz, şaşkın, zelil kitleler olarak krizler ve kaoslar içinde yuvarlanmamızın sebebi zulûmatı nura tercih etmemiz, dalalet içinde debelenmemizdir.
Hele, sözüm ona bir sürü namlı akademisyen, aydın, yazar “Ne sahabesi, daha Hz. Peygamber’in cenazesi yerde iken kim seçilecek diye koşuştular; Hz. Peygamber’den sonra iktidar kavgalarına düştüler; dört halifeden üçü suikast sonucu öldürüldü” diyor ya, bu siyaset, iktidar ve insan gerçeğine ilişkin cehaletin cehl-i mürekkebi olmaktadır.Siyaset, iktidar ve yönetimle ilgili olarak hilafet kelimesi Kur’an’da iki ayette yer alır. Biri Bakara, 30, diğeri Sad, 26. Ayetlerdir. İki ayet de Ali Abdurrazık ve Seyyid Bey’in tez ve iddialarının ne kadar temelden yoksun olduğunu göstermeye yeter. Bu iki ayete yakından bakmaya çalışalım. (Bu konuyu çok daha geniş “Kur’an Dersleri” adlı tefsirimizde ele almıştık. Bkz. Cilt: I, s. 124-137 ve Cilt: VI, s. 15-25)
“Hani Rabbin, Meleklere: “Muhakkak ben, yeryüzünde bir halife var edeceğim” demişti. Onlar da: “Biz seni şükrünle yüceltir ve (sürekli) takdis ederken, orada bozgunculuk çıkaracak ve kan dökecek birini mi var edeceksin?” dediler. (Allah:) “Şüphesiz sizin bilmediğinizi ben bilirim” dedi.” (2/Bakara, 30.)
Burada sözü edilen Adem, tür olarak “insan”dır, “hubut’tan sonra yeryüzünde ayağa kalkacak olan Adem” melekut aleminde kendisine verilen misyonu gerçekleştirmek üzere Adem olarak harekete geçecektir ki, bu Adem’in de iki versiyonundan biri beşer olan babamız Adem, diğeri peygamber olan Adem aleyhisselamdır.
Bu ayetin bize bildirdiği ilk bilgi şudur: İnsan yeryüzünde “halife kılınacak”tır, halife olarak yaratılacak değildir. “Ca’l” fiilinde doğrudan yaratmadan önce tensip etme, kılma, atama, tayin etme söz konusudur. Henüz Âdem yaratılmadan bu konu geçtiğine göre, Âdem’in “bir tür atama yoluyla hilafetle görevlendirileceği”ni, diğer yaratıklar içinde bu görevin sadece kendisine layık görüldüğünü veya bu şerefli görevi yerine getirme ehliyeti ve liyakatiyle yaratılıp donatıldığını, daha doğru ifade ile bu misyona aday kılındığını söylemek mümkün.
Burada akla takılan bir sual var: “Ca’l” ile kastedilen, zaten önce yaratılan Âdem’in sonradan “yeryüzüne halife olarak atanacağı veya yeryüzünde halife kılınacağı” ve bunun meleklere haber verilmesi mi, yoksa daha yaratılışa başlanmamışken insan profilinin meleklere anlatılması mı?
Şu veya bu, her durumda insan, insan olarak yaratılacaktır. İnsanın birçok özelliği ve sıfatı yanında, yeryüzünde halifeliğe aday olması özelliği var. Başka bir ifadeyle bu, “Biz seni halife olmaya istidatlı, aday kıldık” demektir ki, bu durumda anlamı, ”sen bu istidadını doğru ve meşru çerçevede kullandığında bunu hak edeceksin”, yoksa “Allah bana hilafeti bir imtiyaz olarak verdi, istediğim gibi kullanırım, yeryüzünde keyfimce hüküm sürerim, âlemin kralı benim” diyecek olsa, insan istidadını yanlış ve gayr-ı meşru çerçevede kullanmış olacağından bu şerefli unvanı kaybetmiş, üstelik kendi helâkını hazırlamış olur.
Diğer varlıklar istemeden de olsa yüce Allah’a itaat ederlerken sadece insan istemediği takdirde itaat etmeyecek, bu konuda serbest ve özgür olacaktır. Zorlanmadığı halde bir şeyi yapabilmek özgürlüktür, özgürlük iradi tercihtir, insan seçiminde zor ve baskıya maruz kalmayacak, ancak doğru veya yanlış seçiminden dolayı karşılık görecektir ki, bu özelliği onu teklife muhatap kılmaktadır. İnsanı özgür kılan özne oluşudur. Özne oluşu kendi bedeni ve maddi olmayan yeti ve melekeleri üzerinde egemen, karar verici yani irade sahibi olabilmesidir. Onu “yeryüzünün halifesi” kılacak olan doğru seçimde bulunup özgür iradesiyle Allah’ın iradesine tâbi olması, isimlerin potansiyellerini ruhunda ve eylemlerinde aktif hale getirmesi olacaktır. Bunu başarabildiğinde Eşref-i mahlûkat (takva) makamına yükselecek, başaramadığında Esfel-i safilin (fücûr) derekesine düşecektir. Seçim onun!
“Yeryüzü” kaydı ince bir nükteye işaret eder: İnsan, varlık ağacının meyvesidir, bu doğrudur, halife olma şerefine ve makamına layık görülmüştür, bu da doğrudur; ama “yeryüzü” için ve “yeryüzünde olması” kaydıyla. İlk cennet hayatı, onun için “geçici bir iskân” oldu, çok kalmadan “yeryüzüne indirildi (hubut).” İnsan, “yeryüzünde ömür sürmek (veya onu imar etmek) üzere” yaratıldı. (11/Hud, 61.)
İbn Haldun, ayette geçen bu anahtar terimden hareketle, kendine özgü bir sosyolojinin temeli sayılan “umran” kuramını geliştirmiştir, umran insan toplumlarının kendi cehd ve mücahedeleriyle ulaşabilecekleri en görkemli ve meşru form ise bunun elbette ve bizzarure siyaset, iktidar ve yönetimle ilişkisi olacaktır.
Tabii ki insanoğlu, imkân ve araçlar geliştirdiğinde başka gezegenlere gidebilir, ama onun varlıktaki geçici vatanı yeryüzüdür. Nereye giderse gitsin, gittiği yere kendini beraberinde götürecektir yani insan olarak ‘ne’ ise, öyle kalmaya ve olmaya devam edecektir. Asıl ve ilk vatanı olan cenneti hak edebilmek için yeryüzüne adeta sürgüne, mecburi gurbete gönderilmiştir. Burada ömür sürdüğü zaman içinde Allah’a ibadet edecek, yeryüzünü imar edecek, Allah’ın ona öğrettiği gibi yaşayıp sınavdan başarıyla çıkacaktır. Sınavın kademeleri özgürlük, ahlak, adalet, ihtiram ve iyilik, ma’ruf üzere dayanışmadır; bunlar sağlandığında yer yüzünde aşırı yoksul, baskı altında inleyen mazlum kalmayacak, halife seçilmiş insan eliyle ilahi isimler varlık aleminde bir bir tecelli edecek, böylelikle dağların yüklenmekten çekindiği emaneti üstlenen insan varoluşunu gerçekleştirmiş olacaktır.
İnsan gökyüzüne, başka gezegenlere veya uydulara/peyklere çıkabilir, bunun mümkün olduğunu, zaruri durumlarda başvurulabilecek bir yol ve imkân olarak görülebileceğini yukarıda söyledik. Ama acaba tür olarak insan, “yeryüzünde”ki gibi varlığa aşina olabilir mi ve “göklerin de halifesi” unvanını sürdürebilir mi? İnsanın bir başkası adına hükmü yeryüzünde geçer, çünkü “yeryüzünde halife kılındı (fi’l-arzi halife)”, göklerde değil. İnsan, başka gezegenlere gidip yerleşse de -ki bu mümkündür (55/Rahman, 33)-, orayı kendisi için “yeryüzü (arz)” kılacak; yeryüzünü nasıl kan dökerek ve fesat çıkararak yaşanmaz hale getirdiyse, gittiği gezegeni de yaşanmaz hale getirecektir. Su ve havanın olmadığı gezegenlerin yeryüzü gezegeniyle ortak vasıfları taş ve toprak olmalarıdır, yapısal elementler benzerlik gösteriyorsa ve birinde su ve hava bulunması halinde insan oraya göçerse “yeryüzü insanı” vasfını kaybeder mi? Hayır! Yeryüzü arz’dır, başka gezegenlerin de yüzü “arz”dır. İnsan gittiğe yere kendini de beraberinde götürdüğüne göre, dünya gezegeninde hangi sorunlarla karşı karşıya kalıp sınavdan geçiyor ise, başka gezegenlerde de aynı sorunla karşılaşacak ve yine çetin bir sınavdan geçecektir. Ademoğlunun hammaddesi toprak ise, ruhu bedenden ayrılıp topraktan ayrılmadıkça bir başka yaratığa dönüşmez ve bu onun göklerin saltanatında yani melekût aleminde bir payı olamayacağını gösterir.
Eğer bütün bunlar doğru ise, insanın önünde tek yol kalır, o da yeryüzünde fiziksel ve ekonomik olarak sürdürülebilir, sosyo-politik ve ekolojik olarak da yaşanabilir bir dünya için ahlaki ve manevi referanslara sarılması; dünya hayatını, yeryüzündeki eylemlerini buna göre düzenlemesidir. Yeryüzünü Allah’tan bağımsızlaştıramaz, otonomlaştırıp dilediği düzeni kuramaz. Mülkün sahibi Allah’tır ve Allah insanı kendine bir halife, bir vekil, bir emanetçi olarak yeryüzüne göndermiştir. (Bkz.6/En’am, 165 ve 35/Fatır, 39.)
Belki de, eski müfessirlerin zihinlerinde kurguladıkları çok sayıdaki senaryonun aktörleri olan cinlerin veya “insan-öncesi yaratıklar”ın başına geldiği düşünülen büyük felaket, yeryüzündeki hayatı sürdürülebilir olmaktan çıkarmaları sonucu olmuştur. Alegorik anlatımlarla kimi müfessirler –mesela Mukatil b. Süleyman ve İsmail Hakkı Bursevi-, bu çerçevede cinleri anlatırken, “Canın oğulları (Canoğulları)” olan bu türün, “dumansız ateşten” yaratıldıklarını, çoğalıp yeryüzünde yedi bin sene yaşadıklarını, sonra aralarında baş gösteren zulüm (hak ve hukuk ihlali) ve kıskançlık (bağy) yüzünden birbirlerini ardı arkası gelmeyen iç çatışmalar ve savaşlarla kırdıklarını, muhtemelen bu yüzden hem kendilerine hem tabiatın hassas dengesine büyük zarar verdiklerini; bunun üzerine Allah’ın İblis’in komutasında dünya semasında bulunan melekleri gönderip cinleri helâke uğrattıklarını anlatırlar. Burada ana temanın, yeryüzündeki hayatın çekilemez hale geldiği durumlarda, cin veya insan hangi tür olursa olsun, kendi sonunu getirdiği hakikatine vurgu yapılmaktadır.
İşte Âdemoğulları, bu türden sonra, yani yok olan türün ardından/ardılları, yani halefleri olarak yeryüzüne gelmektedirler. Hz. Âdem ilk halifedir veya başka bir deyişle hilafet Âdem’le başlamıştır.
“Halife“nin ne anlama geldiği tartışılmış bir konudur. Şu var ki, birbirinden farklı gibi görünen iki anlam düzeyi biri diğerini tamamlar niteliktedir. İster “bir başkasının yerine geçen”, ister “halef olarak temsil, sözcü, vekil makamında tutulan” kişi olsun, sonuç itibariyle, insanın birincil, asli görevi hilafet değil, hilafet yaparak Allah’a kulluktur. Hilafet görevini layıkıyla yerine getirdiğinde salih olur, “halef” olur; yerine getirmediğinde “half” olur. “Halife” olmanın ne anlama geldiğini tefsirciler birkaç kategoride ele almışlardır:
Asil yoksa ona vekili olur. Bu Allah için düşünülemez;
Halife tayin eden buna ihtiyaç hisseder. Bu da acziyet izafe etmek olduğundan Allah için söz konusu olamaz;
Hasan Basri, Âdem’e halife denmesinin sebebini insan nesillerinin birbiri ardınca gelmesine bağlar. Birinin öncesi selefi, sonrası halefidir.
Asil, vekile şeref bahşeder, ikramda bulunur. Zannımca akla yatkın olanı budur. Zira yüce Allah, bahşettiği imkânlar ve potansiyeller itibariyle insanı kerem sahibi (mükerrem) kılmıştır. (Bkz. 17/İsra, 70.)
Mutlak iktidar Allah’a aittir, hakiki yönetici O’dur, ilahlık, Rablık O’na mahsustur. İnsan yeryüzünün yöneticisi değildir, hakiki yönetici adına iş yapan emanetçidir. Yani aslında ikincildir, sonraki kademenin öznesidir. Hiçbir zaman tekil olana, tekliğe ve birinciliğe talip olamaz. Her varoluşsal durumda insandan önce ve insandan üstün vardır, o da mülkün sahibi şanı yüce Allah’tır.
Bu politik olarak da böyledir. Hz. Muhammed (s.a.), “Allah’ın kulu ve Resulüdür (abduhu ve Resulühü).” Risalet/Nübüvvet dolayısıyla insanları yönetme yetkisine sahipti(r). Tabii ki insanlar doğaları gereği bir arada yaşamak durumunda olduklarından (tab’an medeni) bir yönetime ihtiyaç hissedeceklerdir yani her beşeri/toplumsal ilişkide “yöneten-yönetilen” kategorileri olacaktır. İnsanın bir özelliği de yönetici/halife olmasıdır. (Bkz. 4/Nisa, 59; 24/Nur, 55; 38/Sad, 26.) Ama hiçbir yönetici Hz. Peygamber (s.a.)’in yerine geçemez, onun konumunda hilafet iddiasında bulunamaz. Nitekim Hz. Peygamber’in irtihalinden sonra, bazıları Hz. Ebu Bekir (r.a)’e “Allah’ın halifesi” demeye başlayınca, o hemen araya girip “-Ben Allah’ın halifesi değil, Resulullah’ın halifesiyim” demiştir. Yani yönetici sıfatıyla Hz. Peygamber’in makamını işgal eden, ondan sonra gelen anlamında yöneticilere “Halife” unvanı verilmiştir. “Allah’ın halifesi” veya “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi (Zillullah fil arz)” sıfatının sultanlara ve padişahlara verilmesi Bizans’ın ve Sasanilerin etkisinde önce Emevilerde başlamış, sonra Osmanlılarda sürdürülmüştür.
Efendimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: “Dünya tatlı ve çekicidir. Allah onun yönetimini size verecek ve nasıl davranacağınıza bakacaktır. Sakın dünyaya aldanmayın.” (Müslim, Zikir, 99; Tirmizi, Fiten, 26.)
Hilafet’in tamamiyle siyasi manası ve yönetimle ilgili bir kavram olarak geçtiği diğer ayet Hz. Davut’la ilişkilidir:
“Ey Davud, gerçek şu ki, Biz seni yeryüzünde bir halife kıldık. Öyleyse insanlar arasında hak ile hükmet, istek ve tutkulara (hevaya) uyma; sonra seni Allah’ın yolundan saptırır. Şüphesiz Allah’ın yolundan sapanlara, hesap gününü unutmalarından dolayı şiddetli bir azap vardır.” (38/Sad, 26)
Davud aleyhisselam yeryüzünde halife idi. İlahi iradenin hangi yönde tecelli ettiğini, Allah’ın emir ve yasaklarına uyup ona göre iktidar kurmanın nasıl mümkün olduğunu, insanların, toplumların nasıl adalet üzere, hak ve hakkaniyete göre yönetilebileceklerini somut olarak gösteriyor, bu arada derin bir ihlas ve samimiyetle yüce Allah’a ibadet ediyor, canlı ve cansız varlıklarla iletişim kurabiliyordu. “Yeryüzünde halife” olmak demek insanlar arasında hak ve hakkaniyetin tesis edilmesi, insanların kendi istek ve tutkularına göre hareket etmemesi ve doğru yol üzere bir hayat tarzını takip etmesi demektir. Bu yol haritasını takip etmeyenler hilafet haklarını kaybettikleri gibi büyük bir azaba da çarptırılacaklardır. Halife olan, yeryüzünün nihai ve hakiki sahibi olmadığını bilir, bu hakikati unutmaz. Kim yeryüzünü sahipsiz, kendi babasının çiftliği zannedip keyfince kullanmaya kalkışırsa o hesap gününü unutmuş kimsedir, akıbeti feci olacaktır.
Bu iki ayet Ezher Şeyhi Ali Abdurrazık ile Seyyid Bey’in hilafeti sekülerleştirmeye matuf tezlerinin tamamen çürük olduğunu gösterir. İlk sahabe nesli, “hilafet”i orijinal bir yönetim modeli tasarlayıp uyguladıklarında Kur’an’ın, ta melekut aleminden mülk alemine uzanan nurundan hareket etmişlerdir, bizim bugün çaresiz, şaşkın, zelil kitleler olarak krizler ve kaoslar içinde yuvarlanmamızın sebebi zulûmatı nura tercih etmemiz, dalalet içinde debelenmemizdir.
Hele, sözüm ona bir sürü namlı akademisyen, aydın, yazar “Ne sahabesi, daha Hz. Peygamber’in cenazesi yerde iken kim seçilecek diye koşuştular; Hz. Peygamber’den sonra iktidar kavgalarına düştüler; dört halifeden üçü suikast sonucu öldürüldü” diyor ya, bu siyaset, iktidar ve insan gerçeğine ilişkin cehaletin cehl-i mürekkebi olmaktadır.