Baas bitti. Ve yeniden dirilmeyecek…

Oral Çalışlar

1960’larda dünyada sosyalizm ve devrimler rüzgarı esiyordu. 1968 yılında, İçişleri Bakanı Faruk Sükan’ı, SBF öğrenci temsilcileri olarak, avukat olma hakkının elimizden alınmasını protesto amacıyla ziyaret etmiştik. Sükan’ın masasında bir kitap duruyordu.

Alberto Bayo’nun “Gerilla Nedir?” (ANT Yayınları) kitabı. “Ben de bu işlerden anlarım arkadaşlar” dedi ve kitabı bize gösterdi. Azılı bir anti-komünist olarak ün yapmış İçişleri Bakanı bile komünist gerilla kitabını okumaktan söz ediyordu. Çünkü o günlerde moda bu yönde işliyordu. Türkiye’de de solun yükselişiyle birlikte aydınlar arasında sosyalizme yönelim yaygınlaşmıştı. Gençlik içinde en etkili akım, Mihri Belli’nin liderliğini yaptığı MDD’cilikti.

Belli’nin ‘Milli Demokratik Devrimi’nin hedefi şuydu: Asker-sivil aydın öncülüğünde önce devrim yapılacak ve sonra sosyalizme geçilecekti. İki aşamalı devrim teorisinin kritik gücü askerlerdi. Sivillerin bir anlamda görevi, askerleri darbeye ikna etmekti. Doğan Avcıoğlu’nun Devrim dergisi ise daha da açık sözlüydü. Askerleri darbeye katmak için, gerekirse çeşitli kışkırtmalarda bulunulacak, masum insanları da hedef alan komplolar meşru ve gerekli görülebilecekti. Türkiye’deki “Baasçı”lar, “kemalist değişim”i bu açıdan yarım kalmış bir süreç olarak görüyorlardı. Avcıoğlu, “kemalist devrim”i “antiemperyalist, antifeodal millî demokratik devrim” olarak tanımladı. Önce Cumhuriyet devrimi gerçekleşecek, sonra sosyalizme geçilecekti.

Avcıoğlu’nun, İlhan Selçuk’un, Uğur Mumcu’nun ve tanınmış birçok aydının yazarlık yaptığı Yön Dergisi’nde yayımlanan yazılar “Kemalist-Sosyalizm” anlayışını savunuyordu. Baasçılığın ya da benzeri akımların o tarihlerde maddi bir temeli vardı. 1950’lerin sonu, 1960’ların başında, sömürgeciliğe karşı Afrika’da ve Asya’da gelişen milliyetçi ayaklanmalar, devrim ateşini dünyaya yayıyordu. Genç Afrikalıların başını çektiği güçlü bir antiemperyalist akım yeni umutların kapısını açıyordu. Bağımsızlık talebi ve milliyetçilik, bir arada yürüyordu. Lumumbalar, Cemal Abdülnasır’lar, Hafız Esatlar, simge haline gelmişlerdi.

Vietnam-Laos-Kamboçya ise doğrudan sosyalizme ilerlediklerini söylüyorlardı. “Arap Baası” işte bu rüzgarın içine kendine has bir formülle girdi. İlericidevrimci bir tek parti yönetimiyle toplum yukarıdan aşağıya eğitilecek, sosyalizm yönünde bilinçlendirilecekti. Bilinç onlara dışarıdan öncü parti yoluyla iletilecekti. Bu deneme, Arap ülkelerinde tek adam, tek parti diktatörlüğü yaratmış, ihtilal ve devrim lafları arasında otoriterleşme hakim olmuştu. Aynı zaafı sosyalist ülkelerdeki tek parti yönetimleri de yaşadı.

Baasçılıktan geriye liderlik kültü ve güvenlik temelli bir yönetim modeli kaldı. “Arap sosyalizmi” iddiasıyla devletin ekonomiye hakim olduğu bir yapı kuruldu. Güçlü bir güvenlik aygıtı ve kişisel liderlik kültü üzerine kurulu otoriter bir yönetim yerleşti. “Baas” kelimesi Arapça’da “yeniden diriliş” anlamına gelir. Baasçılar Arap dünyasındaki diğer akımlara kıyasla daha seküler bir görüntü veriyorlardı. Ama bu ideoloji baskı rejimine malzeme hazırlamak dışında topluma sadece fukaralık ve yalnızlık bıraktı. Baas bitti. Yeniden dirileceği de yok.