ÇOĞALTMA TUTKUSU VE ÇOKLUK YARIŞI

Cevdet IŞIK

-1-

İnsan, sahip olduğu ruh, beden, duygu, düşünce ve eylem gibi nitel ve nicel birçok özellikle komple bir varlıktır. “Komple varlık” tabirini, Tin Suresi dördüncü ayette geçen “ahsen-i takvim” tabiriyle aynı anlamda kullanıyoruz. Ahsen-i takvim, “en güzel şekil, en güzel kıvam” demektir. Sahip olunan komple yapıdan ötürü insan, aynı zamanda bir güzelliğin, bir cennetin de ifadesidir. Onun için “insan” olan insanı, “cennet insan” olarak adlandırmak yanlış olmaz. “Cennet insan”dan söz ettiğimize göre, diyalektik olarak “cehennem insan”dan da söz edebiliriz. Aslında “cehennem insan”, siret olarak değil, sadece suret olarak insandır. Tin Suresi beşinci ayette geçen “esfele sâfilin” tabiri, “cehennem insan” tabiriyle aynı anlama gelmekte olup “aşağıların en aşağısı” demektir. Bu durumda insan için, ne kadar olduğunu bilmediğimiz bir düşüş söz konusudur. Fakat Furkan Suresi kırk dördüncü ayet, hayvanlardan da aşağısını işaret ederek, bu düşüşün vahim bir düşüş olduğunu göstermiştir.[1]  

İnsan için bu iki durum (cennet-cehennem), tasnif edilmiş, kapıları mühürlenmiş, kapalı devre, mahkûmiyet ve mecburiyetin olduğu cebri bir durum değildir. Tam aksine insan iradesinin yaptığı seçimlerle oluşan, geçişli-elastiki-müphem ve iki ucu açık mühürsüz bir durumdur. Mühürsüz durum, irade ve tercihin etkin ve belirleyici olduğu bir süreci ifade ediyor. İnsanın sahip olduğu bilinç ve duyarlılığa koşut olarak, söz konusu iki durum arasında sürekli bir gidiş-gelişten söz edebiliriz. Bu anlamda rahatsızlık sebebi olacak istikrarsızlıkları ancak ilkesel bir duruşla aşmak mümkündür. Bilindiği üzere Kur’an’ın yaptığı çağrı, ilkeleri önceleyen niteliksel bir çağrıdır.

Komple bir varlık olan insanı sadece bir tarafıyla tanımak veya tanımlamak, eksik ve yanlış bir tanıma ve tanımlama olacaktır. Eğer böyle bir niyetle yola çıkılacaksa insanın bütününe yönelik bir dikkatle insana bakılmalıdır. Bu da çok boyutlu, çok yönlü bir uğraşıyı beraberinde getirecektir. İnsan, varoluş amacına yönelik bir hayatı yaşamaya çalışırken, yerine göre duygusal ve yerine göre de düşünsel tarafıyla hareket eder. İnsanı hayatın gerçekliklerinden uzaklaştıran ‘tutku’ haline dönüşen edimler, en güzel kıvamda yaratılmış insanın yapısına yönelik bir bozulma sürecini ifade eder.

Tutkuya dönüşen duygu, düşünce ve eylemler, insan yapısı ve dolayısıyla yaşanan hayat üzerinde yok edici veya yok sayıcı bir doğaya sahiptir. Bu da aslında her açıdan bir istilayı beraberinde getirmektedir. Tutku nesnesi, insanın komple yapısını baskı altına alarak, insanı tektip bir insana dönüştürür. Tutkuyla birlikte insanın yaşadığı istilada, tahribatların en önemlisi irade üzerinde gerçekleşir. İrade üzerindeki tahribatın en doğal neticesi ise doğru-yanlış, olumlu-olumsuz, helal-haram gibi dikotomik sınırlarda belirsizlik oluşturmasıdır. Bu durumda artık insan için ‘kırmızıçizgi’ tabiriyle ifade edilen hassasiyetler önemini yitirir. Kozmopolit ve çok seçenekli yaşamsal imkânlar yok olur. İrade ve dikkat zayıflar, seçenekleri olmayan homojen bir dünyaya mahkûmiyet başlar. Tutku, böylece insanın verili fıtri yapısını bozarak hikmet ve hidayetten mahrumiyet gibi feci bir sonuçla karşı karşıya getirir. Tutku insanın kimyasını bozar.  

-2-

İnsanın yaşadığı felaketler, varoluş amacında oluşan sapmalarla başlar. İnsan niçin var olduğunu bilmediği zaman, nasıl yaşayacağını da bilemeyeceği için, bu ruh haliyle yaşayacağı hayat, tesadüflerin belirleyici olduğu bir hayat olacaktır. Pek tabii olarak tesadüflerin belirleyici olduğu bir hayatın anlamlı olması da beklenmemelidir. İnsan yaptıklarını, yaşadıklarını gerekçeli olarak yapıp yaşıyorsa, anlamlı bir hayata sahip olabilir. Aksi takdirde yapılıp edilenler dolap beygirine dönüşen kelepçeli bir hayattan pek farklı olmayacaktır. Yani insan kendi yapıp ettiklerinin gerekçesine sahip olmalıdır. Yapıp ettiklerinin gerekçesine sahip olanlar, birer özne olarak varoluşsal güvenliklerini temin edebilir. Ancak bundan sonra kazanılmış özgüvenin istikrar ve istikameti de olanaklı hale gelir.   

Şimdi burada söylenenlerin kapsamını sadece doğum ile ölüm arasına sıkıştırdığımız zaman, herhangi bir oluşa imza atmadan, yok oluşa imza atmış oluruz. Onun için insanın komple yapısını da işlevsel kılacak zihinsel ve düşünsel bir tasavvur için, ölüm ve ölüm sonrası ile ilgili ikna edici bir kanı ya da inanca sahip olmak gerekir. İnsanlık tarihinin oluşumunda bu inançsal etki her zaman dominant bir etkiye sahip olmuştur. Fakat tarihte yaşanmış coğrafi keşifler ve bilimsel gelişmelerle birlikte bir kırılma başlıyordu. Modern-seküler bir dünyanın temelleri atılıyordu. İnsanın hayat tasavvurunda dinsel olanın etkisini minimize eden bir ayrıştırma süreci yaşanıyordu. Rönesans, reform ve ihtilal derken dini-manevi-aşkın olanın etki ve yetkisi kamusal hayattan izole ediliyordu.  Ortaya çıkan yeni durum, dünyevileşmeyi esas alan bir durumdu. Bu yeni durumun aktörlüğünü ise sahip olmayı esas alan, Batılı seküler zihniyet yapıyordu.  

İnsanın ‘insan’ kalmaya çalıştığı bir dünyada ‘sahip olmayı’ amaç edinmesi, haddizatında çok vahim bir sapmadır. Dünyevi olanla kurulan ilişkide bu sapma, insanın komple yapısına yapılmış bir saldırıya dönüşür. Böylece insanın komple yapısı bütünlüğünü yitirerek parçalanır. Burada insan için zamanla kanıksanacak ayrılıklar da söz konusudur. Bu anlamda insanın yaşadığı ilk ayrılık, kendisiyle yaşadığı ayrılıktır. Sonra dini-manevi-aşkın olanla alışıldık bir mesafe devreye girer. Her ayrılığın oluşturduğu mesafe aynı zamanda bir boşluğu da beraberinde getirecektir. İnsandaki bu olası boşluk için, ‘boş zamanlarda’ telafi edilmek üzere kutsal yer ve zamanlar ihdas edilir. Böylece olma ihtimali olan ruhsal sarsıntıların önü alınmaya çalışılır. Bütün bu seyrüsefer hali, sahip olma güdüsüyle oluşturulmak istenen tahakküm içindir. Artık bütün bir varlıkla olan ilişki, savaş mantığının geçerli olduğu bir ilişki olmaya uygun hale gelmiştir.

Varlıkla ilişkinin savaş halinde olması insan için kadim bir sorundur. Bu ilişkide insan kendisini bir savaşçı olarak gördüğü için, savaştığı varlığın doğasına dönüşür. Yani dünya ve içindekiler ile insan ayrı kategorilerde ve ayrı yapılarda olmasına rağmen, varoluşsal bir dönüşümle artık dünyaya ait bir varlık haline gelir. Seküler zihniyetin dünyası bu şekilde vücuda gelmiştir. Kısaca değinmeye çalıştığım bu durumla, insanın bütün değerlendirme ölçütleri de değişmiş olur. Artık insanın statü ve itibarı, sahip olduğunu düşündüğü mal ve servete endeksli hale gelir. Ne kadar mal ve servetin varsa ancak o kadar itibarlı olursun. Haliyle bu tasavvurla yola çıkılınca çoğaltma tutkusu ve çokluk yarışı da bir amaç haline gelecektir. Buradaki temel sapma, insanın artık dünyevileşmesi ve dünyadan bir “şey” olmasıdır. Bu dönüşümle beraber değer yargılarını ifade eden kavramlar, -ahlak, adalet ve merhamet gibi- kamusal olandan özel olana doğru bir anlam değişikliğine uğrar. Örneğin bu durumda “adalet ama kimin adaleti?” sorusu cevabı olan bir soru olacaktır.  

-3-

Kur’an çok açık ve net bir şekilde diyor ki, “göklerde ve yerde ne varsa şüphesiz ki hepsi Allah’a aittir.”[2] Bu, insanın varlık karşısındaki duruşunu tayin edici hayati bir mesajdır. Hiç kimse hiçbir şeyin sahibi değildir. Eğer sahip olmayı hayal eden varsa, bu hayalin büyük bir hayal kırıklığıyla sonuçlanacağını bilmelidir. Bunun böyle olduğunu anlamak için çok üstün bir zekâ ve kavrama gücüne sahip olmak gerekmiyor. Bu iddiayı dillendiren nice Karunlar, Firavunlar oldu ama hepsi de birer yalancı olarak tarihe mal oldular. Bu açıdan tarihe mal olan ibretlik olayların haddi hesabı yoktur. Onun için tarih okumaları yapmak ve gerekli dersleri çıkarmak önemlidir. Kur’an’ın insandan istediği de tam olarak budur zaten. Hataları görmeyi, ders almayı ve aynı hatalardan sakınmayı istiyor. Bu, insan kalıp haddi aşmamak için önemli bir sorumluluktur. Aksi takdirde insan, bir nehir gibi kesintisiz devam eden tarihin içinde bir nesne olarak, kötü emellere meze olmaktan yakayı kurtaramaz.

İnsanlığın genel gidişine bakıldığı zaman tarihten gerekli derslerin çıkarılıp ibret alınmadığı görülmektedir. Onun için tarih sayısız kere tekerrür etmeye devam ediyor. Bu tekerrür özellikle dünyevileşme bağlamında halen en üst düzeyde, bütün boyutlarıyla ve hiç hız kesmeden sürmektedir. Aslında Âdem, Âdem olalı, çoğaltma tutkusu ve çokluk yarışı hep olageldi ve kıyamete kadar da bunun devam edeceği izahtan varestedir. Yaratılmış birer insan evladı olarak gelip geçmiş sayısız insanın çoğaltma tutkusu ve çokluk yarışından geriye ne kaldı? Hiçbirinin ne adı ne de sanı kaldı. Bazılarından bugüne kimisi harabeye dönüşmüş yapılardan, kimisi de fosilleşmiş kalıntılardan başka bir iz ve işaret kalmadı. Demek ki hiç kimsenin övünerek, gururlanarak ‘bu benimdir’ diyeceği bir mal ve mülkü yokmuş. Demek ki sürdürdükleri saltanat da sadece bir zaman kaybı, bir oyalanma imiş. Her birisi geride ibretlik hayatlar bırakarak terk-i diyar eylediler. Geçmiş, gelecek ve şimdiki zaman bağlamında insanların çoğu, çoğaltma tutkusu ve çokluk yarışı olarak adlandırılan bireysel ve toplumsal girdapta kaybolup gitti.

-4-

Allah’ın sayısız ikramlarından biri olan Kerim Kur’an, birçok ayette insanların çoğunun içine düştükleri olumsuzlukları söz konusu etmektedir. Sayısal çokluk her zaman insanları etkileyen bir doğaya sahiptir. İnsan üzerindeki etkinin doğal sonucu, irade ve tercihi de etkilemesidir. Yani irade üzerinde etkili olanlar tercihler üzerinde de etkili olurlar. Premodern zamanlarda toplumsal irade, din ve iktidarın etkili olduğu bir yönlendirmeye sahipti. Halen devam etmekte olan modern ve postmodern zamanlarda ise teknolojik gelişmişliğe paralel olarak daha çok, algıları yönlendirme üzerinde durulmaktadır. Özellikle dijital teknolojiyle oluşturulan sanal mecralarla bütün insanlar irade ve tercih bakımından bağımlı hale getiriliyor. Kur’an bütün bir varlık üzerinde aklı kullanmayı, tezekkür ve tefekkür etmeyi sıklıkla dile getirir. İnsanların çoğunun bloke edilerek nasıl yanlış bir yol ve istikamete sevk edildiklerini Kur’an birçok ayette dile getirir. Bunlardan bazılarına sure ve ayet numarası zikretmeden maddeler halinde değinmeye çalışalım:

1-Her nereye bakarsak bakalım Allah’ın nimetleriyle karşılaşırız. Nimetler deryası içindeyiz sanki. Rabbimizin nimetlerinden hangisini görmezden gelerek yalanlayabiliriz? Fakat insanların çoğu Allah’ın verdiği apaçık nimetleri yok sayıp inkâr ediyor. Onun için onların çoğu kâfir olmuştur.

2-Allah’ın indirdikleriyle hükmetmek esastır. Bu anlamda iki yönlü bir hükmetmekten söz edilebilir. Bir tanesi insanın kendi özeli, diğeri ise toplumsal sevk ve idare. Bu hususta zaman ve mekân değişikliği olsa da onların arzu ve yönlendirmelerine uymamak gerekir. Onlardan kasıt, henüz iman etmemiş, inkârlarından vazgeçmemiş, heva ve hevesini ilah edinmiş kimselerdir. Onların çoğu yoldan çıkmıştır.

3-Bizden önce gelip geçmiş insanları tanımak, onlarla ilgili bilgi sahibi olmak, doğru ve yanlışlarını bilmek bizim için önemlidir. Bu şekilde aynı yanlışları deneyimleme zahmetinden de kurtulmuş oluruz. Onun için yeryüzünü dolaşıp öncekilerin sonlarını öğrenmek bizatihi Rabbimiz Teâlâ’nın bir buyruğudur. Kur’an onların çoğunun müşrik olduğunu haber veriyor.  

4-Gelecek nesillere ibret olması için Firavunun cansız bedeninin kurtarılması bir delil olarak dile getirilmektedir. Neden Firavunun cesedi? Çünkü Firavun haddi aşmada, azıp sapmada son derece ileri gitmişti. Onun akıbetinin bilinmesi son derece ibretlik bir durumdur. Fakat bütün bunlara rağmen insanların çoğu bu tür delillerden habersizmiş gibi davranmaya devam eder.

5-Kur’an her türlü misali vermekten çekinmez. İnsan anlasın ve aydınlansın diye. Bu tür misallerle insanların sevinmesi gerekir. Fakat aksine ne yazık ki insanların çoğu nankörlük yaparak yüz çevirir.

6-Yeryüzünde insanların çoğuna uyacak olursan, seni Allah yolundan saptırırlar. Onlar gerçeklikle hiçbir ilgi ve alakası olmayan aldatıcı bir zandan başka bir şeye uymuyorlar. Dolayısıyla onlar yalandan başka bir şey de söylemiyorlar.

7-Bir de insanı karanlığa mahkûm eden yalan sözler vardır. Şeytan yalan sözlerin baş mimarıdır. Yalan sözlerden yalan seli olur. Tarihi yalan seline çevirenler, bu yalan sözlerin takipçileridir. İşte insanların çoğu yalan sözlere kulak vererek yalancı olurlar.

8-Gerçek hatırlansın, gerçeklik fark edilsin ve karanlık aydınlığa dönsün diye yapılan anlatım, açıklama ve izahlara, insanların çoğu küfürle karşılık verir. Bu karşılık verme, kimi zaman işkence, kimi zaman öldürme ve kimi zaman da mahrumiyet oluşturan boykotlar şeklinde olmuştur.

9-Bozulmanın farklı şekil ve dereceleri vardır. İnsan söz konusu olduğunda ihtiyatı elden bırakmamak gerekir. Onların çoğu -özellikle münafıklar bağlamında en kötüsünü görmekteyiz- verdikleri sözleri içlerinde bozarak ihanet ederler. Böylece iman etmemiş olurlar.

10-Bütün konfor alanları şöyle ya da böyle insan üzerinde olumsuz bir etkiye sahiptir. Muhafazakârlık konfor alanlarına yönelik bir güvenlik şemsiyesi gibidir. Onun için muhafazakârlık yeni gün ve yeni imkânların önüne konmuş bir engele benzer. Böylece insanların çoğu, dile getirilen yeni imkân ve gerçeklerden hoşlanmaz.

11-Konfor alanları, oluşmuş alışkanlıkların göreli rahatlığını ifade eder.  Aslında insan konfor alanlarıyla çürümenin nesnesi olur. Burada bir robotlaşmaya paralel olarak insani kategorinin terki de söz konusudur. Konfor alanı, aleni veya zımni, rızkın gerçek sahibini unutturan bir alandır. Oysaki rızkın gerçek sahibi Rezzak olan Allah’tır. Fakat bu konuda insanların çoğu bilgisizdir.

12-İnsan, hiçbir yorum gerektirmeyen en büyük, en belirgin, en kesin yanılgıyı ölüm hakikatiyle ilgili yaşamaktadır: Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamak. Oysaki her insan ölecek. Her ölüm kendi bağlamında bir son saat sayılır. Fakat asıl son saat, artık hiçbir canlının var olmayacağı, kıyametin kopacağı saattir. İşte insanların çoğu, gelmesi mutlak olan bu son saate inanmaz.

13-Son Saate inanmayanlar Allah’ın ölen kişiyi diriltemeyeceğini, Allah’a yemin ederek söylemişlerdi. Hâlbuki ölenleri diriltmek bizzat Allah’ın vaadidir. Fakat birçok hususta olduğu gibi, bu hususta da insanların çoğu bilmiyor.

14-Çoğu insanın bilmediği konulardan birisi de mucize konusudur. Elçiye gelen inkârcılar, Elçi’nın mucize göstermesini istiyorlar. Kimsenin gücünün mucize indirmeye yetmeyeceğini idrak edemiyorlar. Şüphesiz mucize indirmeye gücü yeten ancak Allah’tır.

15-Bütün zamanlar için en önemli konu, ortak(şirk) koşma konusudur. Rabbimiz Teâlâ bu konuda en hayati uyarıyı yapıyor: ”Onların çoğu ancak ortak koşarak Allah’a iman ederler.” Bunun anlamı insanın haddini aşmasıdır. Ne yapar insan? Allah’ın zatı ve sıfatları hususunda ekleme ve çıkarma yapar. Sadece ‘inandık’ der ve bununla iman ettiğini düşünür. Hâlbuki Mekke’nin putperest müşrikleri de Allah’ı inkâr etmiyordu. Allah’a ortak koşmak, suyu kaynağından bulandırmaya benzer.

16-Andolsun ki Allah, birçok yerde (savaş alanlarında) ve Huneyn Savaşı’nda size yardım etmişti. Hani çokluğunuz size kendinizi beğendirmiş, fakat sizi hezimete uğramaktan kurtaramamıştı. Yeryüzü bütün genişliğine rağmen size dar gelmişti. Sonunda (bozularak) gerisin geri dönmüştünüz.

-5-

Mahremiyetin ortadan kalktığı, kendine özgülüğün istisnai bir duruma geldiği, imaj ve görünürlüğün her şey olduğu, sayısal çoklukların ölçüt halini aldığı, çoğaltmanın bir tutku ve yarışa dönüştüğü, hedefe götüren her aracın, her yol ve yöntemin normal göründüğü bir yönlendirme, gözetleme ve denetleme çağında yaşıyoruz. Bu yönlendirme, gözetleme ve denetleme çağında, insanı şerefli kılan komple yapı dünyevi hedeflere feda edilerek, ölüm ötesiyle ilgili hiçbir soru cevaplanmaya değer görülmemektedir. Sınırı olmayan bir çoğaltma tutkusu yaşamın ana gayesi haline gelmiş, insanlar kendi istekleriyle gönüllü köleliğe razı olmuştur. Çoğaltmanın temel bir güdü haline geldiği bu iklimde, hayatın bütün alanları çokluğa endeksli hale gelmiştir.

Demokrasi, idari-siyasi hayatın geçerli değersel dizgesi olarak kabul edilmiş, fakat paradoksal olarak bu dokunulmaz değersel dizgenin ahlakiliği oluşturacak hiçbir güce ve yaptırıma sahip olmadığı görülmüştür. Demokrasi çoğulcu değil, hep çoğunlukçu bir sistem olagelmiştir. Bu sistemde bütün yol ve yöntemler oy getirmek şartıyla mubah görülmüştür. İnsanların yenidünyası olan sanal dünyada, en çok takipçi, en çok beğeni itibarın ölçüsü olmuştur. Bütün ‘en’ler –içildikçe deniz suyunun susuzluğu arttırması gibi- çoğaldıkça insanı daha fazlasına, en fazlasına yönlendirir olmuştur. En çok taraftarı olan takım; en çok malı, mülkü, parası, arsası, yatı, katı, kasası olan kişi; en çok izlenen film; en çok silahı, ordusu, nüfusu, toprağı olan devlet,… Şimdi soru şu: İnsan, sahip olduğu ‘en çok’larla ne yapmış, neyi gerçekleştirmiş? Cevap: Koskocaman bir hiç. Başka bir şey değil.

İnsan bir yolcudur. Bu dünyaya geldi ve gidiyor. Ölümü alt eden çıktı mı şimdiye kadar? O halde bu çoğaltma tutkusu ve çokluk yarışı da neyin nesi? İnsan aklını çalıştırmalı değil mi? Kendisine ve çevresine soru sorarak sorgulayan bir duruş ve bakışla bakmalı değil mi? Bu gidişin nereye olduğunu ve ne yaptığını gözden geçirmeli değil mi? Tarihteki yaşanmışlıklardan ders almalı değil mi? Ne yazık ki, insan ders alma hususunda elindeki olanakları heba eden bir varlık olmuştur. Karun derken, Firavun derken, Nemrut derken, Ebu Cehil derken bir döneme damga vurmuş bu kimselerin, bitmiş, sona ermiş hayatlarını değil, devam eden zihniyetlerini dikkate almalıyız.

Onlar bir ümmetti, yapıp ettikleriyle gelip gittiler. Fakat onların yürüdükleri bir yol vardı, bir duruşları vardı, bir bakışları vardı ve en önemlisi de bir zihinsel yapıları vardı. İnsan bedensel olarak gidiyor ama zihinsel olarak kolay kolay gitmiyor. Kim kimden ne kadar daha iyi, daha farklı, daha yararlı, daha zararlı?… Bu anlamda ömürlerini tamamlamış olan Karunlar, Firavunlar, Nemrutlar ve Ebucehiller, halen yaşayan bugünkü Karunlar, Firavunlar, Nemrutlar ve Ebucehillerden daha masumdular. İnsanın tiryakisi olduğu çoğaltma tutkusu ve canhıraş bir şekilde sürdürdüğü çokluk yarışı, insanı varoluş amacından koparmıştır.

İnsan komple yapısından uzaklaştı. Bir dönüşüm yaşadı ama bu dönüşümün farkına bile varmadı. Aslında bu her zaman böyleydi. Uyanık olmak gerekiyordu. Bakın Hz. Âdem bile bu dönüşümü fark etmeden yaşadı. Hatasını fark ettiği zaman tövbe ederek hatasından vazgeçti. İnsanın ‘insan’ kıvamı yani komple yapısı sorumluluk almaya göre yaratılmıştı. Yaratıcı olan Allah’tı. İnsan yaratıcı olarak Allah’ı unutmuyordu ama sorumluluğunu unutuyordu. Bütün zamanların dini olan İslam’ın temel mesajı, unutulan sorumluluğu hatırlatmaktı. Allah insanı yaratıp yalnızlığa mahkûm etmiyordu. Yani insan yalnız değildi. İnsan bu varlık âleminde nasıl kendisini yalnız hissedebilir ki! Her varlık, Allah’ı işaret eden bir mesajla yüklüydü. Bu durum insanın varlıklarla bir barış ilişkisi içinde olması demekti. “Cennet insan” demiştim; bu barış ve ahenk hali cennet insan olmanın bir sonucuydu. F.Bacon, Denemeler adlı kitabında, insanın cennet halini şöyle izah ediyor: ”İnsan ruhunun acımayı bilmesi, Tanrı’nın istemine sığınması, gerçeğin ekseni çevresinde dönmesi, hiç kuşkusuz yeryüzünde erişilmiş bir cennettir.” (s.25) Fakat insan Allah’tan gafil olarak cennet halini cehenneme çeviriyordu.

İnsan, Allah’tan gafil olunca, en büyük yalnızlığı da yaşamaya başlar. Büyük kentler, büyük kalabalıklar onu yalnızlıktan kurtaramaz. Peşini bırakmayan yalnızlık, bir siyam ikizi gibi yapışıp kalır. Herkesin kendi yalnızlığına çekildiği zamanlarda, ıpıssız bir çöldeymiş gibi, kimsesiz hisseder kendisini. Bir dostun sıcak ilgisini iliklerine kadar hissetmek ister. Fakat bu mümkün olmamaktadır. Çünkü o zaten bütünlüğünü yitirmiş ve parçalanmıştır. Dost diye aradığı aslında Allah’tır. Aristoteles ne diyordu dost için? “Dost insanın ikinci benliğidir.” Bu anlamda Allah’ı dost edinenin durumunu hayal edebiliyor muyuz? Onun için insanı kıvamında tutan, anlamından sıyrılmamış sözlerle yaşamak gerekir. Bu da insanı nitelikli olmaya, kaliteyi öncelemeye götürür.

Allah ile arasında herhangi bir bağ kalmamış insanın sığınağı çoğalttıkları olacaktır. Bu da yer ve zamana göre farklı şekillerde olabiliyor. Mekke dönemi cahiliyesinde gücün ifadesi olan erkek sayısının çokluğu önemliydi. Onun için kız çocuğu, bir hayal kırıklığı, bir yüz karalığı olarak görülüyordu. Silahın icat edildiği zamanlara kadar bu anlayış hep devam etti.

Modern zamanlarla birlikte gücün göstergesi savaş teknolojisiyle kayıtlı hale geldi. Hep bu anlayışın hükmü geçerli oldu. Bu anlayış halen cari olan bir anlayıştır. Bu gücün geliştirilmesi ve muhafaza edilmesi de çoğaltma ve çokluk yarışıyla devam etmektedir. Fakat şüphesiz asıl güç sahibi Allah’tır. Allah’ın izin ve inayetiyle, nice az topluluklar çok olan toplulukları mağlup etmiştir. Kur’an birçok yerde bu konuyu dile getirir. Hz. Davud örneği veriliyor. Yaşanmış bir Bedir Savaşı var. Sahabenin çokluğuyla övünerek gittiği bir Huneyn Gazvesi var. Ve daha niceleri. Bunlardan çıkarılacak ders, çokluğun değil, niteliğin önemli olduğudur.

Nitelikli olanların daha güçlü olması Allah’ın koyduğu bir yasadır. Bugün Gazze’de olanlar da bunu doğruluyor. Siyonist İsrail, Batılı ülkelerin de desteğiyle, son derece gelişmiş silahlarla, beş aydır Gazze’ye bomba yağdırıyor. On binlerce kadın, çocuk sivil halkı öldürüyor. Soykırım yapıyor. Yerleşim yeri kalmadı. Hepsi yerle bir edildi. Yine de istediği hedefe varamadı. Bütün mesele çokluk değil kaliteli insan olmaktır. Bunun için de yapılması gereken, bütün kelime ve kavramlarımızı tashih ederek hayata yeniden başlamaktır. Yarın neyin hesabını vereceğimizi gözden geçirmektir. Çoğaltmayı bir tutku olmaktan çıkarıp, çokluğun ağır yükünü üzerimizden attığımız zaman, daha iyi görecek, daha iyi anlayacak ve daha iyi yaşayacağız. Birbirimize karşı daha merhametli, daha adaletli ve daha kardeş olacağız. Daha da önemlisi birbirimize cennet olacağız. Öyle ise bu çoğaltma sevdası da neyin nesi oluyor?

Not: Bu yazı, e-dergi olarak yayınlanan Kurani Hayat Dergisi’nin 94. Sayısında yayımlanmıştır.

   

 

[1] Düşüş ve yükseliş yatay değil, dikey ilişkiyle ilgili kavramlardır. Dikey ilişki, ilahi, ruhi, düşünsel, nitel olanı söz konusu eder. Yatay ilişki ise daha çok toplumsal ve tarihsel ilişkilerle ilgili olup, ileri, geri, kültür ve medeniyet gibi kavramları söz konusu eder.

[2] Nisa, 4;126, 131,132,170