Devlet PKK’yı silahsızlandıracak, böylece ‘bindiği dalı’ kesecek mi?

Alper Görmüş

Müstafi amiral Cihat Yaycı geçtiğimiz hafta -bir samimiyet krizi kazası mı diyelim, bir lapsus mu diyelim bilemiyorum- bağrından çok acayip birkaç cümle çıkarıp ortaya seriverdi. (Lapsus: Beynin gizlemeye çalıştığını dilin fâş etmesi). Yaycı’ya göre devletin PKK’ya silah bıraktırmaya çalışması yanlış bir politika. Çünkü olur da PKK devletin bu isteğine uyup kendini feshederse Türkiye’nin Suriye’de askeri müdahalede bulunmasının meşruiyeti ortadan kalkacak, bu da Türkiye’nin “kendi bildiği dalı kesmesi” anlamına gelecektir (ben yorumlamıyorum, amiral görüşünü bu kelimelerle anlatıyor). Yani Cihat Yaycı’ya göre PKK ve silah Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu bir şeydir; üzerinde durduğu, kesilirse yere düşeceği ‘dal’dır.  

Bu ‘görüş’ bana, kabaca 20 yıl kadar önce üniversitelerde başörtüsü yasağı katı bir şekilde uygulanırken ima yoluyla dile getirilen, fakat karşı tarafın bunu büyük bir koz olarak kullanacağı fark edilince hızla geri çekilen bir uyarıyı hatırlattı. Bu uyarıya göre, mesele sadece başörtüsünün ‘siyasi simge’ olması değildi, mazallah ‘türban’ üniversitelerde serbest bırakılır da korkulan olmazsa bütün paradigma çökerdi. (“Korkulan”dan neyi kast ettiğimi, bu sayfalarda daha önce de aktardığım bir söyleşiyi hatırlatarak yapacağım. 2007’de Radikal yazarı Tarhan Erdem (“bile” mi demeliyim) Neşe Düzel’e verdiği söyleşide tamı tamına şöyle konuşmuştu: “AKP üniversitelerde türbanı serbest bırakırsa, iki sene içinde, hiçbir üniversitede başı açık kız göremezsiniz. Çünkü toplumsal baskı oluşturulur. Çok kısa bir zaman sonra da insanlar başörtüsü takmamazlık, üniversiteye başörtüsüz gidememezlik edemezler” – Radikal, 10 Eylül 2007).

Demokrasiden ‘kaçınmak’ için ‘derin Ankara’nın kullandığı yararlı araçlar ya da ‘bindiği dallar’

Altan Tan birkaç gün önce Medyascope’a verdiği bir söyleşide (kendisine Cihat Yaycı’nın yukarıda aktardığım cümleleri hatırlatılınca) Ankara’da birilerinin -o ‘derin Ankara’ dedi- PKK’nın silah bırakmasını istemediğini söyledi ki haksız sayılmaz.

Bu hep böyle değil miydi? Ömrümüz korkutarak yönetme filmiyle geçmedi mi?

Filmin yönetmeni, her dönemde farklı korku nesneleri, farklı “öcü”ler üzerinden (komünizm, irtica, Kürtler, misyoner tehdidi, vb.) toplumun bazı kesimlerini kendilerine mecbur hissettiriyorlar, kendileri olmasa “öcü”nün onları “ham yapacağını” söylüyorlardı.

Korkutulanlara gelince; onlar da dönem dönem öylesine korkutanın arzu ettiği kıvama geliyorlardı ki, “öcü”nün haddinin bildirilmesi yolunda kendi haklarından bile feragat edebiliyorlardı…

Bu durumu anlatan çok güzel bir politik fıkramız da var:

Bir Kürt ve bir Laz işledikleri suçlardan ötürü idama mahkûm edilmişler. Fıkra bu ya, cezalarının infazının aynı cezaevi avlusuna kurulan iki darağacında gerçekleştirilmesine karar verilmiş.

Önce Kürt’e, ardından da Laz’a son arzuları sorulmuş… Cevaplar:

Kürt: “Anamı görmek istiyorum.”

Laz: “Kürt, anasını görmesin!”

Rıza yaratabilmenin sağlam bir aracı: Bitmeyen, bitmeyecekmiş duygusu veren savaşlar

Peki insanların en doğal haklarından bile kendi rızalarıyla vazgeçmesi nasıl mümkün olabiliyor? Yönetenler kitleleri bu amaç doğrultusunda ‘kıvama getirebilmek’ için ne tür araçlar kullanıyor?

George Orwell’in 1984 adlı romanında amansız bir diktatörlüğün hüküm sürdüğü Okyanusya ülkesinde halkın diktatörlüğe onayı bitmeyen, hiç bitmeyecekmiş görüntüsü veren savaşlar üzerinden sağlanır. Avrasya ülkesi ile ne zaman başladığı bilinmeyen bu savaşlar gerçekten de sürmekte midir, denildiği gibi ‘Büyük Birader’ olmasa ülke düşman çizmeleri altında çiğnenecek midir, bu soruların net bir cevabı yoktur romanda. Fakat şu çok nettir: Dev bir bürokrasi, halkı ‘savaşın sürdüğüne’ ikna etmek için gece gündüz çalışmakta, ‘belge’ üretmektedir.

Türkiye’de de iktidarların Avrasyaları oldu hep: Komünizm, irtica, Kürtler, misyonerler vb… Okyanusya yönetiminin korkutarak yönetme amacı doğrultusunda kullandığı şiddet ve baskıyla tabii ki kıyaslanamaz, fakat meselenin özü değişmiyor.

Günümüzde devletin Avrasyalarının ‘FETÖ’ ve PKK olduğunu söylemek yanlış olmaz. Gülen cemaatinin örgütlü bir güç olarak devlette ve ülkede etkili olması belli ki artık imkânsız, fakat iktidar kanallarında, gazetelerinde devlet içinde hâlâ önemli bir gücünün olduğu, “FETÖ ile savaş”ın hız kesmeden sürdürülmesi gerektiğinin propagandası hız kesmiyor. Bu kişilerin büyük korkusunun 2000’lerin başındaki “Mazallah türban üniversitelerde serbest bırakılır da korkulan başa gelmezse”cilerin korkularıyla aynı olduğu kanaatindeyim.

Bitirirken, bu yazıyla ilgisi dolaylı olsa da Mümtazer Türköne’nin devletin “FETÖ ile bitmeyen savaş”ının sonuna gelindiğine dair ilginç yorumunu aktarmak istiyorum.

Türköne’ye göre “Cemaat’in cezası” bitmek üzere. Devlet alacağını aldı ve artık bu işin peşini bırakmaya karar verdi. “Fakat” diyor Türköne, “bu ancak Cumhur İttifakı’nın devamı durumunda geçerli olacaktır.” Türköne’ye göre muhalefetin (CHP’nin) muhtemel bir iktidarında nevzuhur kadrolara yer açabilmek için “AK Partili kılığına girmiş FETÖ’cüleri devletten temizleme” gerekçesiyle bu defa muhalefetin “FETÖ ile savaş” kampanyasına şahit olacağız.

Böyle bir şey olur mu bilmiyorum ama bu gerçekleşirse ‘FETÖ ile savaş’ devletin en uzun ikinci savaşı olarak yerini sağlamlaştıracak demektir.