Anıt Mezar Fetişizmi

Ümit Aktaş

Günümüzde Doğu ile Batı dünyasını ayıran en belirgin kültürel ayrım sanırım fetişizmde, özellikle de ölülerin yüceltilmesine dair imgelerdedir.

Kutsama nesneleri, ayinleri, idoller, seremoniler, hiç sonu gelmeyen anmalar, anıtmezarlar vs.

Öyle ki Mısır dünyası buna dair ilk ihtişamlı örnektir. Binlerce kölenin hayatına mal olan piramitler, abartılmış ve yüceltilmiş anıtmezarlardan başka bir şey değil.

Buna karşı koyan peygamberler silsilesi bile bu ölü tapıcılığı ile baş edemediği gibi, birçoğu da ölümleri sonrasında benzeri bir akıbete uğramaktan kurtulamadı.

Öyle ki çoğu dinî veya siyasî şahsiyetin de, kendileri bunu istememiş bile olsa, onları kutsamak için artlarından yapılan anıtmezarları bulunmakta.

Hatta şahlığın sona erdirildiği bir devrimi gerçekleştiren ve hayatını son derece mütevazı bir caminin müştemilatında geçiren İmam Humeyni bile oldukça görkemli bir anıtmezara defnedildi. 

Ne acı bir paradokstur ki bütün hayatı şatafata, gösterişe ve bu tür geleneklere karşı mücadele ile geçen Gandi’nin bile cenaze törenini, eğer devlet başkanı olsaydı tasfiye etmeyi düşündüğü ordu üstlendi.

Silahlara karşı olmasına rağmen çiçeklerle kaplanmış na’şını, Amerika’da yapılmış bir top arabası taşıdı. Şerefine ise yetmiş iki pare top atışı yapıldı.

Bedeni geleneğe uygun olarak yakılarak külleri Ganj nehrine serpilse de, onun da, mütevazı da olsa bir anıt mezarı bulunmakta.

Doğuya dair bu ruh öylesine baskın ki Batı’ya özenli ve hatta Batıcı, modernleşmeci ve devrimci liderler bile bu akıbete duçar olmaktan kurtulabilmiş değil.

Sözgelimi Rusya’nın yoksul halklarına devrim coşkusunu yaşatan, genel anlamıyla modernleşmeci bir devrimci sürecin önderliğini yapan Lenin bile, yoldaşlarından çoğunun ve eşinin karşı çıkmasına rağmen bu şarklı yaklaşımdan kendisini kurtaramamış, o da görkemli bir anıtmezara gömülmüş; yani orada ebedileştirilmiştir.

Partinin yönetiminin bir diktatoryaya dönüştürüldüğü sürecin başlangıcında ipleri eline alan Stalin’in, Lenin’in cesedini bir Ortodoks azizine dönüştüren görkemli bir cenaze töreniyle defni kararı, devrimin önderleri olan Troçki ve Buharin’i şaşkınlığa düşürmüştü.

Lenin’in kendisi de “Marxist ve ateist biri olarak böyle bir tercihi asla onaylamazdı.” 1

Ama sonuçta kazanan, muhaliflerin bu romantik devrimciliği değil, Stalin’in katı ve gösterişçi devletçiliği olacaktır.

Ezilen sınıfların omuzlarında yükselen ve çarlığı aratmayan devlet ise kendi evlatlarını bile yiyen bir acımasızlık ve zorbalıkla ayakta duracaktır.

Devrimin önderliğine uyum sağlayamayan her iki muhalif ise, birçok devrimci gibi, süreç içerisinde tasfiye edilecektir. 

Lenin’in anıtmezarı, yeni bir laik dinin simgesi olmaktan daha fazlası olarak: Geleceği fethetmenin peşinde koşan bir devrimin ütopik düşleri, kökleri Hıristiyan kıyametçiliğine dayanan bir ölümsüzlük arayışı, bilimin ve teknolojinin modern diline çevrilmiş bir efsane olarak kolektif imgeleme sunulmuştu. 2

 
Marxistliği dışında birçok konuda Sovyetlerin takipçisi olan Mustafa Kemal’in bedeni de, her ne kadar o da bir kutsallık yıkıcısı olarak temayüz etse de, benzeri bir biçimde kutsallaştırılacaktır.

Profesyonel bir devrimci olan Lenin gibi o da bir modernleşmeci olsa da, dünyaya bir asker olarak baktığından, stratejileri farklıdır.

Her ikisi de azınlıkta olan toplumsal kesimlerin omuzlarında, biri muzaffer bir komutan öteki de başarılı bir devrimci olarak yükselerek toplumlarını zor yoluyla değiştirmeye ve modernleştirmeye çalışacaktır.

Ne var ki, yapmaya çalıştıklarının özüne aykırı bir biçimde, Lenin gibi Mustafa Kemal de tahnit edilmiş ve görkemli bir anıtmezara defnedilerek her yıl görkemli törenlerle anılmaya başlanmış; kabrinin, düşmanı olduğu şeyhlerin mezarları gibi adeta bir tapım yerine dönmesi akıbetinden de kurtulamamıştır.

İnsanoğlunun paradoksu ya da ölüm karşısındaki çaresizliği midir bu bilinmez ama belki de kutsallık yıkıcılığının bu biçimselliğinde de bir tür kutsalcı yön bulunmaktadır.

Ve hatta belki de bu biçimsel devrimciler esasında insanı, onun trajik mahiyetini tam olarak anlayamamakta ve sonuçta da bu anlayışsızlıklarının kurbanları haline gelmektedirler.

Mustafa Kemal’in kabrinin örneği, Karya satrabı Mausolos için, kendisi tarafından başlansa da ölümünden sonra eşinin tamamladığı bir anıtmezardır.

Atatürk’ü bu açıdan eleştiren sağcı cenah da o ölçüde olmasa da kendi önderlerine, Menderes’e ve Özal’a da birer anıtmezar yapmaktan geri durmamışlardır.

Gerçi padişahlar da birçok şeyhin ve kutsal kişinin olduğu gibi benzeri bir biçimde türbelere defnedilmiştir. 

Hatta sair mezarlar da giderek görkemli bir biçimde süslenmekte, ölüm sonrası Allah’ın karşısında eşitlenme düşüncesine mugayir bir biçimde ve hiç değilse o vakit ulaşılması gereken bir tevazuya karşı, mezarlıklar adeta ikonografik bir gösteri alanına dönüşmekte. 

Tuhaftır bu Doğulu duygu. Kurtuluşu sağlayan sonuçta bireylerin mücadelesi olsa da, hep tapınacakları bir kurtarıcı figürü yaratmaktan ve onlara tapınmaktan geri durulmaz.

Öyle ki bu açıdan Şarklılıktan nefret eden Kemalistler bile sonuçta benzeri bir tuhaflığa düştükleri halde bunu ilerici ve hatta modern bir davranış biçimi olarak görürler.

Kendi önderleri biriciktir ve tapılmaya bile layıktır. Gerçi Ruslar, sosyalizmin çöküşüyle bu psikolojiden çıkarak, belki de Putin’le ikame ettikleri yeni bir kurtarıcı figür yaratarak, bu fetişizmi atlatamasalar da en azından anıtmezar kutsayıcılığından kurtuldular.

Ama Türkiye, Kemalizm’i reddeden bir iktidara rağmen bu geleneğe bağlılığını sürdürmekte; daha doğrusu bu garabetin içinden bir türlü çıkamamakta. 

Başka bir tuhaflık ise bu duruma karşı tepkilerini ortaya koyanların meczup olarak nitelenip cezalandırılması.

Neredeyse her yıl yaşanır Ata’ya duyulması gereken hürmete karşı laflar edenlerin derdest edilme manzaraları.

Bu yıl da bir doktor olmuş afişe edilen. “Putlara tapmayın” demiş o da.

Elbette ki ifrat tefritini de doğuruyor. Ama sonuçta az gitsek uz gitsek de hep aynı minvalde dolanıp duruyoruz.

Düşmanlarından kurtulsalar da maduniyetlerinden kurtulamayanlar, ancak kurtarıcıları’nı yüceltip onun gölgesine sığınarak huzura ermeye çalışıyorlar.

Böylece tüm çabaların sonucu ancak maduniyetin dönüşmesinden ve dolayısıyla da birbirini tekrarlayan süreçlerden öteye gitmiyor. 

Özgürleşmekten söz edenlerin bile vardığı nokta, fetişist bir imgenin ikonalaştırıldığı bir vasatlığı aşamıyor.

Ve hatta bu tip bir zihniyet açısından Allah bile, bir tapım nesnesi olmaktan öte bir anlama sahip değil.

O zaman ise insanın yaratılışı da tüm anlamını ve değerini kaybediyor.

Allah ile insan arasındaki o velayet ve dostluk ilişkisi de, bir köle-efendi ilişkisine dönüşerek özgürleşmenin ruhundan uzaklaşıyor. 

1. Enzo Traverso, Devrim, Ayrıntı Y. s. 107.
2. Enzo Traverso, age, s. 109.