Çatışma potansiyelleri ve kaynakları

Ali Bulaç

İnsan yeryüzüne ayak bastığı günden beri çok yönlü sorunlarla karşı karşıya bulunuyor. Sorunlar insan ile canlı hayat ve genelde fiziki dünya arasında gibi gözüküyorsa da gerçekte sorunların asıl kaynağı kendisidir. Varlık tayin edilmiş ecele kadar kendine özgü yasalarını takip ederek varoluşunu sürdürmektedir, insan ise yeryüzünde yaşadığı sürece sorunları devam edecektir.

Sorunlar mahiyetleri itibariyle aynıdır, zaman geçtikçe çeşitleniyor, farklı şekiller ve formlar kazanıyorlar. Eski devirlerde bir bölgenin kendine has sorunları olur, diğer bölgelerde yaşayanlar ya bundan habersiz kalır veya az etkilenirdi. Modern zamanlarda yerküresinin tamamının içinden geçtiği ciddi bir kriz söz konusu. Bu da bize gösteriyor ki, beşeri hayatın olduğu her yerde sorun da olur, sorunlar doğru yöntemlerle çözülmediğinde krize dönüşür. Kriz arzu edilemez ama çıkan yangın gibi önce hemen kontrol altına alınır, sonra iyi yönetilirse zararı asgari seviyede tutulmuş olur; buna “kriz yönetimi“ denir. 

Çinlilere göre kriz yeni kapıların açılmasını sağlayan bir fırsat ve imkandır. Bu perspektiften bakıldığında yerküresinin sakinlerinden olan Müslümanların da sorun yaşaması garipsenemez. Belki garipsenecek olan husus, Müslümanların neden sorunlarını doğru bir usul ve araç takip ederek çözemediği hususudur. 

İlk insan toplumunda beşeri ihtilafları ortaya çıkaran anafaktör ne idiyse bugün de genel olarak beşeriyet ve bu arada Müslümanlar arasında vuku bulan ihtilafları doğuran faktör aynıdır. Adem aleyhisselam ve ilk insan topluluğunun fıtratı ne idiyse modern insanın fıtratı aynıdır; fıtrat ya ilahi yönde kemâlin bereketli yurdu olur veya Şeytan’ın telkin ettiği istikamette fesada uğramış toprağa döner. Bu açıdan beşeriyetin tarihi devirlerinde bir “ilerleme“ söz konusu ise, bu ancak maddi hayatta, bilim ve teknolojide söz konusudur. İlerleme nicel birikim olup kemâl değildir, belki buna pozitif çağrışımı olan “ilerleme“ kelimesi yerine üst üste yığma manasında biriktirme eylemi demek daha doğru olur, birikim nicelikte (kemiyet) olduğunda, nitelikte (keyfilet) tereddi başgösterir. Bütün gözalıcı ve tahrik edici bugünkü/modern uygarlık niceldir, buna Rene Guenon, “Niceliğin egemenliği“ adını vermektedir. Velhasıl insanın asli tabiatı ilk insandan son insana kadar aynıdır, aynı kalmaya devam edecektir.

J. Jack Rousseau başlangıçta insanların doğal durumda uyum içinde yaşadıklarını düşünür, Hobbes “bidayette insan insanın kurduydu“ der. Kur’an-ı Kerim her iki görüşün ilk tarihsel zamanlarda birbirini takip eden iki dönem olduğunu ima eden ifadeler kullanır: 

İnsanlar (başlangıçta) tek bir ümmetti. Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olarak peygamberler gönderdi ve beraberlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek üzere hak kitaplar indirdi. Oysa kendilerine apaçık âyetler geldikten sonra, birbirlerine karşı olan ‘azgınlık ve kıskançlıkları (bağy)‘ yüzünden anlaşmazlığa düşenler, o (kendilerine kitap) verilenlerin başkası değildir.“(2/Bakara, 213.)

İslam bilginlerine göre ilk insanlar uzun bir dönem Allah’ın indirdikleriyle aralarında hükmetmiş; sosyal, ekonomik, ahlâkî ve hukukî ilişkilerini tevhid dinine göre düzenleyerek  itikadi ve siyasî birlik/birliktelik olan “bir tek ümmet”i meydana getirmişlerdir. Bu konuda Mutezilenin ilginç fikirleri vardır.

Kuşkusuz “tek ümmet” dönemi içinde insanlar tümden homojen değildi. Aralarında birtakım anlaşmazlıklar, sürtüşmeler vuku bulmuştur ama bu sürtüşmeleri topluluk ahlâkî, siyasî ve hukukî hayatında geçerli olan Münzel Şeriat’la yani Hukuk’la çözüyorlar, kurallara uymayanları cezalandırıyorlardı (Daha geniş bilgi için bkz. İnsanın doğa durumu için bkz. Kur’an Dersleri/Tefsir, İstanbul-2016, I, 455-463. Ali Bulaç, Medine Sözleşmesi, 2. Bsm. İstanbul-2020, s. 312-350: İlk insan toplumu için bkz. Ali Bulaç, Tarih, Toplum ve Gelerek, 4. Bsm., İstanbul-2012, s. 77-128.)

Ancak insanlar ilelebet bu çizgi üzerinde kalmadılar. Bir bölümü ortak hayatın sürmesini sağlayan emir ve yasakları ihlal etme yoluna saptı. İşte ne olduysa bundan sonra oldu, topluluk kendi içinde bölünmeye uğradı, bunun sonucunda insanların oluşturduğu ilk insicamlı topluluk, “tek ümmet” dönemi sona ermiş oldu. 

Klasik kaynaklar kesretten kinaye insicamlı “tek ümmet (Ümmet-i vahide)” döneminin Adem ile Nuh arasında bin sene sürdüğünü söylemektedirler. “Bin sene”yi sayısal manada 1.000 rakamı şeklinde düşünmemek lazım, kastedilen şey hayli uzun zaman, belki on binlerce, yüzbinlerce ve hatta daha uzun zaman aralığı olabilir.

Ne kadar sürdüğünü tam olarak bilemediğimiz söz konusu Adem-Nuh zaman aralığına ben “Kurun-u ulâ” denebileceğini düşünüyorum. Nuh-Hz. Muhammed (AS) zaman aralığına “Kurun-u vusta”, son ilahi vahyin inişiyle başlayan zamana ”Kurun-u uhra” diyebiliriz.

Her üç zamanda insan hemcinsleriyle ihtilaf içinde olmuştur. İhtilaf ya yumuşak olup fikri veya demografik ayrılıklara sebep olmuş veya sert karakterde çatışmalara, savaşlara, kısaca kan dökülmesine yol açmıştır.

Kur’an bakış açısından ihtilafın sebebi, insanların “bağy etmeleri”dir. Bu kelime bir parça gizemli, biraz muamma gibi geliyor insana. Lakin bugünkü sosyal bilimlerin, özellikle sosyal psikolojinin yabancısı olduğu merkezi bir kavram. İnsanlar uyum içinde yaşıyorlarken bir zaman sonra birbirlerini kıskanmaya, heva ve heveslerine, azgın ihtiraslarına kapılıp hak ve hukuku ihlal etmeye başladılar. İster ilahi tebliğ, ister selim akıl veya temiz fıtrat (vicdan) menşe’li olsun, herkesi bağlayan normlar ve kuralların ihlal edilip, bunların yerine herkesin ve her küçük grubun kendi norm ve kuralını ihdas etmeye başlaması ilk bölünme ve çatışmanın sebebidir. Bu norm ve hukuk kuralı ihlal edenleri gücü eline geçiren kendi kuralını herkese dayatmaya başlayan, Hobbes’un dediği  bir tür orman kanunu ortaya çıktı, Gücün tek yanlı ve yanlış kullanımı sonucunda anlaşmazlıklar baş gösterdi, büyük çatışmalar çıktı, sonunda ümmetin birliği bozulup dağılmaya başladı.

Müfessirlerimize gore Adem Nuh arası dönem uyum dönemidir, Karl Marx’ın tarihin finalinde gerçekleşeceğini söylediği çelişkinin olmadığı komün toplumunu çağrıştırmaktadır.

Peki, söz konusu ihtilafın nitelikleri neydi? 

Belli ki bunlar tamamiyle insan fıtratında ifadesini bulan şiddetli arzular, haz alma dürtüsü ve belki de en baskın karakteriyle hükmetme tutkusudur.  İhtilaflar insan ilişkilerinin düzenlenmesinde ortaya çıkan anlaşmazlıklar cinsinden şeylerdir. Kur’an-ı Kerim, bunu ifade etmek üzere “bağy” kelimesi kullanılmıştır.  

Râgıb el-İsfahânî, bağy’i nicel manada iktisadî sınırları tecavüz etmeye yeltenme şeklinde tarif eder. Buradaki “iktisad” deyiminden bildiğimiz ekonomi değildir. İktisadi demek “orta yol, adil çizgi” demektir. Gazali, “itikatta iktisat” üzerinde durmuş, bu isimle bir kitap telif etmiştir (El iktisadufi’l I’tikad). 

Özetle bağy yapmaya kalkışan, kendisi dışında bir kaynak, bir otorite tarafından belirlenen orta ve adil yolu tecavüze kalkışan kişinin ruhi eylemidir. Bu eylemin failine “bağiy” denir. Kelime gökyüzü için kullanıldığında bardaktan boşanırcasına ve ihtiyaçtan çok fazla yağmurun yağması anlamını verir. Bağyeden kişi kibirlenip istikbara sapar; bağinin tarihsel prototipi Firavundur:  “(Firavun ve Karun) yeryüzünde haksızca büyüklendiler” (29/Ankebut, 39).

Bunun gerek haddi aşmanın, gerek büyüklenmenin insan hırsı ve ihtirasıyla yakın ilgisi var. Başkalarının haklarını çiğnemeye kalkışan kendi zulüm elbisesini zayıf bedenlere geçirmek ister. Bundan da narsistçe zevk alır. Narsistin politik başarı ve maddi çıkar peşinde koşması narsizminin tatminini sağlayan araçlardır, kendi başlarına bir değer ifade edemezler.

Sorumuz şudur: 

Neden Müslümanlar ellerinde Kitap olduğu halde birbirlerinin hak ve hukuklarını ihlal ediyorlar? Açıkça müşahede ediyor ve yaşıyoruz ki Müslümanlar vaz’edilmiş hükümleri (ahlaki normlar, hukuk kuralları) çiğniyor; dilleriyle “inanıyoruz” dedikleri Kitaplarının hükümlerine göre ihtilaflarını çözmeye yanaşmıyorlar. 

Müslümanlar kendi Kitaplarına mı inanmıyorlar, yoksa inandıkları halde bile bile sınırları aşıp bağy mi ediyorlar? Yoksa Müslümanlar mü’min değil mi?