Dua yerine geçer mi?

Yusuf Ziya Cömert

Beşşar’ın Suriye’siyle aramızdan su sızmadığı günler.

Müşterek bakanlar kurulu bile topluyoruz.

Çok zaman geçti eksik ya da fazla söylersem dostlarım beni bağışlasın.

Hakan Albayrak o sıralar Star Gazetesinde “Türkiye’yle Suriye Birleşsin” yazıları yazıyordu.

Mustafa Karaalioğlu da ara sıra Hakan’a takılıyordu.

Müşterek bakanlar kurulu toplanınca Hakan Mustafa’yı aradı.

“Sürekli Türkiye’yle Suriye birleşsin yazıları yazma diyordun ne oldu?” Dedi ve telefonu kapattı.

Bunu Beşşar Esed’e de anlatmıştım, çok hoşuna gitmişti.

Tanışma fırsatı bulduğumuz bakanlar hep mütebessim insanlardı. Bana “Siz bütün Araplardan daha iyisiniz” diyen enformasyon bakanının adını bile unutmuşum. Bir tek Buseyna Şaban’ın adı aklımda kaldı.

Bazı bakanların Suriye’nin sorunlarıyla ilgili bir çözüm dile getirildiğinde “Bunu sayın Başkan’a siz söyler misiniz?” dediklerini hatırlıyorum.

Demek iyi şeyler olmasını; Suriyelilerin daha özgür, daha müreffeh olmasını istiyorlar.

Belki de bizim karşılaştığımız bakanlar, Suriye rejiminin bize gösterilen yüzüydü. Muhaberat’ın asık suratı bulunduğumuz ortamlara gelmiyordu.

Yine de Suriye Hapishanelerinde Hafız Esed döneminden beri sorgusuz sualsiz yatan insanlar olduğunu işitiyorduk.

Bunu zaman zaman Suriye’ye gidiş-gelişlerimizde bize eşlik eden gazeteci Hüsnü Mahalli de söylemişti.

Çözülmesi gereken sorunlardan biri olarak…

Suriye’de bir mizah dergisi de çıkmıştı.

İyimserdik.

Sonra bambaşka bir yola girdi Suriye.

Karanlık, kirli, kanlı bir yola.

Kimi suçlamamız gerekiyor?

Doğudan batıya katkısı olan herkesi.

Tabii ki Esed’i ve Baas rejimini de…

Türkiye’yi dışarıda mı tutmaya çalışıyorum?

Hayır, hiç kimseyi dışarıda tutmaya çalışmıyorum.

ABD’si, Avrupa’sı, İran’ı, Rusya’sı, hepsi dahil.

Aylan-ı Kürdi’nin boğulmasında… Evi yakılan bir yoksul Suriyeli’nin gözyaşında… İnsanların tepesinde patlayan varil bombalarında kimin dahli varsa.

Rejimlerin beyaz gömlekli, kravatlı görünüşlerine kulak asmayın.

Gerçek yüzleri yerin altındadır.

Hapishanelerin karanlık hücrelerinde, dehlizlerinde.

Baas’ın kılığı kıyafeti yeni yeni ortaya çıkıyor.

Sednaya hapishanesinden yüz binden fazla insan gelmiş, geçmiş.

Girmiş ve çıkmış mı?

Hayır.

Girişi var.

Ama işkenceyle bedeniniz ve ruhunuz parçalanmış olarak çıkıyorsunuz.

Ya da öldürülmüş olarak.

Mahkumların cesetlerini her ne hikmetse presliyorlar.

Nakliyesi kolay olsun diye mi?

Yoksa, işkenceci ölülere de işkence etmeyi rejime hizmetin bir parçası olarak gördüğü için mi?

Al-Jazeera’da gördüm. Sednaya Hapishanesinden getirilen mahkumların tutulduğu Şam’daki el-Müctehid hastanesinde zemine çömelmiş simsiyah saçlı bir genç adam.

Yakınlarını arayan insanlar adamın yüzüne bakıp bakıp gidiyorlar.

Resepsiyondaki genç doktor “Kimseyi tanıyamazlar, sadece kendi isimlerini biliyorlar, bazen onu da yanlış biliyorlar, söyledikleri hücre arkadaşının ismi de olabilir” diyor.

Bazıları yakınları zannettikleri kimseyi alıp götürüyor. Uzun süre işkence insanların çehresini de değiştiriyor. Sonra götürdükleri hastayı geri getiriyorlar. Bazen on kişi aynı hastayı kendi yakını ya da oğlu zannediyor.

Bir çocuk anlatıyor. Adı Ömer el-Sugra. Küçük Ömer olabilir mi?

Bu, al-Jazeera’den değil, BBC’den.

“Çok sevdiğim kuzenimi bana işkence yapmaya zorladılar. Beni de ona işkence yapmaya zorladılar. Yapmasak ikimiz de öldürülecektik.”

İşkence insanlık kadar eski bir icat.

Kim icat ettiyse ondan başlayarak.

Firavunlar, tiranlar, melikler, sultanlar, krallar, devlet başkanları, ayırt etmeyerek.

Maddi veya manevi maksatlarla… Din için, devlet için, millet için, ideoloji için, dinsizlik için, her ne için yaptılarsa…

Bütün failleri lanetlemek.

(Lanetlemek yerine başka bir kelime de koyabilirsiniz.)

Yaptıklarını tatmalarını dilemek.

Dua yerine geçer diye ümit ediyorum.