Sırrı Süreyya ÖNDER - T24
Kuyu, kazdıkça kendilerini bulacakları tek mekândır. Ama kuyunun kadimden gelen bir vasfı daha vardır ki o da ‘zindan’dır. Ben, tek kişilik F Tipi bir kuyuda, bu filmi yarım yamalak görerek çokça dinleyerek bunları düşündüm. Gerçekliği böyle midir hiç önemi yok ama Sinan’ın annesinin dile dökülmeyen ah’ı kulağımdan gitmedi
“… Ahlat ahların ağacıydı,
Yaşlanmaya başlayanların,
İtiraf edilememiş aşkların,
Evde kalmış kızların.
Ahlat ahların ağacıydı,
Cezayir nasıl cezaların ülkesiyse,
Öyleydi işte…”
(Didem Madak, Ah’lar Ağacı)
Hz. Muhammed’in emmisi oğlu Abdullah İbn-i Abbas ki baş müfessir sayılır, en çok hadis aktaran sahabelerdendir. Verdiği fetvaların ciltlere sığmayacağı söylenir. Hz. Peygamberin ölümünden sonra her suali olan evvela ona baş vururmuş. İşte ona bir gün “ya İbn-i Abbas, kar nedir?” diye sormuşlar. “Semadan yağan beyaz bir şeydir ama ben hiç görmedim” diye cevaplamış.
Bizi ilgilendiren iki yanı var bu rivayetin.
Bir önceki yazıda aktardığım gibi ben Ahlat Ağacı’nı seyretmedim ama dinledim.
Diğer yanına gelince ülkemiz sinemasındaki “taşra” tartışmaları da genellikle bir rivayet üzerinden yürütülmektedir. “Semadan yağan beyaz bir şeydir” diyen çok “ama ben hiç görmedim” diyen yok. Nuri Bilge Ceylan külliyatını izlediğinizde dimağınıza işleyen şey, insan ve insanlığın türlü halleridir. Taşra bu hallerin ve insanların sadece fonudur ve oldukça yetkin işlenmiştir.
Dünya edebiyatının en önemli konularından biri babalar (anneler) ve oğullarıdır (kızlar); şiirden tiyatroya, oradan da roman ve sinemaya uzanmış geniş bir hattır bu: Sofokles’in Kral Oedipus ve Shakespeare’in Hamlet’i ilk akla gelen eserlerdir. Bu iki eserde de baba ölür ama ruhsal olarak geride kalanı etkisi altına alır. Ebette burada aile dikkat çeker, asıl önemli olansa bilinçaltıdır. Freud buna “Oidipus Karmaşası” diyor. Buna göre erkekler, genellikle evde bir güç göstergesi olan babadan çekinir, giderek hem anne hem de babadan uzaklaşır; kız çocuklar ise güçlü olan babaya yakınlaşır. Tezin doğru/ yanlış olduğuna karar verecek kudrette değiliz ama baba (anne) ve oğul (kız), meselesi sinemanın en çok beslendiği kaynaklardan biridir. Batı sinemasında Bisiklet Hırsızları, (Vitorio De Sica, 1948), Baba, (Francis Ford Coppola, 1972) ilk akla gelen eserlerdir. Türk edebiyatı ve Türk sineması da konuya yabancı değildir: Ahmet Mithat, Namık Kemal, Nabizade Nazım, Recaizade Mahmut Ekrem, baba meselesini yoğunca işlemişlerdir. Bu konuda oylumlu bir kitabı olan Jale Parla’ya (Babalar ve Oğullar, Tanzimat Romanın Epistemolojik Temelleri, İletişim yay., İstanbul 1990) göre bu yazarlar, Divan edebiyatının babalarına karşı itirazı dile getirir, toplumun öğretmenliğine soyunurlar.
Türk sinemasında baba/ anne ve oğulları sıkça karşımıza çıkar ve filmlerdeki en dramatik öğe olarak yerini alır. Türün ilk örneklerini de Lütfi Akad ve Yılmaz Güney üzerinden gelir. Hudutların Kanunu, Baba, Umutsuzlar ilk akla gelen örneklerdir. 2000’li yıllarda bu mesele pek çok film eklenmiştir ama ilk aklıma gelen Çağan Irmak’ın Babam ve Oğlum (2005), Reha Erdem’in Beş Vakit (2006) filmleri eklenmiştir. Bunların sonuncusu ise sinemamızın en önemli yönetmenlerinden Nuri Bilge Ceylan’ın Ahlât Ağacı (2018) filmidir.
Ah’lar ağacı’ndan ahlât ağacına
Ahlât Ağacı, yaban olarak tanımlanıyor ve eğer aşı yapılırsa, bildiğimiz armut elde ediliyor; ağaç bir çalı olarak yükseliyor, 3 metreden 20 metreye ulaşabiliyor ve uzadıkça, dikenleri de daha sivri ve sert olabiliyor. Bu tür, en çok İngiltere’de yetişiyor ve ona yetiştirilmekten kaçan meyve adı veriliyor.
Ülkemiz şairleri içerisinde çok özel bir yeri olan Didem Madak’ın Ah’lar Ağacı şiirinin kahramanı bir kadındır ve büyüdüğü yer evdir. Burada şiirin ikinci kıtasında bizi bir filmin sahnesi Ayşecik (60’tan 70’lere kadar) karşılıyor. Ayşecik, vazoyu kırıyor, babasından tamir etmesini istiyor. Şair de kendini konumlandırıyor; vazo ve hayatı arasında bir denge arıyor: “Su sızıyordu çatlaklarından” ve film dahi olsa başroldeki kadınlar, “karnabahar kızarmıyordu asla.” Sonra bir ağaca dönüyor, Tanrı’nın eli değiyor, silkeliyor, dallarından “ah’lar” dökülüyor. Oysa bu Tanrı, çocukken ona erimeyen şekerler vermiştir. Şimdiyse, silkeliyor, boyu uzuyor ama evden çıkamıyor, aşılanamıyor ve giderek ah, ahlâta dönüyor: Ahlât, “itiraf edilmemiş aşkların evde kalmış kızların” ağacı oluyor. Kendiyle konu komşu oluyor, kendisiyle konuşuyor, kendini büyülüyor, çaput bağlıyor dallarına, sonuç ise şu oluyor: “Bin ahımın hakkı toprağa kalsın” (Ah’lar Ağacı, Metis yay., İstanbul 2012).
Ahlât Ağacı filminin Sinan’ı başka bir ah ağacıdır. Hatta şiirdeki karayılan gibi “menzilin neresi” olduğunu bilmeyen biridir. Bir taşra üniversitesinde okumuş, öğretmen çıkmıştır, elde diploması vardır ama tayini zor olacaktır. Film kahve sahnesiyle açılır, Sinan çay içer, parayı bırakıp gider. Sonraki sahne kasabadır. Otobüsten inerken, otobüs firmasını sadece bir kısmını görürüz (birlik). Dışarıdan gelmiştir ama ona ilk selam veren, çaya davet eden kuyumcudur, tek şey söyler: Baban üç çeyrek aldı… Taşra, iki kelimede tanımlanır; burada kimse kimseyi sormaz; biri, eğer bir şey soruyorsa, bu alacak verecek meselesidir… Hayattan söz edilse ki ah’ın karakterinde vardır, yapılan tek şey “susmaktır.” Sonrası, tıpkı kuyumcu gibi, “kuyruk öfkeyle kıpırdar…” Anlarız, baba borç batağındadır… Biraz sonra aileyi tanırız, eski sevgiliyi de…
Aile nine ve dedelerden, sonra iki kardeş ve bir baba ve anneden oluşur. Sinan’ın kız kardeşi filmde pek belirgin değildir; ders çalışır, TV izler; Umutsuzlar’ı izler, burada anne oğluna bin bir türlü hakaretler eder, sonunda tokat atar. Sonra kız kardeş, bir hırsızlık söz konusu olunca görülür… Anne ve baba bir zamanlar mutludurlar. Baba, doğadan söz eden, Doğu’da görev yapan, sözü dinlenen biridir, birikimlidir ama giderek, kendini kumara vermiştir, şimdi herkes ondan yaka silker; bir zamanlar onu seven, sayan eşi bile ondan şikâyetçidir. Dede ve nine artık nasihatlerini tüketmiş kimselerdir, dünyadan çok ahreti düşünürler… Sinan’ın dedesi az bir sinirlidir; toprağında suyun olup olmadığını bilir, nedeni şu: Ben toprağımı bilmez miyim? Taşranın bir tanımı da budur: Herkes kendi bilgisiyle yetinir, deneyin yerini, şahsi tecrübe almıştır.
Filmde herkesin çift olması önemlidir. Baba ve anne; iki kardeş, nine ve dede; Hatçe ve annesi. Buradan elbette birileri Kafka’nın taşrasını hatırlayacaktır; taşra doktoru çatışmanın (id ve ego) ortasında bulur kendini: İki at, iki kardeş, iki yara, iki istek, iki mekân vs. Filmde alt bilinçler ve benlikler savaşı vardır. Paranın çalınma ve kahve sahneleri dışındaki sahnelerin büyük bir bölümü hep ikilidir ve hepsinde alt bilinç, benlikle “savaş” halindedir.
Aile, Çan’a yakın, yürüme mesafesindeki köyde oturur. Köyde diğer köylüleri görmeyiz ama Çan’da en kalabalık yer, kahvelerdir. İşsizlik, herkesi buraya toplamıştır. Üniversiteyi bitirenler umutsuzdur. İki ileri gelen vardır, biri inşaat işi yapar, diğeri belediye reisidir. Film sisli, karlı bir hava içindedir; kış filmidir…
Kahramanımız üniversiteyi bitirmiş ama diploması işe yaramaz. Sınava girer, orada tayini olmaz. Doğuya gitmeye de korkar hani… Ama filmdeki bu gidilemez imajı bir süre sonra başörtülü bir kızın tayinin Mardin’e çıkmasıyla hoş bir seda verilir… Yani doğu, gidilmeyen bir mahrumiyet bölgesi değildir, gitmeye karar verilince, sevinç çığlıkları atılan bir yerdir… Ama Sinan, gitmez, “Doğu, moğu” der, çıkar işin içinden… Halk argosunda da “doğu moğu” elbette ayrı bir manaya gelir…
Filmdeki Mardin ve başörtülü kadının sevincinin kasabadaki okunuşu İmam üzerinden ete kemiğe bürünür. İmam Veysel ve İmam Nazmi’nin konuşması, ağaçtan elma yemesi, gerisini düşünmemesiyle sahne biraz daha anlaşılır kılınır: İkisi de her şeye İslam üzerinden bakarlar, ikisi de buradan ahlaklarını, dünya görüşlerini sergilerler… Kızın Mardin’e gitmesi ve bir Müslüman’ın hac ziyareti sırasında şeytanı taşlama sırasında cep telefonunu fırlatması bize hoş bir dipnot verir…
Sinan’ın tek sermayesi eldeki kitaptır. Babanın tek sermayesi kuyudur. Sinan kitabı eğer yayımlanırsa hedefine ulaşacaktır. Baba eğer kuyu kazar, su çıkarsa hayallerine ulaşacaktır; ikisi de aslında izole olmuş kimselerdir. İkisinin de sosyal ağları yoktur. Biri kahveye gidip yalnızca oyun oynayanları izler, diğeri ganyan bayiine gidip tek başına oturur, gazete okur, atları takip eder… Baba oğlunu sever, zaten oğlu sevmeyen yoktur ailede… Oğul, tahsilli biri olduğu için az biraz tepeden bakar, anlaşılmıyordur…
Sinan, bir süre gezer, bir zamanlar, bakıştığı kızla, en son, bir çeşme başında öpüşür; aşk, filmde bu kadardır. Kız, bir kuyumcuya gider… Sinan’ın derdi, iş ve aşk değildir, yazdığı kitabıdır. Kitabı yayımlatmak ister; ne torpili vardır ne de bir edebiyat bağlantısı, yalnızca bir kitap yazmıştır ve bu kitabı, kendi parasıyla bastıracaktır, yedi yüz lirası vardır, tanıdık bir matbaa bulmuştur, onlar basacaklardır. Matbaacı da köylüsüdür, ucuza getirecektir… Bunun üzerine hayalleri vardır.
Sinan kitap için çırpınır. İlk belediyeye gider, burada nasihat alır. Belediye reisiyle diyalogu komiktir. Ahlat ağacından söz ediyordur, belki sırf bu yüzden memleket turizmine katkıda bile bulunacaktır ama reis buna bütçe ayıramaz, akıl verir, adres gösterir. Taşranın reisi ne ise iş adamı da odur: İş adamı, bir sürü kitap okumuştur! Bunlar da bir raf kadardır, ansiklopedi ve birkaç kitap ama burada kitap denilince akla gelen kişidir… Sinan sonuç alamaz.
Sinan sonuç alamadıkça, babasıyla yolları açılır. Kim ne derse, diğeri karşı çıkar… Babanın hayali/ kuyusu Sinan’a saçma gelir. Bir de buna, kapıya dayanan borçlar eklenince Sinan ve babası yol ayrımına gelirler. Bu arada kötülükler de yapılır. Sinan, babasının cins köpeğini-yol arkadaşını satar ve kapıyı çekip askere gider. Gitmeden önce yaptığı tek şey kitabının yayımlanmasıdır. Askerlik, birkaç manzarayla, kesilmiş saçla ifade edilir. Sinan terhisten sonra tekrar köye gelir. Baba kendini salaş bir eve/ahıra kapatmıştır; koyun besler, herkesten uzak yaşar… Kuyusuna devam eder ama sonuç almayacağını bilir.
Sinan’ın ilk merak ettiği şey kitabının satışıdır. Daha önce kitapları yayımlanan bir yazarla karşılaştığı, okumadığı ama atıp tuttuğu yazarı tanıdığı kitapevidir bu… Kitapevinin sahibi tek bir kitabının satılmadığını söyler. Anne ve babası dışında kimse, bu kitabı okumamıştır zaten. Anne kitabı eline alırken, mutludur; ince satırlar, kalın mı kalın bir kitap, ne diyeceğini bilmez, gururu tavan yapar. Sinan’ın dargın olduğu baba da kitabı okuyandır; Sinan yanına gidince, şunu söyler: “Tek arkadaşım.” Anlarız, kaynak yalnızca çalıyı, ahlâtı görmüştür.
Sonraki sahneler dokunaklıdır, Sinan’ın bir zamanlar babanın ölümü, kendi ölümü gördüğü kuyuda, boynundan asılıdır. Baba, sessizce bakar, sesler duyar: Sinan, kuyuya inmiştir, ha bire kazmaktadır… Baba ve oğul, aynı yere, kuyuya, kuyudan çıkacak olan suya kafiye olmuşlardır. Ah’lar ağacındaki bir dizeyle söyleyecek olursam, “üç ayın sonunda doğan” bebeklerdir.
Hayaller, rüyalar, korkular
Filmde herkesin bir hayali vardır. Hayallerini gerçekleştiremedikleri içinde herkes bir hayal kırıklığı yaşar. Baba’nın su/kuyu hayali; Sinan’ın kitap/yazar olma hayali…
Bu hayaller filmde yerini düş/kâbusa bırakır. Sinan içi boş bir atın (Truva) içinde görür kendini. Baba, bebeğin üzerinde bir sürü karınca görür. At, ister içi boş, ister bildiğimiz at olsun, her zaman bir beklenti/haber üzerinedir; at murattır. Karınca, yine ata yakın bir imgedir; burada eni sonu bir başarı sağlanacağı umulur.
Sonuç, ikisi kuyuda bir araya gelir…
Eskiler, kuyuya seslenen kişinin, eni sonu kendi sesine ulaştığı söylerdi.
Kuyu, kazdıkça kendilerini bulacakları tek mekândır. Ama kuyunun kadimden gelen bir vasfı daha vardır ki o da ‘zindan’dır.
Ben, tek kişilik F Tipi bir kuyuda, bu filmi yarım yamalak görerek çokça dinleyerek bunları düşündüm. Gerçekliği böyle midir hiç önemi yok ama Sinan’ın annesinin dile dökülmeyen ah’ı kulağımdan gitmedi. Baba oğul öyküsünden çok ananın hicranlı destanı gibi geldi işittiklerim. Gerçek hayatta da böyledir. Kadınların ah’ı görünürlüklerinden fazladır.
Züleyha gibi bekleyen kadın çoktur ama ortada Yusuf kalmamıştır. Yurdum erkekleri kendi kendilerinden uzağa düşmüşlerdir. Taşra tam olarak budur; dışta kalmaktır.
Taşrada bir zindanda, genç bir kadın şairin babası olarak Didem Madak eşliğinde dinledim filmi…
“Vasiyetimdir:
Bin ahımın hakkı toprağa kalsın…” diyordu Madak.
Taşra budur. Bir ahh çekmektir biraz da. Siz hep mekân ve mahal olarak anlamayı tercih ettiniz.
Muradı gözünde kalmaktır taşra.
Kitap bastıramamak, bastırsan da okutamamak, kuyudan su bulamamak…
Üstelik Yusuf da olamamak…
Ebru Ceylan ve Akın Aksu, Nuri Bilge ile oya gibi işlemişler senaryoyu.
Rollere can katanlar kuyumcu terazisi hassasiyetinde sanat eylemişler.
Ama en çok Nuri Bilge, yolda ısrar edenlerin sabrıyla ve bedeline katlananların şövalyeliği ile küçücük bir iğne deliğinden bize evreni anlatmış.
Minnet ve teşekkürle…