Prof.Dr. Daniel W. DREZNER - Tufts Üniversitesi Fletcher Hukuk ve Diplomasi Okulu
Donald Trump hakkında tartışmaya açık olmayan tek şey, ikinci dönemini nasıl kazandığı. Anketlerin istatistiksel olarak seçimin başa baş gittiğini göstermesine ve sonuçların açıklanması için uzun süre bekleneceği korkusuna karşın, Trump seçimin ertesi günü erken saatlerde kazanan ilan edildi. 2016’dan farklı olarak, Seçiciler Kurulu’nun yanı sıra ülke genelinde de çoğunluğu kazandı ve neredeyse her demografik grupta oyunu artırdı. Cumhuriyetçiler 53 sandalye ile güçlü bir Senato çoğunluğu kazandılar ve Temsilciler Meclisi’nin kontrolünü de ellerinde tutacak gibi görünüyorlar. Dünyanın geri kalanı için resim gayet net: Önümüzdeki dört yıl boyunca ABD dış politikasını Trump’ın “Amerika’yı Yeniden Büyük Kıl” (Make America Great Again, MAGA) hareketi belirleyecek.
Trump’ın ilk dönemini yakından takip eden herkes onun dış politika tercihlerine ve dış politika sürecine aşinadır. Ancak Trump’ın birinci ve ikinci dönem dış politikaları arasında üç önemli fark olması muhtemel. Birincisi, Trump başkanlık koltuğuna 2017’de olduğundan daha homojen bir ulusal güvenlik ekibiyle oturacak. İkincisi, dünyanın 2025’teki hali 2017’dekinden oldukça farklı. Üçüncüsü, yabancı aktörler Donald Trump’ı çok daha iyi tanıyor olacak.
Trump dünya siyasetine bu kez daha büyük bir güvenle yön verecek. Dünyayı kendi yarattığı “Önce Amerika” anlayışına ikna etme konusunda başarılı olup olamayacağı ise tamamen başka bir mesele. Ancak kesin olan bir şey var: Amerikan istisnacılığı dönemi sona erdi. ABD dış politikası Trump yönetiminde uzun süredir devam eden Amerikan ideallerini desteklemeyi bırakacak. Bu durum, yozlaşmış dış politika uygulamalarındaki beklenen artışla birleştiğinde, ABD’nin sıradan bir büyük güç gibi görünmesine yol açacaktır.
Oyunun Kuralları
Trump’ın dış politikaya bakışı, siyasi hayata girdiğinden beri net. ABD’nin yarattığı liberal uluslararası düzenin zaman içinde ABD’nin aleyhine döndüğüne inanıyor. Bu dengesizliği değiştirmek için ithalat ve göçmenler gibi içe yönelik akışları kısıtlamak istiyor (her ne kadar ülkeye giren doğrudan yabancı yatırımı sevse de). Müttefiklerinin kendi savunmaları için daha fazla yük üstlenmelerini istiyor. Ayrıca Rusya’nın Vladimir Putin’i ya da Kuzey Kore’nin Kim Jong Un’u gibi otokratlarla, küresel sorunlu bölgelerdeki gerilimi azaltacak ve ABD’nin içeriye odaklanmasını sağlayacak anlaşmalar yapabileceğine inanıyor.
Trump’ın dünya siyasetinde istediğini elde etmek için tercih ettiği yollar da aynı derecede açık. Sabık ve müstakbel başkan, diğer aktörlere baskı yapmak için ekonomik yaptırımlar gibi zorlayıcı yöntemlerin kullanılmasına güçlü bir şekilde inanıyor. Aynı zamanda “deli adam teorisine” de inanıyor. Bu teoriye göre, diğer ülkelere karşı muazzam gümrük vergisi artışları ya da “ateş ve hiddet” tehdidinde bulunarak, bu tehditlerin onları normalde vereceklerinden daha fazla taviz vermeye zorlayacağına inanıyor. Trump aynı zamanda dış politikaya etkileşimsel bir bakış açısıyla yaklaşıyor ve ilk döneminde ekonomik tavizler elde etmek için farklı konuları birbirine bağlamaya istekli olduğunu gösterdi. Örneğin Çin ile daha iyi bir ikili ticaret anlaşması karşılığında, Hong Kong’daki kısıtlamalar, Sincan’daki baskılar, Çinli teknoloji şirketi Huawei’nin üst düzey bir yöneticisinin tutuklanması gibi konularda geri adım atma konusunda devamlı bir istek sergiledi.
Trump’ın ilk dönemindeki dış politika sicili kesinlikle karışık. Yeniden müzakere edilen Güney Kore Serbest Ticaret Anlaşması ya da Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması (ABD-Meksika-Kanada Anlaşması ya da USMCA olarak yeniden adlandırıldı) anlaşmalarına bakıldığında, zorlama girişimlerinin yetersiz sonuçlar verdiği görülüyor. Aynı durum Kim Jong Un ile yaptığı zirve için de geçerli. Ancak bunun Trump Beyaz Sarayı’nın oldukça kaotik yapısından kaynaklandığı iddia edilebilir. Trump’ın kendi yönetimiyle savaş halinde göründüğü pek çok zaman oldu ve bu da genellikle daha anaakım dış politika danışmanlarının (Savunma Bakanı Jim Mattis ve Ulusal Güvenlik Danışmanı H. R. McMaster gibi) “ortamdaki yetişkinler” olarak nitelendirilmesine yol açtı. Sonuç olarak dış politika pozisyonlarında çok sayıda personel değişikliği ve tutarsızlık yaşandı ve bu da Trump’ın hedeflerine ulaşma kabiliyetini azalttı.
Bu durum, Trump’ın ikinci dönemi için bir sorun teşkil etmeyecektir. Geçtiğimiz sekiz yıl boyunca, dış politika ve ulusal güvenlik ekibini kendisi gibi düşünen bürokratlarla dolduracak kadar yandaş topladı. Kendi siyasi atamalarının direnişiyle karşılaşma olasılığı çok daha düşük. Trump’ın politikası üzerindeki diğer denetimler de çok daha zayıf olacaktır. Hükümetin yasama ve yargı organları 2017’de olduğundan çok daha MAGA dostu. Trump, ordu ve bürokraside kendi politikalarına karşı çıkan profesyonelleri tasfiye etme niyetinde olduğunu birçok kez dile getirdi ve muhtemelen bu kişileri tasfiye etmek için kamu hizmeti pozisyonlarını siyasi kadrolar olarak yeniden sınıflandıran Çizelge F’yi (Schedule F) kullanacak. Önümüzdeki birkaç yıl boyunca ABD, dış politika konusunda tek bir ağızdan konuşacak ve bu da Trump’ınki olacak.
Trump’ın dış politika mekanizmasını yönetme kabiliyeti artacak olsa da, ABD’nin dünyadaki yerini geliştirme kabiliyeti başka bir husus. ABD’nin en önde gelen sorunları Ukrayna ve Gazze. 2024 kampanyası sırasında Trump, ABD’nin 2021’de Afganistan’dan kaotik bir şekilde çekilmesi nedeniyle Biden’ı eleştirmiş ve “Afganistan’daki aşağılanmanın tüm dünyada Amerikan güvenilirliğinin ve saygısının çöküşünü tetiklediğini” iddia etmişti. Ukrayna’da da benzer bir sonuç Trump için benzer siyasi sorunlar yaratacaktır. Trump Gazze’de Benjamin Netanyahu’yu “işini bitirmeye” ve Hamas’ı yok etmeye çağırdı. Ancak Netanyahu’nun bu görevi yerine getirecek stratejik vizyondan yoksun oluşu, İsrail’in ABD’nin dünyadaki pek çok potansiyel ortağını yabancılaştıran bir savaşı sürdüreceğini gösteriyor. Aslına bakılırsa, Trump’ın ABD’yi bu çatışmalardan çekmesi, seçim kampanyası sırasında iddia ettiğinden çok daha zor olacak.
Dahası, ABD’nin mevcut girişimlerinin, koalisyonlarının ve kurumlarının hâlâ çok nüfuzlu olduğu 2017’den bu yana oyunun küresel kuralları değişti. Aradan geçen sürede, diğer büyük güçler ABD’den bağımsız olarak kendi yapılarını oluşturma ve güçlendirme konusunda daha aktif hale geldiler. Bunlar BRICS’ten, OPEC’e ve Şangay İşbirliği Örgütü’ne kadar uzanmakta. Daha gayriresmî olarak, Çin, Kuzey Kore ve İran’ın Rusya’nın küresel düzeni bozmasına yardımcı olmaktan mutluluk duydukları bir “yaptırım koalisyonu” görülebilir. Trump, bu grupların yerine cazip ikameler yaratmaktansa, onlardan bazılarına katılmak isteyebilir. Trump’ın bu grupları bölme çabaları muhtemelen başarısız olacaktır. Otokratlar birbirlerine güvenmeyebilirler ama Donald Trump’a daha fazla güveneceklerdir.
Trump 2.0 ile Trump 1.0 arasındaki en önemli fark aynı zamanda en basit olanıdır: Donald Trump artık küresel sahnede bilinen bir meta. Columbia Üniversitesi profesörü Elizabeth Saunders’ın kısa süre önce gözlemlediği gibi, “2016 seçimlerinde Trump’ın dış politikası biraz gizemliydi… Ancak 2024’te Trump’ın ne yapacağını tahmin etmek çok daha kolay. ‘Çılgın adam’ olmak isteyen ve diğer ülkeleri merakta bırakma fikrini seven aday, oldukça öngörülebilir bir ajandaya sahip bir siyasetçi haline geldi.” Xi, Putin, Kim, Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve hatta Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron gibi liderler Trump’ın numaralarını daha önce gördüler. Hem büyük güçler hem de küçük devletler Trump’la başa çıkmanın en iyi yolunun ona gösteriş yapmak, kamuoyu önünde onu yalanlamaktan kaçınmak, gösterişli ama göstermelik tavizler vermek ve temel çıkarlarının büyük ölçüde korunacağından emin olmak olduğunu artık biliyorlar. Trump’ın müzakere tarzı ilk döneminde çok az somut kazanım sağladı; ikinci döneminde de bundan daha azını sağlayacaktır.
Artık Bir İstisna Değil
Tüm bunlar Trump 2.0’ın aynısının daha fazlası olacağı anlamına mı geliyor? Tam olarak öyle değil. Trump’ın yeniden seçilmesi, ABD dış politikasında tersine çevrilmesi zor iki eğilimin habercisi. Bunlardan ilki, ABD politikalarını tehlikeye atacak, önlenmesi mümkün olmayan yozlaşmadır. Henry Kissinger’dan Hillary Clinton’a kadar önceki yönetimlerin eski politika yöneticileri, kitap anlaşmaları, konuşmalar ve jeopolitik danışmanlık yoluyla kamu hizmetlerinden kazanç sağladılar. Ancak Trump’ın eski bürokratları bunu yepyeni bir seviyeye taşıdı. Trump’ın damadı ve Beyaz Saray danışmanı Jared Kushner ve eski büyükelçi ve ulusal istihbarat direktör vekili Richard Grenell gibi danışmanlar, görevden ayrıldıktan hemen sonra milyarlarca dolarlık yabancı yatırım (yabancı devlet yatırım fonları dahil) ve gayrimenkul anlaşmaları yapmak için politika yapıcı olarak kurdukları bağlantılardan yararlandılar. Yabancı hayırseverlerin Trump’ın danışman zümresine, iktidarda oldukları sürece, görevden ayrıldıktan sonra da kazançlı anlaşmalar için örtülü ya da açık vaatlerle yaklaşmaları şaşırtıcı olmayacaktır. Bunu Elon Musk gibi milyarderlerin Trump 2.0’da oynaması beklenen rolle birleştirdiğimizde, ABD dış politikasındaki yozlaşmanın dramatik bir şekilde artacağı öngörülebilir.
Trump 2.0’ın hızlandıracağı bir diğer eğilim ise Amerikan istisnacılığının sona ermesidir. Harry Truman’dan Joe Biden’a kadar ABD başkanları, Amerikan değerleri ve ideallerinin ABD dış politikasında önemli bir rol oynadığı fikrini benimsemiştir. Bu fikir çeşitli zamanlarda tartışılmış olsa da, demokrasinin desteklenmesi ve insan haklarının ilerletilmesi uzunca bir süredir ulusal çıkar olarak tanımlanmaktadır. Siyaset bilimci Joseph Nye, bu Amerikan ideallerinin ABD’nin yumuşak gücünün temel bir bileşeni olduğunu savunmuştur.
ABD’nin politik gafları ve Rusya’nın “Buna Ne Diyeceksincilik (Whataboutism)” (kişinin kendi kötü davranışına yönelik eleştirileri bir başkasının kötü davranışına işaret ederek savuşturması) yaklaşımı Amerikan istisnacılığının gücünü erozyona uğrattı. Trump 2.0 bunu tarihe gömecek. Aslında Trump’ın kendisi de Amerikan değerleri söz konusu olduğunda whataboutism’in bir versiyonunu benimsiyor. İlk döneminin başlarında şöyle demişti: “Çok sayıda katilimiz var. Ülkemizin çok masum olduğunu mu sanıyorsunuz?”
O zamanlar yabancı gözlemciler, Trump halk oylamasını kazanmadığından, Amerikalıların çoğunun buna inanmadığı şeklinde bir mantık yürütebiliyordu. 2024 seçimleri bu inancı yıktı. Kampanya sırasında Trump Meksika’yı bombalama ve yasal göçmenleri sınır dışı etme sözü verdi, muhalif politikacıları “içerideki düşmanlar” olarak adlandırdı ve göçmenlerin ülkenin “kanını zehirlediğini” iddia etti. Tüm bunlara rağmen (ya da belki de bunlar sayesinde) Trump seçimlerde genel oy çoğunluğunu kazandı. Dünyanın geri kalanı Trump’a baktığında, artık Amerikan istisnacılığının münferit bir istisnasını görmeyecek; Amerika’nın 21’inci yüzyılda neyi temsil ettiğini görecek.
Bu yazı Foreign Affairs sitesinde yayınlanmış olup, Evrim Yaban Güçtürk tarafından Perspektif için çevrilmiştir. Yazının orijinal linki için burayı tıklayınız.