Devlet Türkleri barışa ikna edebilir fakat Kandil Kürtleri savaşa ikna edemez

Alper Görmüş

Bir Kürt meselemiz olduğunu yıllar önce nihayet kabul ettikten hemen sonra bu kabulün yanı başına bir de rezerv ekledik: “Ama Kürt meselesinin çözümünü tartışırken Türklerin hassasiyetlerini de unutmamalıyız…”

“Kürt meselesindeki Türk meselesi ve Türk hassasiyeti”, bugünlerde özellikle “terör örgütü liderini muhatap alma, onunla görüşme” noktasında ortaya çıkıyor, bunun “kabul edilemezliği”ni vurgulamak için kullanılıyor.

Ne var ki “Öcalan nefreti” Türklerin çoğunluğunun duygusu iken Kürtler ona büyük bir teveccüh gösteriyor. Bu “yanlış sevgi” karşısında sinirlenen Türkler Öcalan’a duydukları öfkeyi Kürtlere de yansıtıyor. Meselenin onunla görüşmeden çözülemeyeceğine dair görüş devlet tarafından da paylaşılınca öfkeleri daha da büyüyor. Değil mi ki PKK binlerce ölümün müsebbibiydi, değil mi ki araya kan girmişti, bu mesele artık öyle görüşerek falan çözülemezdi. Zaten ortada çözülmesi gereken bir mesele falan da yoktu.

İnkâr, haksızlığın kendisinden bile daha yaralayıcı olabilir

Bugün milyonlarca Türk, Kürt meselesinin 1983’te bazı Kürtlerin sırf “kötülük” olsun diye dağa çıkıp insan öldürmeye karar vermesiyle başladığına inanıyor. Ne ondan önce “ora”larda neler olduğunu biliyor, ne Diyarbakır Cezaevi’ni biliyor, ne de 1990’lardaki faili meçhuller dönemini biliyor… Ya da biliyorsa bile “iyi olmuş” diyor.

Yani şurası çok açık: “Kürt meselesindeki Türk meselesi” özünde bir bilgisizlik; bilgisizliğe bağlı bir duyarsızlık; duyarsızlığa bağlı bir kibir sorunudur.

Bu Türk psikolojisi Kürt psikolojisinde derin yaralar açıyor. Çünkü Kürt meselesi bütün kimlik meseleleri gibi, çözümsüz geçen her günün ‘psikoloji’yi başat konuma sürüklediği bir karaktere sahip. Aslında kendisini ‘haksızlığa’ uğramış ya da ‘kurban’ hisseden herkeste, her toplulukta ve her toplumda rastlanan tipik bir durumdur bu. Haksızlığa uğradığına ya da kendisine bir kötülük yapıldığına inanan birini asıl, ortada hiçbir yanlışın, hiçbir kötülüğün bulunmadığı inatçılığı, yani ‘inkâr’ kahreder. Mağdur, böyle durumlarda bütün gücünü kötülüğü şeffaf hale getirmeye harcar ve bu yolla kendisine kötülük yapanı itirafa zorlar.

Bu durumda mağdurun kırılgan yapısının tedavisine nereden başlanması gerektiği çok açık: Haksızlığın kabulü… Aynı şekilde kırılgan yapıyı daha da kırılganlaştırmak için yapılacak şey de açık: İnkâra devam.

Bu ülkedeki Kürt kimliğinin inkârıyla geçen onlarca yıldan sonra nihayet gelen birkaç gönül alıcı sözün Kürtler üzerindeki olumlu etkisi düşünülürse, ‘psikoloji’nin önemi daha iyi anlaşılır.

“Kürt meselesindeki Türk meselesi”ni aşabilmek için Türklere “ora”da ne olduğunu anlatacak kanaat önderlerine ve onları yüreklendirecek bir iktidara (ve devlete) ihtiyaç var.

Bu başarılamazsa her açılım, her görüşme girişimi “Türk hassasiyeti”ne çarpar ve dağılır.

Şu anda küçük milliyetçi partilerden ‘solcu’ televizyon sunucularına uzanan geniş bir yelpazede yoğun bir ‘istemezük’ kampanyası yürüyor ve kamuoyu bu kampanya üzerinden şekilleniyor. Son saldırı onların elini çok güçlendirdi. Bugünün sorusu şöyle: Bu propaganda böyle sürer gider mi yoksa son girişimi başlatan siyasi iktidar ve devlet onu dengeleyecek bir propaganda mekanizması oluşturabilir mi?

Mücahit Bilici dün (24 Ekim) Serbestiyet’teki yazısında bu soruya olumlu bir cevap verdi:

“Bugün artık Kürt ve Kürdistan gerçeğinden kaçışın mümkün olmadığı ve Kürtlerin de artık palyatif çözümlerle, oyalama taktikleriyle aldatılamayacağı bir noktaya geldik. Türkler artık hab-ı gafletten uyanmak zorunda. İşine gelince kardeş dediği Kürtlerin malikiyet hakkını inkardan vazgeçmek zorunda. Yoksa Türkiye parçalanacak. En iyi ihtimalle kötürüm bir devlet olacak. Bundan hem Türkler hem de Kürtler zarardîde olacak.

“Türklerin psikolojisi buna henüz müsait olmayabilir. Ama devletlerin propaganda kabiliyetleri güçlüdür. Muhtemelen bu sorun zorlanmadan aşılacaktır. Bahçeli gibi memurların bu istikametteki istihdamı kamuoyunun terbiye edilmesi açısından gerekli görülmüş olmalı. Bu psikolojiyi aşmak için uzatılan ellerin veya yükseltilen ellerin iş göreceğini tahmin edebiliriz.”

Ben de aynı kanaatteyim, devletin Türkleri barışa ikna edebileceğini düşünüyorum fakat Kandil’in Kürtleri ‘savaşa devam’a ikna edebileceğini sanmıyorum. Her iki iddia için argümanlarım geçmişte gerek devletin gerek Kandil’in benzer inisiyatifleri yürürlüğe koymaya çalıştığında karşılaştıkları tablolarda gizli.

Bu noktadan devam edeceğim.