Hilafetle ilgili yazılarımızın sonuna geldik. Benim bakış açımdan hilafet;
1. Dünyanın beşeri tarihinde hilafet Müslümanların buluşu/ içtihadı olup orijinal bir siyaset ve yönetim modelidir.
2. Hilafet, monarşi veya oligarşi değildir, halifenin kutsal-aşkın bir sıfatı yoktur, halife biat alır seçimle başa gelir. Seçim biatta içkindir. Bugün için seçim genel oylama, biat sözleşmedir
3. Hilafet modelinde istişare/şura, şeffaflık ve hesap verebilirlik esastır, her üç ilke halifelerin somut tatbikatlarında gözetilmiş, uygulanmıştır.
4. Müslümanlar bu modeli üç referansa dayanarak geliştirdiler a) Kur’an-ı Kerim, b) Reslüllah (s.a.)’in tatbikatı (Sünnet), c) Islah ettikleri Arapların kabile geleneği.
5. Meşru ve sahih hilafet II. Dönem Asr-ı Saadet ‘e (Miladi 632-661) mahsustur.
6) Muaviye’nin darbesinden sonra yöneticiler kendilerine halife ünvanı vermişlerse de, gerçekte pratikte olan sürüp giden Saltanat modelidir, bu model 1924 yılına kadar sürmüştür.
Ezher Şeyhi Ali Abdurrazık ve Seyyid Bey’in ister meşru ve sahih hilafet, ister tarihsel hilafetle ilgili olsun, öne sürdükleri görüşler sağlam temellerden yoksun olup, sorun onların fıkha ait içtihadi bir konuyu Hariciler, bazı Mutezililer gibi itikadi mesele haline getirip din-dünya ayrımı yapmaları, o gün batıcıların temel tezi olan seküler bir görüşe “dini meşruiyet” çerçevesi oluşturmaya çalışmalarıydı, ikisi de batıl amaçla batıl deliller getirmek suretiyle büyük hatalara düşmüşlerdir.
Aktüel durumda hilafetle ilgili bazı problemler var. Bunların başında mülkiyetiyle ilgili olanı gelir. Mülkiyet derken, kimin denetiminde olması gerektiği konusunu kastediyorum. Burada üç ana havzanın iddiası öne çıkmaktadır. Tekrar hilafet modelinin hayata geçmesi ciddiyet kazanırsa Arap havzası “Halife Kuryeş’ten” olmalı diyebilir, diyecektir.
Bu argümanın hadis mecmualarında ve tarihsel kültürde bir karşılığı olsa bile, dayanağını teşkil eden rivayet metin kritiği yönünden temelsizdir. Hz. Peygamber (s.a.) böyle bir hüküm cümlesi kurmamıştır. Beni Sakife’de cereyan eden olayda, Muhacirlerden kimse bu kalıp cümlede bir hadisten söz etmedi, sadece Sa’d bin Ubade’yi başa geçirmek isteyen Ensar’a, onlarla görüşmeye giden Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer, Kureyş’ten birinin başa geçmesinin daha isabetli olacağını anlatmaya çalıştılar. Daha Hz. Peygamber hayatta iken ayaklanmalar olmuş, yarımada ölçeğinde ancak tarihsel tecrübesi, saygınlığı, toparlayıcı misyonu olan Kureyş’in liyakat ve ehliyet sahibi birinin Müslümanların birliğini sağlayabileceğini anlatmışlardır. Bu analiz Ensar tarafından da kabul görmüş, böylece büyük bir karışıklık olmadan problem çözülmüştür ki, bu İslam’ın tarihteki varlığıyla ilgili çok değerli bir adımdı.
Önde gelen sahabilerin daha Hz. Peygamber defnedilmeden Beni Sakife’ye gitmeleri meselesine gelince;
İlk nesil Müslüman cemaat yani sahabe aleyhinde çokça kullanılıyorsa da, İslam’ın varlığı söz konusu olduğunda, bunun bir basiret ve feraset olayı olduğu teslim edilir. Elbette bu olay, Hz. Peygamber s.a.)’in cenazesinin defninden öncelikliydi. Defin mühimdi, Beni Sakife’de sağlanan mutabakat ehemdi. Diğeri Arap geleneğine göre cenazenin asli sahipleri en yakın akrabadır ki, Hz. Ali ve yanındakiler Ehl-i Beyt’tir, cenazenin başında durmuşlardır, daha hayati bir mesele için akraba olmayan Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in Beni Sakife’ye gitmesi garipsenen bir durum değildir, nitekim modernler gibi garipsememişlerdir. Belki asıl Hz. Ali ve yanındakiler, cenazeyi bırakıp gitselerdi fazlasıyla garipsenirdi.
Türkler, “en son halife bizdendi”, TBMM’de mündemiç de sayılır, hilafet devam edecekse, halife bizden olmalı, şeklinde bir talepte bulunabilirler.
İran ve Şii havzaya gelince, Şii siyaset doktrin açısından zaten hilafet makbul değildir, söz konusu olan “imamet”tir, imam da Ehl-i Beyt’ten olmalıdır. Nüfus oranları itibariyle Müslüman dünyanın yaklaşık yüzde 20’ni teşkil eden Şiilerin, doktriner anlamda “imamet” modelinin nüfusun diğer kahir ekseriyeti Sünniler, İbadiler, Zahiriler ve hatta Zeydiler tarafından kabul görmeyeceği açıktır.
Ancak Müslüman dünyanın içine girdiği sosyo-politik krizden çıkışın yegane yolu, birlikten (Vahdet) geçtiğine göre, hayati derecede önemli olan Sünni, Şii, Zeydi, İbadi ve Zahiri beş havzanın aralarındaki yorum ve tarihsel algıya dayalı ihtilafları bir kenara bırakmalarıdır. Üzerinde mutabakata varılacak isimlendirme “hilafet veya imamet” olmayabilir. Nitekim Sünniler, halife yanında, “imam” veya “emir”tabirlerini kullanmışlardır. Her üç isimlendirmenin Kur’an’da karşılığı vardır, işin aslına bakılırsa emir daha belirgin olarak Kur’an’da ve hadis mecmualarında yer almaktadır (4/Nisa, 59). Dört halife en çok “Emirü’l mü’minin” olarak anılmışlardır.
Bugün Afganistan’da iş başında olan Taliban, yönetime ne demokrasi ne cumhuriyet demeyip “İslami emirlik” demektedirler. Haklarında doğru yanlış küresel karalayıcı propaganda olması, seçtikleri isimlendirmenin yanlış veya kötü olduğu anlamına gelmez. Bu açıdan bakıldığında Körfez ülkeleri de bu ünvanı kullanmaktadırlar: Birleşik Arap Emirlikleri (BAE).
Kısa vadede Müslüman dünyadaki ulus devletlerin ortadan kalkmayacağını öngörebiliriz. Müslüman birliği demek, siyasi ve idari entitelerin toptan ilga edilip bir eritici kazanda tek bir devlet çatısı altında toplanmaları demek değildir, bu açıdan bakıldığında tarihte böyle bir birlik tahakkuk etmemiştir, bugün de tahakkuk etmeyeceğini öne sürenler çoğunluktadır. Ama bazı zaruri revizyonların yapılmasından sonra bir takım kriterlere göre Müslüman devletler, Müslüman Devletler Birliği oluşturulabilir. Kavimlerin etnik/kavim kimliklerinin tanınması, ana dilde eğitim, örfe saygı, sosyal ve ekonomik refah farkının asgariye giderilmesi gibi kriterler esas alındığında Avrupa Birliği (AB) veya Amerika Birleşik Devletleri (ABD) pratikte örnek modeller alınabilir. Her şey bir anda olmaz, önemli olan sürecin başlatılmış olmasıdır, konsantre zaman yaşadığımızdan, başkalarının birkaç yılda aldığı mesafeyi biz daha kısa zamanda katedebiliriz. Mesela kuruluş aşamasında Avrupa’da birlik, sürecin Ortak Pazar, Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET), Avrupa Topluluğu (AT) ve AB’den sonra Avrupa Devletler Birliği’ne doğru işlemek üzere tasarlanmıştır, iyi kötü işlemeye devam etmektedir.
Müslümanların birliğini tehdit eden ikinci husus, modelin ulusal/milli çıkar veya ideolojik/doktriner mülahazalarla manipüle edilmesi ihtimalidir. Hilafetin meşruiyeti ve gerekliliği konusunda fikir yürüten bazı İslamcılar da, bu kurumun milli çıkar açısından önemine vurgu yapmaktadırlar. Bir örnek verelim: “Hilafetin Türkiye tarafından tek taraflı olarak kaldırılmış olması, Türkiye’nin kendisi için ne anlama gelirse gelsin, diğer açıdan Türkiye’nin merkezinde olduğu bir birliğin feshedilmesi ve bu birlikte bir temsil, güç ve emanbulan dünya Müslümanlarının başsız, temsilsiz ve sahipsiz kalmasına yol açmıştır.” (Yasin Aktay, 03 Mart 2024, Yeni Şafak.)
Hilafetin ilgası tarihi açısından bu doğrudur ama bugün içinhiçbir Müslüman ülkesi “Türkiye’nin merkezinde olduğu” hilafeti tanımaz, zira hepsinde artık ulus devlet bilinci ve milliyetçilik baskın karakter halini almış bulunmaktadır.
Diğer bir öneri, seküler mahiyettedir: İstanbul Aydın Üniversitesi’nden Doç Dr. Naciye Selin Şenocak, “Türkiye’nin liderliğinde seküler hilafet kurulabilir” demektedir.
Müslüman dünyada birliği sağlayacak modelin kurucu fikri ne ulusal/milli çıkar olabilir, ne sekülerlik.
Bugüne kadar dikkate değer bir öneri “demokratik hilafet”kavramını geliştiren Ahmet el Katip’ten gelmiştir. Tartışmaya, müzakereye muhtaç bu konuda şimdilik ben de şu önerilerde bulunabileceğimi zannediyorum:
1. Müslümanların birliği hayati derecede önemli ve dinen farz-ı ayindir. Gazze katliamı Müslüman ülkelerin tek tek hiçbir varlık gösteremediklerini ortaya koymuş bulunmaktadır, bundan daha büyük bir ders olamaz. Büyük direniş gösteren İran ağır bedeller ödemektedir, birlik olsaydı Müslümanlar bu zillet durumuna düşmeyecekti.
2. Müslümanları temsilen bir kurumun olması zaruridir. Bu kuruma hilafet veya imamet, liderine halife veya imam demek zorunda değiliz. Emir denebilir.
3. Liderin yetkilerinin sınırlandırılması ve büyük ölçüde sembolik bir değeri olması gerekir.
4. Birliğin kurumları, işleyiş tarzı ve karar mekanizmaları zaman içinde AB veya ABD türü modele doğru evrilebilir.
4. İslam dünyası Müslümanlardan ibaret değildir, bu dünyada hatırı sayılır Hıristiyan ve Yahudi, Sünni-Şii dışında kendilerini Müslüman veya bir inanç grubu olarak tanımlayan kitleler ile tamamen seküler, deist, ateist gruplar da var. Bunlara geleneksel Zımmi hukuku uygulanamaz. Muahit oldukları sürece gruplar, sosyolojiler kamusal hayat içinde kendilerini ifade ve temsil edebilmeli, dinlerinden, inançlarından veya görüşlerinden dolayı ikinci sınıf insan muamelesi görmemeli.
5. Lider şu veya bu kavim veya ülkeden değil, Müslümanların her kavminden ve bölgesinden olmalı. Bunun için dönüşümlü sistem uygulanabilir. Belli periyotlarda –mesela senede bir- sıra ile her kavim veya ülkeden ehliyet ve liyakat sahibi bir zat bu makama gelir, yetkileri dahilinde birliği temsil eder.
Sonraki yazımızın konusu, tarihte tahakkuk etmeyen bugün tahakkuk eder mi sorusuna cevap aramak olacaktır, inşallah.