Evet, biliyorum bu seferki bir ‘çözüm süreci’ değil. Ama bu konuda kalem oynatan veya konuşan pek çok kişi, adı ne olursa sonunda bir ‘çözüm’ olmasını ümit ediyor.
Türkiye geçmişte de bu konuda ümitli başlangıçlar yaptı. Hatta bu süreçlerin sonuncusu birkaç yıl boyunca devam etti ama maalesef hiçbir seferinde bir ‘çözüm’ olamadı.
Özellikle son süreci çok yakından izledim, daha öncekiler hakkında ise hep bir fikrim oldu. O yüzden bu geçmiş başarısız girişimlere dönüp bakarak onların neden başarısız olduğunu düşünmek gelecek için yol gösterici olabilir.
Bana soracak olursanız problem daha çözülmesi gereken sorunun ne olduğu konusunda taraflar arasındaki derin fikir ayrılığıyla başlıyor.
Türkiye ve devleti yöneten siyasiler açısından sorun temelde ve neredeyse sadece bölücü terör sorunu. Bölücü terörü yapan PKK’nın terör yapmaktan ve bölücülükten vazgeçmesi halinde sorun zaten çözülecek Ankara’da son 40 yıldır hakim olan anlayışa göre.
Masanın diğer tarafındaki PKK açısından ise sorun Türkiye’nin Kürtlerin siyasi, kültürel ve ekonomik eşitliklerini inkar etmesi, onlara Türkiye’den ayrılmak için silahlı mücadeleye başvurmaktan başka çare bırakmaması. PKK’ya göre bugün gelinen noktada Türkiye, Kürtlerin siyasi, kültürel ve ekonomik eşitliğini kabul edip bunu sağlamak için çalışsa bile, Kürtlerin kendi geleceklerini kendilerinin belirleme hakkı, öz yönetim hakkı, hatta öz savunma gücü bulundurma hakkı tanınmadan silahlı mücadele sona erdirilemez. Türkiye Kürtleri, Suriye, Irak ve İran’daki Kürtlerle aynı devlet çatısı altında yaşama hedefinden vazgeçmek istemiyor.
Farklılıkların daha sorunun ne olduğunu tanımlarken bile bu kadar büyük olması çözümü zorlaştıran en temel faktör.
Kürt sorununun başlangıcını çok gerilere kadar götürmek mümkün, ama modern anlamda sorunun Birinci Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde başlayıp 1924-26 arasında da tamamen şekillendiğini söyleyebiliriz.
Mesele Osmanlı İmparatorluğu dağılırken Kürtlerin de Wilson Prensiplerinde yazılı ‘Kendi kaderini belirleme hakkı’nı 1919 Paris Barış Konferansında dile getirmesiyle başladı Kürtler açısından. En azından bir kısım Kürt bağımsız bir devlet olmak istiyordu.
Türkiye açısından kazanılan Kurtuluş Savaşı hem Paris 1919 (Versay) Antlaşmasının, hem de buna bağlı Sevr Antlaşmasının yırtılıp atılması, yerine de Lozan’ın konmasıyla büyük ölçüde sonuca bağlandı.
‘Büyük ölçüde’ diyorum, çünkü Lozan’ın çözmediği, çözümü geleceğe bıraktığı çeşitli meseleler vardı, örneğin İstanbul ve Çanakkale Boğazlarının statüsü, örneğin Hatay’ın durumu, örneğin Musul Vilayeti’nin durumu.
Bunlardan konumuz itibariyle bizi ilgilendiren Musul sorunu. Lozan, Musul meselesini Milletler Cemiyeti içinde kurulacak ‘bağımsız’ bir komisyonun kararına bağlamıştı. Komisyon bu vilayeti Türkiye’ye de verebilirdi; Irak’a da.
Komisyon çalışmaları sırasında Türkiye’nin temel tezi bu vilayette Türklerin ve Kürtlerin Araplara göre çoğunluğu oluşturduğu ve Türkler ile Kürtlerin birlikte Türkiye’ye katılma istediğiydi. Bu tez çok kuvvetliydi; sahiden Kürt aşiretlerinin çoğu Türkiye’ye katılmak istediklerini beyan ediyordu.
Ancak 1924 yılında başlayan ve Musul’un kendi kontrollerindeki Irak’ta kalmasını isteyen İngilizler tarafından organize edildiğinden şüphelenilen ama delil bulunamayan Şeyh Sait İsyanı pek çok şeyi değiştirdi. Türkiye o dönemde Musul’a askeri müdahalede bulunmayı bile düşündü, hatta ordusunu hazırladı, hem Mustafa Kemal Atatürk’ün hem dönemin Başbakanı İsmet İnönü’nün İngiltere ile yeniden savaşı göze aldıklarına dair çok sayıda sözü, açıklaması, konuşması var o günlerden. Ankara’nın gözünde, belki Musul Vilayetinde yaşayanlar değil ama Türkiye’de yaşayan bazı Kürt aşiretleri ‘güvenilmez, arkadan hançerlemeye hazır’ olarak görülmeye başlandı.
Nitekim 1926’da Milletler Cemiyeti’nin o sözde ‘bağımsız’ komisyonu Musul Vilayetini Irak’a verince Ankara’nın Musul için inşa ettiği Türk-Kürt anlaşması fiilen sona erdi. Kürtler o günden beri ‘kandırıldıkları’ ve kendilerine Türkiye içinde bir siyasi ve kültürel statü vaat edildiği ama bu statünün verilmediği inancında; Ankara ise bugün bile Kürtleri ‘güvenilmez’ bulmaya devam ediyor. Kürtlere eşit vatandaşlık dışında bir statü vaat edilmediğini söylüyor.
İşte bu temel anlaşmazlık nedeniyle Cumhuriyet dönemi boyunca irili ufaklı çok sayıda Kürt silahlı isyanı yaşandı. Sonuncusu 1970’lerin sonundan beri, en azından 1984’teki Eruh ve Şemdinli saldırılarından beri devam ediyor.
Bu arka planı uzun uzun anlattım, çünkü PKK’nın son 40 yıldır dile getirdiği talepler aslında yeni talepler değil, 100 yıldır dile getirilen şeyler. Türkiye’nin karşı tutumu da, elbette zamanın ruhuna göre değişen uygulamalarla, temelde aynı.
Bir önceki ‘çözüm süreci’ tam da bu Kürtlerin statüsü meselesinde kilitlenip kalmıştı. Masadaki Kürt müzakereci olarak Abdullah Öcalan Anayasada yazılı vatandaşlık maddesinin değişmesini ve Kürt kimliğinin Anayasada ‘eşit kurucu halk’ olarak zikredilmesini istiyordu. Ucu Türk-Kürt Federasyonuna kadar gidebilecek olan bu öneriyi Tayyip Erdoğan hükümeti duymazdan gelmeyi tercih etti o dönemde, sonunda 2015 yılında süreç çöktü, terör yeniden başladı.
Fakat dokuz yıl sonra bu kez durum hayli farklı. PKK terörü etkili güvenlik önlemleri ve hepimizin özgürlüklerimizden fedakarlıkta bulunup daha ağır bir baskı ortamında yaşamayı kabullenmemizle neredeyse minimuma indirilmiş durumda. Bu da Türkiye’yi yönetenlere ‘Terörle mücadelede savaşı kazanıyoruz’ özgüveni veriyor.
Ankara’nın bu özgüvenini sarsan yegane şey PKK’nın Suriye’de elde ettiği yarı devlet statüsü. Türkiye bu statüden çok rahatsız, o yüzden yıllardır Amerika ve Rusya himayesinde Suriye’nin üçte bire yakın bölümünü kontrol eder hale gelen PKK’yı sürekli savaşla tehdit ediyor.
Türkiye son sekiz yılda Suriye’nin kuzeyinde üç ayrı vesileyle geniş kapsamlı askeri harekat da yaptı, ciddi miktarda toprağı kontrol eder hale geldi. 100 yıl önceki Musul meselesinden farklı olarak Türkiye bu kez Araplardan oluşan ‘Özgür Suriye Ordusu’yla birlikte ve Kürtlerin karşısında.
PKK açısından Suriye topraklarında elde edilen bu statü bir rüyanın gerçek olmaya çok yaklaşması demek. PKK günün birinde Türkiye ile pazarlık masasına otursa dahi Suriye’deki statüyü tartışmaya o yüzden yanaşmıyor.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan daha geçen gün gazetecilere günün birinde Amerika ve Rusya’nın Kürtleri bir başına bırakacağına dair öngörüsünü söyledi. Türkiye’nin çabası aslında bu yönde. İstiyoruz ki Amerika ve Rusya PKK’yı koruyup kollamasın, biz de askeri harekatla onları yok edelim.
Yani Devlet Bahçeli’nin ‘Öcalan gelsin Meclis’te konuşsun’ çağrısına rağmen, Ankara aslında temel politikalarından vazgeçtiğine veya vazgeçebileceğine dair bir işaret vermiş değil.
Ama izninizle bir önceki çözüm sürecine geri döneceğim yeniden.
2014 sonu 2015 başında, sürecin son aylarında Abdullah Öcalan kendisiyle masada devlet adına konuşan, daha doğrusu dinleyen kişiye ‘Lozan’ı aşan bir çözüm’den söz ediyor, işi Suriye’de Kürtlerin yaşamakta olduğu bölgeyi Türkiye topraklarına katmaya kadar vardırıyordu. Öcalan örgütünün Suriye’de elde edeceği statüyü o günden görüyor, hatta planlayıp yönlendiriyordu zaten.
Şimdi Türkiye Devlet Bahçeli aracılığıyla içeriği fazlasıyla müphem, üslubu ise Öcalan açısından ‘aşağılanma, küçük görülme’ olarak okunabilecek yeni bir teklifle ortada.
Bugünkü teklifle 2012 sonunda İmralı’da başlayan müzakereler arasında en büyük benzerlik, teklifin Türkiye açısından bu çeşit müzakerelerin olmazsa olmazı olan ‘end game’in, yani Türkiye’nin kabul edebileceği minimum pozisyonun ortada olmaması.
Bir müzakerede taraflardan birinin elindeki kartları peşinen açıp öyle konuşması beklenmeyebilir belki ama karşı taraf Türkiye açısından hangi noktanın kabul edilemez olduğunu bilmek isteyecektir. Çünkü biz Kürtlerin ‘kırmızı çizgi’sini biliyoruz.
Ben kendi adıma, Türkiye’nin bir önceki süreçte de bir ‘end game’i olmadığını düşünüyordum, bugün başlamakta olan süreç için de aynı kanıdayım.
Öte yandan bir önceki süreçte Öcalan’ın müzakereci olarak rolünün abartıldığı, onun örgütteki gücünün sınırlı olduğunu düşünüyordum; bugün Öcalan’ın örgütüne karşı pozisyonu daha da gerilemiş durumda. PKK onu ‘tutsak durumdaki manevi lider’ olarak görüyor; genel siyaseti belirlemeye karışamayacağını söylüyor.
Bu açıdan bakıldığında masada dolaylı olarak oturan PKK’nın Ankara tarafından güvenilmez, hareketleri önceden kestirilemez görülmesi de son derece doğal aslında. Sahiden de PKK güven vermeyen bir aktör.
Başa dönelim: Hiç kuşkusuz barışı istememek, barış ihtimali belirdiğinde buna karşı çıkmak mümkün değil. Ama gerçekçi de olmak lazım.
Tarafların başlangıç pozisyonlarını, yani aynı sorunu birbirine 180 derece farkla tanımladıklarını, dolayısıyla ‘çözüm’den anladıkları şeyin aynı olmadığını bilelim.