Cumhuriyet Türkiye’si son bir yüzyıl içinde çok ciddi sınamalardan geçti. Önce Lozan’dan artan kalan sorunlarını çözmeye çalıştı, sonra İtalyan, Alman ve Sovyet tehditleriyle uğraştı. İkinci Dünya Savaşı’nın dışında kalmayı başardı. Soğuk Savaşı neredeyse sıyrıksız atlattı. Kıbrıs sorununu mükemmel olmasa da yönetti. PKK ile de bir şekilde hesaplaştı, ülke içinde tehdit oluşturmasını önledi.
Demokrasisi, insan hakları siciliyse bir kaç istisnai dönem dışında hemen hiç bir zaman iyi olmadı. Azınlıklarını karşı da adil davranmadı. Bazen mallarının yağmalanmasına bile ses çıkartmadı, hatta teşvik etti. Aşırı sağı da oldu aşırı solu da. Son zamanda tıpkı Avrupa’dakine benzer göçmen karşıtı ve zenofobik partileri de. Askerleri kendini genellikle rejimin sahibi olarak gördü. Darbeler ve darbe teşebbüsleri atlattı.
Post-modern darbe ve derin devlet deyimlerini literatüre kazandırdı. Komplolar gördü, kendi de komploların içinde yer aldı. Hukuksuzluk derseniz günümüzde had safhaya vardı. En son sayfa komşum Elif Çakır’ın yaşadığına benzer olaylar da bu ülkede ne yazık ki çok yaşandı. Dahası insanlar işlemedikleri suçlar yüzünden veya düşünceleri zarar verebilir diye cezalandırıldı. AYM ve AİHM kararları tanınmadı.
Ancak Türkiye kazasız belasız, büyük savaşsız, varoluşsal krizsiz bugünlere geldi. Bundan sonrası için de benim gördüğüm, anladığım ve takip edebildiğim kadarıyla dış ve güvenlik politikası söz konusu olduğunda elinden geleni yapacak, küresel ve bölgesel güç dengelerindeki dalgalanmalara paralel olarak kendini yeniden konumlandırmaktan, bir yandan etik çıkışlar yapıp öte yandan real politiğin gereklerini yerine getirmekten kaçınmayacak.
Fakat tüm değişkenler Türkiye’nin, Türkiye’yi yönetenlerin kontrolünde olmayacak. Çünkü dünya siyaseti dinamik bir alan, her an yeni bir sorun ortaya çıkıyor ve dengeleri sarsıyor. Bir gün Ukrayna savaşı derken bir başka gün başka bir sorunla karşı karşıya kalıyorsunuz. Çoğunu da bir biçimde yönetiyorsunuz. Ama yönetmekte zorlanılacak sorunlar da var ve sayısı hiç az değil. Bunlardan biri de güney sınırlarımızın giderek çökmüş devletler mezarlığına dönüşmesi.
1990’da Saddam Hüseyin’in Kuveyt macerasıyla başlayan süreç 2003 işgalini, sonunda da zar zor ayakta duran bir devletin ortaya çıkmasına neden oldu. Bugün Irak çok hassas iç ve dış dengelerin üstüne oturan son derece kırılgan bir devlet. Henüz işgal, iç savaş ve IŞİD’in bıraktığı yaraları sarabilmiş değil. Ayrıca İran’ın etkisi altında ve bölgesel sarsıntılardan etkilenmemesi de imkansıza yakın.
Benzeri Suriye için de geçerli. Arap Baharının kışa dönüşmesinden en mustarip ülkelerden biri Suriye oldu. Fiilen parçalandı, Amerika, Rusya ve İran arasında etki alanlarına bölündü. Bizim de güvenliğimizi tehdit eden terör örgütleri Suriye’yi kendisine üs seçti. İsrail istihbaratı belli ki ülkeye iyice yerleşti. Uçakları da tüm hava savunma sistemlerinden azade biçimde istediğinde istediği yerleri vurdu.
Şimdi sırada oldum olası zar zor ayakta duran Lübnan var. Gazze müdahalesini cezalandırmak amacıyla devletin içinde ama aynı zamanda dışında olan Hizbullah’ın başlattığı sınırlı operasyona karşılık İsrail’in verdiği reaksiyon çok ağır oldu. Önce çağrı cihazlarını, telsizleri patlattı, sonra da örgütün en üst düzeyini yerin altında bularak bombalarla yok etti. İki gün önce de sınırlı olduğunu açıkladığı kara operasyonunu başlattı.
Hedefinin -en azından şimdilik- 30 kilometrelik bir şeridi temizlemek olduğu, işgal gibi bir eyleme yeltenmeyeceği söyleniyor. Dışarıdan bakanlarsa Hizbullah’ın yediği tüm darbelere karşın direneceğini, İsrail’i ülkenin içlerine çekeceğini düşünüyor. Savaşın 2006’da olduğu gibi galipsiz ve mağlupsuz biteceğini iddia edenler de var. Netanyahu ise kendinden emin ve asıl niyetini İran’da rejim değişikliği olduğunu vurguluyor.
İsrail ve destekçisi Amerika İran’da rejimi değiştirebilir mi bilinmez ama siyaset ve diplomasiyle çözebileceği bir sorunu örtülü operasyonlarla ve savaşla çözmeye kalkması bölgedeki istikrasızlığı derinleştiriyor, Lübnan’ı devlet ve tabii ki ülke olarak çöküşe sürüklüyor. BAE’nin açıkladığı mali ve insani yardımlar da ülkenin bir daha ayakları üstüne dikilmesini sağlayacağa pek benzemiyor.
Türkiye’nin bence yapması gereken şu ana kadar yaptığı olmalı ve yangına körükle gitmekten, bölgesel istikrarsızlığı derinleştirmekten hem siyaset hem de kamuoyu olarak kaçınmalı. Ölen, öldürülen sivillere karşı duyduğumuz tepki, tarihsel adaletsizlikler karşısında hissettiğimiz çaresizlik ve aidiyet duygularımız bizi yanlış kararlar almaya sevk etmemeli. Kendisini içine çekebilecek savaşlardan bundan önce olduğu gibi bundan sonra da uzak durmalı.
Bizim bıkmadan, usanmadan barış istememiz, komşularımızla barışmamız, sonuç getirmese dahi barış planlarını konuşmamız şart. En az onun kadar şart olan bir başka şeyse istihbarat ve karşı istihbarat yeteneklerimiz geliştirmemiz, İsrail’in yaptığı ve yapacağı operasyonlardan ders çıkarmamız, askeri caydırıcılığımızı kimsede tereddüt bırakmayacak hale getirmemiz. Keşke aynısını insan hakları ve hukuk alanında da yapabilsek…