Vakti zamanında bir “üst akıl” vardı. Yerde gökte, sağda solda memleketin her karışında üst akıl analizlerinden geçilmiyordu. Bir maymuncuk gibiydi mübarek, her kapıyı açıyor, her sorunun altında o yatıyordu. Türkiye milli ve yerli bir akılla, bu üst aklın çevirdiği bütün dolapları görmüş, ona posta koymuş ve oyununu bozmuştu. İçte ve dışta memleketin başına çoraplar örülmesinin nedeni de buydu; üst akıl tekerine çomak sokan Türkiye’yi cezalandırmanın peşindeydi.
Sağ olsun iktidarın kalem ve söz sanatkârları, gazete köşelerinde ve televizyon programlarında bizleri sürekli bu üst akla karşı uyarıyorlardı. Işık girmeyen odalarda toplanan ve mesaisinin büyük bir kısmını Türkiye’yi kötülüklere sürükleyecek kararlar almakla geçiren bu meşum aklın hinliklerine karşı hep tetikte olmamızı sağlıyorlardı. Su uyur, üst akıl uyumazdı.
Gerçi bazen üst aklın kimliği konusunda hatlar karışmıyor değildi. Üst akıl, bazen beş Yahudi aile oluyordu, bazen de Amerikan derin devleti. Ayrıca İngiliz emperyal aklını da unutmamak lazımdı. Her ne kadar iktidar cenahının fikri önderleri derin tahlilleriyle bu karmaşayı da açıklığa kavuşturmak için ciddi bir çaba sarf ediyor olsalar da, aslında buna çok fazla da takılmamak gerekirdi.
Zihinlere mıh gibi çakılması gereken tek bir gerçek vardı: Aktörleri bazen farklılaşabilirdi ama nihayetinde Türkiye’nin gün yüzü görmemesi için gecesini gündüzüne katan bir üst akıl vardı. İktidar da bu devasa üst akıl emellerine ulaşmasın diye cansiperane bir mücadele veriyordu. Herkese düşen görev belliydi: İktidarın yanında saf tutmak ya da en azından iktidarın yapıp ettiklerine ses çıkarmamak. Bu varlık-yokluk savaşında, iktidarı eleştirmek, memleketi zaafa düşürürdü ve üst akla asker yazılmaktan başka bir anlam taşımazdı.
“Türkiye Yüzyılı”
Türkiye kıymetli bir zamanını bu “üst akıl yukarı, üst akıl aşağı” muhabbetleriyle geçirdi. Sonra, zihni melekelerinde bir teşevvüş mü meydana geldi yoksa hareket kabiliyetini mi yitirdi bilinmez, üst akıl usulca meydandan çekiliverdi. Güzel ve yalnız yurdumuzun başına gelen musibetlerde üst aklın adı anılmaz oldu. Daha dün her suale cevap teşkil eden bu kavramın yüzüne bakılmıyor, karanlıkları aydınlatmak için artık üst akla müracaat edilmiyordu.
Zira yeni bir gözdemiz vardı: “Faiz lobisi”. Kimdi, nerede otururdu, ne yapardı, bunları çok fazla karıştırmanın bir manası yoktu; bilinmesi icap eden bir faiz lobisinin olduğu ve bunun da Türkiye’ye düşmanlık ettiğiydi. Gerisi mühim değildi. Şaha kalkmış ülkemizi çekemiyordu bu faiz lobisi. 21’inci yüzyılın bir “Türkiye yüzyılı” olmasından ödü kopuyordu. Heybesinde ne varsa, başını yarmak için Türkiye’nin üstüne atıyor ve koşar adımlarla ilerleyen Türkiye’nin önüne bariyerler örüyordu.
Hainlikte üst akıldan aşağı kalır yanı yoktu bu faiz lobisinin. Milli ve yerli hükümetimizin faizleri aşağı çekmesini kabullenemiyordu. Ekonomist cumhurbaşkanımızın rehberliğinde dünyadaki iktisadi nizama alternatif oluşturacak yeni bir model üretmemizi hazmedemiyordu. Modelimizin başka ülkeleri cezbetmesinden ve dolayısıyla küresel ekonomi üzerindeki kontrolü kaybetmesinden derin endişe duyuyordu. Gözüne uyku girmiyor, vaktini Türkiye’ye çelme takacak projeler tasarlamaya adıyordu.
“Nass Var Nass”
Haklarını teslim etmesek ayıp olur, iktidarın düşün insanları bizi faiz lobisi hakkında da bilgilendirmek için muazzam bir emek veriyorlardı. Zamandan ve mekândan azade bir gayretle, çıktıkları her platformda millete bu faiz lobisinin sırlarını anlatıyorlardı. Faiz lobisi, bir beka meselesiydi. İktidar, bu lobiye karşı bir yurt savunması içindeydi. Ülkedeki ekonomik kriz, bu menhus yapının Türkiye karşıtı planlarının bir neticesiydi.
Yoksa haşa, iktidarın yanlış ekonomik ve politik tercihlerinden kaynaklanmıyordu.
Hükümet, milli ve yerli bir rota takip ettiği için, faiz lobisinin gazabına uğruyordu. O nedenle iktidarın yanında durmak bir vatan borcuydu. Bir hayat-memat mücadelesi hüküm sürüyordu, iktidara kem gözle bakmak faiz lobisine hizmet etmekle eşdeğerdi. Böylesi hassas bir dönemde iktidara gözünün üstünde kaşın var diyenlerin gözünün yaşına bakılmazdı.
Fakat çok geçemedi, bu faiz lobisi de duruldu. Mayıs 2023 seçimlerinin ardından hükümet, şartların mecbur kılmasıyla, saptığı “heterodoks” güzergâhtan vazgeçti, tekrar “Ortodoks” limana demir attı. Dümene de en Ortodokslardan birini oturtunca “Sana bana ne oluyor, nass var nass” diyerek faiz indirimini halk nezdinde meşrulaştırmaya çalışan hükümet gitti, onun yerine, nassı paranteze almış olsa gerek, hızla faiz artımı yapan bir hükümet geldi. Bir nevi, hükümetin kendisi faiz lobisi oldu.
Vaziyet bu şekle evirilince faiz lobisi de buharlaştı gitti haliyle. İki gün öncesine kadar ülkenin ekonomik gelişiminin celladı, halkın refahının katili ve her kötülüğün müsebbibi olarak taşlanan faiz lobisi birden gündemden düştü. Dün “faiz lobisi” demeden tek bir cümle kuramayanlar, bugün artık bu kavramın yanından yöresinden geçmez oldu. Bir yıl önce “tefeci” denilerek tefe konulanlar, bir yıl sonra “finans merkezleri” olarak selamlanmaya başladı.
“Vaat Edilmiş Topraklar”
Lakin bizde beka meselesi ve tehdit ihtiyacı bitmezdi. Bizi bu sefer tehdit eden başka bir uğursuz odak vardı: İsrail. Kısa bir süre önce, Cumhurbaşkanı’nın kendisine ne danıştığını cümle âlem herkesin şiddetle merak ettiği bir başdanışmanı bunu dile getirmişti. Akabinde bizzat Erdoğan, yasama yılı açış konuşmasında İsrail’in Türkiye’yi hedeflediğini duyurdu:
“Vaat edilmiş topraklar hezeyanıyla hareket eden İsrail yönetiminin, tamamen dinî bir fanatizm ile Filistin ve Lübnan’dan sonra gözünü dikeceği yer, açık söylüyorum, bizim vatan topraklarımız olacaktır.”
Erdoğan’ın sözlerinin daha mürekkebi kurumadan, iktidar muhitlerinde “Türkiye’ye saldırmayı planlayan İsrail” teması aldı başını gitti. 3.000 yıldan fazladır Tevrat’ta yazılı olan “vaat edilmiş topraklar” bahsi, bugün öğrenilmiş gibi hararetli tartışmalara sahne oldu. Ellerindeki sopaları gözümüzün içine sokan anlı şanlı jeo-stratejistler, aniden Lübnan ve Şam’ın bize bir-iki saat mesafede olduğunu hatırladılar. Hızını alamayanlar işi Türkiye’nin ABD ve İsrail ile zaten savaşta olduğuna kadar götürdüler.
Tabii savaş tamtamları çalarken çok basit gerçekleri göz ardı ettiler. Mesela, henüz bir yıl önce Erdoğan’ın Netanyahu ile çok sıkı fıkı bir ilişki içinde olduğunun üstünü örttüler. Türkiye’yi bir taraftan dünyaya düzen verecek ülkelerden biri olarak lanse ederken, diğer taraftan İsrail’in saldırabileceği bir ülke olarak resmetmenin bölünmüş bir ruh haline tekabül ettiğinin üzerinde durmadılar. Her şey bir tarafa, İsrail’in nüfusunun dahi böyle bir hayali görmeye engel olduğuna kafa yormadılar.
Hülasa, aynen üst akıl ve faiz lobisi gibi, iç politika için dillendirilen bir söylem var ortada. Niyet açık: Gündemi elinde tutmak ve toplumun sadece kendi istediği konuyu konuşmasını sağlayacak bir vasat yaratmak; korku pompalayarak yeni bir beka meselesiyle karşı karşıya olduğumuz düşüncesini tahkim etmek, iktidar etrafında kenetlemeyi sağlamak ve muhalefeti baskı altına almak.
Bu çerçeveden bakılınca iktidarın bunu abartması ve buna yapışması anlaşılabilir. Ancak ana-muhalefetin buna balıklama atlaması tuhaf. Özgür Özel’in, gerçeklerle uzaktan yakından bağı olmayan bu sözlere sanki çok ciddi sözlermiş gibi muamele etmesi ve üstüne Meclis’te kapalı oturum çağrısı yapması, gerçekten çok garip.
Hâlihazırda artık ne üst akla dikkatimizi çeken var ne de faiz lobisine lanet okuyan. Vazifelerini yaptılar, sıralarını savdılar ve ömürlerini tamamladılar. Bugün arasanız ne üst akla ulaşabilirsiniz ne de faiz lobisine!
Hiç şüpheniz olmasın, bu toz duman biraz dinsin, “Türkiye’ye saldırmayı düşünen İsrail” hikâyesi de rafa kaldırılır.