Türkiye’nin hiç gündeminden düşmeyen tartışma konularından biri anayasadır. Bugünlerde yine bir anayasa meselesi gündemde.
Çeşitli tanımları olsa da sonuçta anayasa toplumsal hayatın bütününü hukuki çerçeve içine alır. Yıllardır konu üzerinde çalışan ve yazan biri olarak bir coğrafi bölgede, farklı toplumsal kesimlerin hem merkezi yönetimle, hem birbirleriyle olan ilişkilerde karşılıklı rızaya dayalı temel hak ve vecibeleri tespit eden bir metin iyi bir anayasa sayılır. Çok ayrıntılı olması, anayasa hazırlayıcılarının topluma karşı kurdukları tuzaktır, bu sayede metnin ruhunu teşkil etmesi gereken hak ve özgürlükler yok edilir, vecibeler öne çıkar, böylece anayasalar meşhur deyişle kaşıkla verdiklerini kepçeyle geri alırlar.
Tarihin en başarılı metinlerinden biri olan Medine Vesikası’na veya iyi kötü bir arada yaşamayı sağlamış geleneksel toplumlardaki diğer örfî uygulamalara bakacak olursak bu uygulamalarda sadece farklı toplumsal kesimlerin bir arada yaşayabilmesi için hak ve vecibelerin tayini ile yetinilmiştir. Daha fazlası hayat alanlarının tamamını tanzim etmeye kalkışan bir metin yapıcıların arzularını yansıtır.
Modern çağa mahsus hakların bireyselleşmesi veya bireysel hakların anayasa statüsünde tezahürü başka bir husustur. Peygamber Efendimiz (s.a.)’in buyurduğu gibi “Haramlar küçük bir koruluk gibidir. Onlara yaklaşmayın, diğer bütün alanlar özgürlük alanıdır.” (Buhari, İman, 39.) Sonuçta vaz’edildiği üzere “eşyada asıl olan ibahedir; beraat-i zimmet asıldır; hüsn-ü zan esastır.” Belirlenmiş ve sayıları belli yasakların dışında kişi diğer alanlarda özgürdür, hatta Münzel Şeriat’ın yasaklayıcı hükümleri istisnadır; su ve diğer sıvıların içilmesinin mübah, alkollü içkinin istisnaen haram kılınması gibi.
Modern anayasalara baktığımızda hareket noktaları itibariyle Hristiyanlık dinindeki insanı günahkâr olarak gören inancı veri olarak kabul ettiğinden, onun neyi özgürce yaşayabileceğini, hangi hakkı nasıl kullanabileceğini anayasaya dâhil etme lüzumunu hissederler. Bu mantıkta ana tema insanın günahkar tabiatının yasa ile cezalandırılması fikri öndedir. Hatta sadece yasa değil, devlet dahi Hristiyan teolojisine göre insanın günahına karşı verilmiş bir cezadır, Mahatma Gandhi dahi bunu böyle düşünüyordu.
Modern zamanlarda bazı Müslümanların hayatın her alanını kayıt ve zapt altına alıp devlet ve kanun marifetiyle herkesi hizaya çekmek istemeleri, ne İslam dininin asli kaynaklarının, ne Müslümanların tarihi tecrübelerinin ürünüdür, tamamiyle Batıdan tedavül edilmiş kötü bir mirastır. İslam’ın modern paradigma ile uyuşamayacağı iki olgudan biri totalitarizm, diğeri otoriter/baskı rejimidir. Bir anayasa metninin mevcudiyeti, yönetimin totaliter veya totaliter olmamasının garantisi değildir, aksine bazen tam da garantisi olur, Stalin’in Sovyeti’nin sıkı bir anayasası vardı.
Sorun daima birilerinin başkaları, hem de bir toplumun tamamı adına bağlayıcı metin hazırlama yetkisini veya hakkını kendinde bulmasıdır. Birileri –ki bunlar kurucu kadro, ihtilalci generaller, kendilerine bu iş tevdi edilmiş hukukçular, uzmanlar veya partiler olabilir- bu hakkı kendilerinde bulabiliyorlar, bu en temel illeti teşkil eder.
Bir askerin veya askerlerin, işgal altındaki ülkeyi düşmandan kurtarmaları asli vazifeleridir, bir doktorun hastasını tedavi ederken ilave bir hak talep etmeye hakkı olmadığı gibi, asker de savaşı kazanmışsa bu, ona ilave bir yetki vermez, toplumun genelini ve sonraki nesillerin tutum ve davranışlarını belirleyecek anayasa veya başka enstrümanlarla sosyo politik mühendislikler yapma hakkını ve yetkisini vermez. Topluma rağmen arzusuna, şahsi dünya görüşüne, inancına göre toplumu şekillendirmeye kalkışıyorsa, toplumu da “düşman” görüyor demektir.
İkinci İnönü Savaşı sırasında İsmet İnönü’nün meşhur sözünü hatırlayalım: Savaş sürerken İsmet İnönü içlerinde subayların da olduğu savaştan kaçan bir kafileyle karşılaşır, Subaylar sızlanmaktadır. İnönü subayları köşeye çeker ve şöyle der: “-İçinde bulunduğumuz vaziyeti bilesiniz, bundan başka subay olarak da yerinizi bilmelisiniz. Padişah düşmanınızdır, yedi düvel düşmanınızdır, kimse işitmesin, millet de düşmanınızdır.”
Toplumun geneline göre de bir anayasa metninde “değiştirilemez veya değiştirilmesi dahi teklif edilemez maddeler”in bulunması, yine birilerinin herkes adına ve herkesi belli bir ideolojik çerçeve içine almayı hedefler. Birilerinin istisnai bir zamanda askeri olarak güç sahibi olması onu herkes adına ve yüzyıllarca sürecek yasa veya anayasa vaz’etme hak sahibi kılmaz.
Anayasa metnini birinci derecede illetli kılan husus budur, yani birilerinin toplum adına metin yapmaya kalkışmasıdır. Bu metnin adına “anayasa” denebilir ama bir “toplum sözleşmesi” veya bir “toplum sözleşmesinden de neş’et etmiş metin” adını kazanmaya hak kazanmaz. Toplumlar için anayasadan önce toplum sözleşmesi temel ihtiyaçtır.
Anayasaların bir başka illeti, metnin hazırlık aşamasında harici bir baskı altında bulunmasıdır. Bazı zamanlarda metin hazırlayıcıların iyi niyetine rağmen, böylesi durumlarda anayasa konjonktürel ve aktüel baskılar altında kalabilir. İster 1961, ister 1982 Anayasaları hazırlayanlar 27 Mayıs 1960 ve 12 Eylül 1982 Askeri Darbelerinden tamamen bağımsız madde yazdıkları düşünülemez. Darbenin muktedir generali Kenan Evren’e göre 1961 Anayasası bir elbise gibi ülkeye hayli bol gelmeye başlamış, millet içinde göbek atıp duruyordu, sıkmak icap ederdi.
1982 Anayasası 1961 anayasasına, 1961 Anayasası da 1924 Anayasasına tepki olarak hazırlanmıştır. Birinde “hakimiyet bilâ-kayd-u şart milletindir” derken, diğeri “egemenliğe anayasada tadat edilmiş organları kılmakta” idi ki bu, pratikte iktidarı kontrol eden merkezdeki sert çekirdeğin, halka/topluma karşı devleti tahkim etme maksadına matuftu, nitekim 28 Şubat 1997’de gerçekleşen postmodern darbe gerekçesini buradan aldı; askerler “durumdan vazife” çıkarıp yargı mensuplarını, üniversite rektörlerini, medya mensuplarını, sivil veya yarı sivil STK’ları kapalı salonlarda toplayıp hazırola geçirdiler.
1982 Anayasasında, tıpkı bir önceki 1961 Anayasası gibi devlet topluma karşı koruyucu hükümlerle donatıldı. Mesela İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’da Anayasa Mahkemeleri (AYM), toplumu devlete karşı koruma amaçlı ihdas edilirlerken, Türkiye’de aksi oldu, genelde yargı ve AYM, devleti topluma karşı tahkim etme misyonunu üstlendi, 28 Şubat’ta AYM Başkanı Yekta Güngör Özden ve Yargıtay Başsavcısı Savaş Vural’ın Kemalist birer militan gibi süreçte rol oynamaları bunun sonucuydu.
Binaenaleyh yakın aktüel siyasi ve toplumsal gelişmeler bir illet olarak anayasa metnine sinecek olursa, metin belli bir dönemin ve durumun eseri olur, ömrü de belli bir dönemle sınırlı kalır ama hükümleri kağıt üzerinde durmaya devam eder.
Bundan önceki anayasa hazırlama teşebbüslerinde güncel baskının somut örnekleri yaşandı. 2007 yılında gündeme gelen anayasa çalışmasında rol oynayan önemli faktör, AK Parti’nin iktidar olmasına rağmen muktedir olamamasıydı. 2002 yılında %34 oyla iktidara gelen, 2007’de %47 ile ikinci kez iktidarını pekiştiren fakat muktedir olamayan AK Parti, yasal ve kurumsal muhasarayı yeni bir anayasa ile aşmak istedi. Cumhurbaşkanlığı seçiminde ortaya çıkan tablo ibret vericiydi, 27 Nisan muhtırası, 367 meselesi vd. Bütün bunlar yeni bir anayasa hazırlama ihtiyacını ortaya çıkardı.
Anayasa metnine sinen diğer bir illet, Avrupa Birliği üyelik sürecinin 2007’de gündemin ilk maddeleri arasında yer almasıydı. Anayasa berbattı, AB süreci ülkeyi yeni bir kavşak noktasında karar vermeye zorluyordu. Süreç anayasasın Avrupa Birliği müktesebatına, Kopenhag kriterlerine uygun değiştirilmesini zorunlu kılıyordu.
Komisyonun üyelerinden Levent Köker “1982 anayasası ile Avrupa Birliği yolunda mesafe alınamaz”; Serap Yazıcı “Yeni sivil anayasa Avrupa Birliği yolunda elimizi güçlendirecektir”; Burhan Kuzu “Yeni anayasa Avrupa Birliğini göz önüne almak zorundadır” diyordu. Bir durum tespiti olarak bunların tümü doğruydu.
Demek oluyor ki hazırlayıcıların zihinleri üzerinde bir müfettişler grubu vardı. Her adımda şu soru belirecekti: “Avrupa Birliği ne der?”
Hâlbuki anayasa, harici etkilerden ve baskılardan mahfuz bir şekilde, toplumun muhtelif kesimlerinin bir araya gelerek konsensüse varması sonucu meydana getirilmeli. Elbette bir kısım haricî unsurları göz önünde bulundurmak gerekir. Ancak zikrettiğimiz faktörlerin baskısı altında anayasa hazırlandığı takdirde sağlıklı bir metin meydana getirilemeyeceği muhakkaktır.