Gazali’ye göre ‘Allah’a giden yol, O’na itaat etmek ve halkın geçimini sağlamaktan geçer.’ Altın ve gümüşün yaratılışındaki hikmet, bloke etmek yerine, tedavülde tutup, insanların refahına katkıda bulunmaktır. Saklamak ise şükür görevini yerine getirmemektir. Gazâlî, elindeki nimete başkalarının ihtiyacı olduğu halde önemsemeyenleri zalim ve nankör diye nitelemektedir.
Öncelikle belirtmeliyiz ki, Allah yeri-göğü, dünyayı ve ondaki türlü türlü nimetleri, canlı-cansız tabiatı, ruhumuzu-bedenimizi ve onlardaki hayranlık verici zekâyı bize yararlı olacak mahiyette yaratmıştır.
Kur’an öğretisi bakımından varlığımız, ailemiz ve kazandığımız bütün nimetler ve sayısız imkânlar Allah’ın lütufları olup, nimeti verene, iyilik edene minnettar olup teşekkür etmek evrensel bir ahlak prensibidir. Bir ibadet şekli olan şükür, ancak şükredenin manevi kemalini artırır. Bu hakikat, Neml suresinde (27/40) Hz. Süleyman’ın dilinden şöyle ifade edilmiştir:
“Şükreden ancak kendi iyiliği için şükreder; kim de nankörlük ederse bilsin ki Rabbimin hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, O büyük kerem sahibidir.” İslam öğretisinde nimete şükrün doğru anlamı, nimeti Allah’ın razı olacağı şekilde, hak ve hayır yolunda kullanmak, nimete uygun iyilikler yapmaktır.
***
Birçok klasik âlimin, ahlak ve edep kitaplarının şükür bahsine ayrılan bölümlerinde genellikle bu konudaki ayet ve hadislerle manzum ve mensur güzel sözleri aktarmakla yetindikleri görülür. Görebildiğim kadarıyla şükür konusu ağırlıklı biçimde tasavvuf-ahlak kitaplarında incelenmiş olup, bunların en önemlisi de Gazâlî’nin ‘İhyâ-ü ulûmi’d-dîn’idir. Eserin 40 ana bölümden 32’ncisi ‘Sabır ve Şükür’ başlığını taşır (İhyâ, Kahire 1332, IV, 60-141). Gazâlî’nin sıklıkla kullandığı sisteme göre, şükür erdeminin ilim, hal ve amel boyutları vardır. İlim hali doğurur, hal ameli doğurur; yani bilgi olursa hal, hal olursa amel olur. İlim, nimetin nimet sahibinden olduğunu bilmek; hal, O’nun ihsanından doğan sevinç ve mutluluk; amel de nimet sahibinin istediğini yapmaktır.
Şükrün asıl gayesi, nimetin kendisi değil, onu veren Allah olduğundan, elimizdeki nimeti Allah’ın rızası uğruna kullanmalı, sahip olduğumuz varlıkları O’nun istediği şekilde harcamalıyız. Amel yönünden şükrün kalp, dil ve organlarla ilgisi vardır. Kalbin şükrü bütün yaratılmışlar için iyilik düşünmek, dilin şükrü Allah’a minnettarlığını ifade etmek, organların şükrü Allah’ın verdiği nimetleri O’na itaat sayılacak şekilde ve yollarda kullanmaktır (IV, 84). Buna göre, Kuşeyrî’nin de kaydettiği örnekle, gözün şükrü başkalarında görülen kusuru örtmekle, kulağın şükrü duyulan kusurları ifşa etmemekle olur (er-Risâle, Kahire ts., I, 494).
Son olarak Gazâlî’nin şükürle sosyal dayanışma ve paylaşma arasında ilişki kurarak ekonominin temel bir ilkesine dikkat çektiğini de hatırlatalım.
Buna göre Allah’a giden yol, [1] O’na itaat etmekten ve [2] halkın geçimini sağlamaktan geçer (IV, 95). Altın ve gümüşün (yani para sisteminin) yaratılışındaki hikmet, parayı bloke (kenz) etmek yerine, tedavülde tutup, insanların refahına katkıda bulunmaktır. Parayı saklayarak tedavüle çıkarmamak ise şükür görevini yerine getirmemektir. “Altın ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda harcamayanları acıklı bir azapla müjdele!” mealindeki ayeti (Tevbe 9/34) bu yönde yorumlayan Gazâlî, elindeki nimete başkalarının ihtiyacı olduğu halde bu ihtiyacı önemsemeyenleri zalim ve nankör diye nitelemektedir (IV, 91).
İnsan merkezli bu bakış açısı benim de önem verdiğim ve ısrarla üzerinde durduğum bir konudur. Kur’an’da –tam olarak anlamı ‘insanların nafakasını sağlamak’ olan- infak kavramının sıklıkla kullanılması, özellikle Tevbe suresinde ‘altın ve gümüş’le yani parayla ilişkilendirilmesi, Kur’an’ın insanlara ekonomik konularda ahlâkî bir vizyon verdiği şeklinde anlaşılmalı ve uygulanmalıdır.