CHP, 6 Nisan kurultayında bir kez daha seçilen Özgür Özel’le birlikte bir yandan meydanlarda gerilimi yükseltirken, diğer yandan kendi yol haritasını şekillendirmeye çalışıyor. Yol haritası belli. Özel, kendisinin cumhurbaşkanlığı gündemini adım adım ilerletiyor. Burası meşru siyasetin konusu ve kınanıp tuhaf görülecek tarafı da yok.
Ancak gerilimin tırmandırılması bambaşka bir konu. Özel’in ana vurgusu malum. Bir “cunta” tartışması başlattı ve muhatabından gelen sert eleştirileri “söyleminin başarılı olduğu”na yorarak bunu devam ettiriyor.
Özel’in cunta ya da cunta başı gibi benzetmelerine, sadece siyasetçilerin değil, meşru siyaseti esas kabul eden ve milli iradeye saygısı olan herkesin tepki göstermesi gerektiğini düşünüyorum. Bu suçlamanın, siyasette alışık olduğumuz ve eleştirdiğimiz üslubun çok ötesine geçtiğini, dolayısıyla da ilk bakışta iktidarı hedef alsa bile, zaman içinde tüm siyaseti zehirleyen bir yere ilerleyeceğini öngörüyorum.
CUNTA, SİLAHLI VE YIKICIDIR
Siyasetin, milletin tercihiyle ve meşru seçimlerle ortaya çıkan zeminlerinde “cunta” benzetmesi yapmak, mevcut demokratik düzeni yıkmaya yönelik silahlı teşebbüsten söz etmek anlamına gelir. Bu iddianın sahibi söylediklerini ispatla mükelleftir.
Özel’in son konuşmasında işi daha da ileriye taşıdığı, Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’i hedef alan sözleriyle meselenin iyiden iyiye çığırından çıktığı görünüyor.
İngiliz yayın kuruluşlarına “Dostlarımız bizi savunmuyor, kendimizi terk edilmiş hissediyoruz” diyen Özgür Özel’in Samsun’da "Dün ihanet ettiği halktan kopup İngiliz zırhlısıyla kaçanlar vardı, bugün millet iradesinden korkup sandıktan kaçanlar var" demesi de hayli ilginç doğrusu.
KONTROLSÜZ ALANLARI BESLER
En zor şartlarda bile milletin sandıktaki iradesinin tecelli ettiği bir ülkede, iktidara ya da sisteme yönelik eleştirilerin bu noktaya gelmesi, siyasetin sınırlarını aşmanın yanısıra, kontrolsüz alanları ortaya çıkarma riskini de beraberinde getiriyor.
Sırf iktidarı yıprattığını düşünerek, bu yaklaşıma sessiz kalmak veya kırk dereden su getirerek savunmaya kalkışmak meseleyi daha vahim kılıyor. Seçilmiş ya da seçilememiş her siyasetçi, oy kullansın kullanmasın Türkiye’de yaşayan her vatandaş açısından bu suçlama, siyaseti demokrasi zemininden koparan ve büyük yanlışların kapısını aralayan bir tehdit olarak görülmeli.
DARBELER KÖTÜDÜR DEMEK YETİYOR MU?
Türkiye darbelerden ve cuntalardan büyük acılar çekti. Milletin seçtiği başbakan ve bakanlar darağacında katledildi. 27 Mayıs, uzun yıllar boyunca CHP’nin toz kondurmadığı veya kıyısından köşesinden eleştirilerle geçiştirdiği bir darbeydi. CHP eski genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun helalleşme çabasını ve zaman zaman ortaya çıkan bireysel tepkileri saymazsak, bu alanda gerçek bir muhasebe gördüğümüzü söyleyemeyiz.
27 Mayıs ve Yassıada katliamlarını hatırlatınca, hemen 12 Mart ve 12 Eylül’den söz ederek meseleyi genellemek; demokrasi dışı girişim ve eylemlerin asıl kaynağının 1960 darbesi olduğunu unutturma çabasıdır. “Bütün darbeler kötüdür” diyerek işin içinden sıyrılmak, Merhum Adnan Menderes ve arkadaşlarına, milletin seçilmiş iradesine karşı yapılanları hafifletme çabasıdır. Buna hiç yabancı değiliz.
SİCİLİNİZ YAKANIZI BIRAKMAZ
Evet, bütün darbeler kötüdür. Ayrım yapılmaksızın lanetlenmelidir. Ayrıca 28 Şubatlar, AK Parti dönemindeki e-muhtıra girişimleri ve nihayet 15 Temmuz ihaneti de öyledir.
Fakat bugün meydanlarda, ekranlarda seçilmiş cumhurbaşkanına ve yönetime “cuntacı” diyenlerin, yukarıda saydığım darbeler karşısındaki tavrını, özellikle o dönemlere bakarak görmek herhalde daha aydınlatıcı olacaktır.
Siyasette siciliniz asla yakanızı bırakmaz. Demokrasi, genellemelerin arkasına sığınıp “Bazı darbelerde siyasetin payı da büyüktür, hak etmişlerdi” zihniyetiyle barışık olamaz. Dün yanlışı desteklediyseniz, bugün hiç olmazsa onun mahcubiyetini yaşarsınız.
Siyasi hayatının çıkış noktası ve mücadelesi, cuntacılara ve darbecilere hayır demek olan Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a böyle bir suçlamada bulunmak, Türkiye’ye sadece gerilim ve kavga getirir.