Hilafetin Dini Diğeri

Ali Bulaç

Hilafet, siyasi tarih açısından sadece Müslümanların geliştirdiği özgün bir modeldir. Hz. Peygamber(s.a.)’in irtihalinden (Miladi 632) sonra, ilk nesil Müslümanlar yani sahabenin seçkin grubu, muasırlarıyla mukayese edildiğinde son derece orijinal, İslami mesajın ruhuna uygun bir model geliştirdiler ki, çevre havzalarda (Bizans, İran, Mısır, Habeşistan vd.) krallıklar, monarşiler hüküm sürüyordu. 

İlk nesil sahabenin önünde Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamber’in tatbikatı (Sünnet) dışında kadim Arap geleneğinin kabile modeli vardı, bunu da olduğu gibi tekrar etmeyi uygun görmediler. Kabile reisi kabileden biriydi, aşkın-kutsal bir vasfı yoktu, “eşitler içinde birinci”ydi. Seçimle iş başına gelen ve yönetilenlerden biat alan bir yönetici fikri ilk defa Müslümanların bulduğu ve geliştirdiği bir modeldir. Bu modelde hem seçim, hem yönetilenler ile yönetenler arasında sözleşme var, hem de her iki tarafın hukukun üstünlüğüne (Münzel Şeriat) riayet etme mecburiyetleri ve taahhütleri söz konusu. 

Hz. Peygamber’in açık talimatları, yöneticilerin üstünde bir hukuk olduğu fikrini telkin ediyor, yönetimde hukuka riayeti zorunlu kılıyordu. İslam bu hukuk bilincine kuvvetli vurgu yaparken, 17 ve 18. Yüzyıllarda 72 sene (1638-1715) hüküm süren Fransa Kralı XIV. Louis “devlet benim, kanun benim” diyebiliyordu.

İç acıtıcı olaylara, iktidar mücadelelerine rağmen II. Dönem Asr-ı Saadet’te (M. 632-661) hilafet özgün bir siyasi modeldi; sahabe içtihadının buluşuydu; dışarıdan, geçmişten veya çevre havzalardan iktibas edilmiş değildi. Esasında 120 sene süren iç savaşlardan yorgun düşen Yesripliler, sonunda çözüm olarak Sasani veya Bizans usulü  monarşik yönetim biçimini ithal etmeyi, başlarına Abdullah bin Ubeyy’i başlarına geçirmek üzere kraliyet tacı bile sipariş vermişlerdi. Hicretle Hz. Peygamber, Yesrib’i Medine’ye dönüştürürken, krallık veya monarşiyi de çöpe atıyordu.

Bundan önceki yazıda Şeyh Ali Abdurrazık ile Seyyid Bey’in hilafetin “dini değeri” konusunda öne sürdükleri tezlerin kelam ve fıkıh açısından meşru bir zemine dayanmadığına işaret etmiştim. Her ikisi de maddi bilgi düzeyinde bu kurumu asli huviyetine irca edebilecek formasyona sahiptiler fakat zamanın onların zihnine empoze ettiği hakim-hegomonik düşünce sahte gerekçelere istinat ederek hilafetin ömrünü tamamladığını, zaten tarihte de layıkıyla ve ilk dönemdeki gibi uygulanmadığını öne sürerek ölümüne cevaz verdiler. Bu, hilafetin baş düşmanı kesilen İngilizleri fazlasıyla memnun etmişti, içerdeki hilafet düşmanlarına da gökte arayıp bulamadıkları şeyi yerde bulmalarına fırsat veriyordu. 

Kuşkusuz o zamanlar Ali Abdurrazık ve Seyyid Bey ayarında İslam alimleri vardı, bunların hiçbiri bu iki zatın yaptıklarına tevessül etmediler, Türkiye veya İslam aleminde ise Kemalistler veya laik zümreler içinde hilafeti İslami zeminde gereksiz, ömrünü tamamlamış kötü bir miras olarak temellendirecek yüksek formasyon sahibi kimseler yoktu, onlar için bir eylemin meşru bir zemine, ikna edici gerekçelere, tatminkar delillere dayanması gerekmezdi, kafalarında kurduklarını ellerine geçirdikleri askeri ve resmi gücü kullanarak bir an önce ve emrivakiler yaparak tatbik etmek istiyorlardı. Ali Abdurrazık ve Seyyid Bey, onlara altın tepsi içinde bu fırsatı sundular. 

Bundan şimdilik şu sonucu çıkarabiliriz: İslami ilimlere, İslam tarihine vukufiyet doğru kararlar, güçlü ve yol gösterici düşünceler için yetmez, bilginin gerisinde doğru bilinç ve bilgelik (hikmet) olması gerekir ki, bu her iki zatta da bilinç ve hikmet mevcut değildi. Sonraları Seyyid Bey pişman olacaktı ama iş işten geçecekti.

Halbuki zamanla hilafetin saltanata dönüşmesi ve kendilerine halife sıfatı veren yöneticilerin hilafetin en temel şartı olan ‘seçim’ prensibine riayet etmemesi ile biatı kılıç zoruyla alması kamu hukuku açısından sadece bir ihlaldir. İyi bir hukuki ilke ihlal edilebilir ama ölüp yok olmaz. Bu açıdan saltanata dönüşmüş tarihi hilafet uygulamasının İslam’ın ruhuna ve başlangıçta ilk Müslüman nesillerin geliştirdiği modele uygun olmadığı açık ise de onu var eden ilkeler ve ilk döneme damgasını vuran tarihi tatbikatı yerinde duruyor.

Bu anlamda tarihsel modeli tekrar etmenin, geri getirmenin mümkün olmadığı hilafetin kendisi değil, formu olabilir ancak, saltanat ise, tarihte rıza veya cebren kabul görmüş olsa bile, bugün zaten hiç kimse tarafından savunulmuyor; saltanat İslam’ın talebi de olamaz. Modern zamanlarda tarihi hilafetin bir model olamayacağı neredeyse icmaen karara bağlanmıştır. Ama bütün dünya Müslümanları için birleştirici bir ”üst-kimlik”, Müslümanların vahdetini temsil eden saygın bir makam olma potansiyelini hala muhafaza etmektedir.

Şu hususu gözden kaçırmamak lazım: Geçici ve gerçekte pratik bir değeri olmayan milliyetçiliklere, milli/ulus devlet retoriklerine rağmen, alttan alta ve hayatın hakiki pratiklerinde dünyada sürmekte olan bir trend söz konusudur; kitlelerin asabiyetlerini kabartan ulus devletin yöneticileri askeri, mali, ekonomik, iletişim, ulaşım, güvenlik ve daha bir çok alanda “ulus-dışı” kurum ve kuruluşlara, içinde zorunlu olarak yer aldıkları bölgesel entegrasyonlara, ulusal merkezi politikalara direnen yerel bölgelere egemenliklerinin bir kısmını devretmek zorundadırlar, fiiliyatta devrediyorlar da. Küreselleşme ve buna bağlı ortaya çıkan bölgesel entegrasyon çabaları, belki zaman içinde Müslümanların tamamını zillet içine düşüren kaos ve krizler içinde debelenmekte olan İslam dünyasını böyle bir yönelişe sürükleyebilir, görünürde başka bir seçenek de bulunmamaktadır. 

Ezher Şeyhi Ali Abdurrezzak ve Seyyid Bey’in hilafete ilişkin öne sürdükleri tezin ana zaafı, Müslümanların tarihte hiç referans vermedikleri iki gerçeklik (çifte hakikat) argümanını kullanmaları olmuştu. Sözüm ona İslami ilimlerde tam vukufiyete sahip bu iki zata göre hilafet veya yönetim, “dini bir mesele olmayıp dünyevidir.” Din-dünya veya dini-dünyevi ayrımının İslam bakış açısından bir değeri yoktur; ana kaynaklarda eğer bir arada iki kavram zikredilecekse, bu din-dünya değil, dünya-ahiret olur. Ahiret ise dünyanın karşı kutbunda yer almaz, dünyada kendisine doğru ve kendisi için yapılan pratik, bir tür yatırımdır (Buhari, Rikak, 4), buna “dünya ahiretin tarlasıdır” denmiş olması İslam’ın dünya, siyaset, iktidar vb. olay ve olguların ortak hakikatine uygun düşer. İnsan dünyada ne ekerse ahirette onu biçecektir.

Ali Abdurrazek ve Seyyid Bey’in literatürümüze ve geleneğimize tamamen yabancı böylesine Kartezyen ve Hıristiyani bir hataya düşmelerinin biri tarihsel, diğeri modern iki sebebi vardı. Tarihte Haricilerin akaid ile fıkhi konuları aynileştirilmesinin etkisinde kalmaları ilk ve tarihi sebepti. Hariciler, ilk dönemde yaşanan siyasi olayları yorumlarken iman ile ameli bir saydılar; büyük günah işleyenin imansız ölüp dinden çıktığını ve ebediyen cehennemde yaşayacağını öne sürdüler. Buna akılcılığı ile öne çıkan Mutezile kelamcıları eşlik etti, Mutezile büyük günah işleyeni “fasık” olarak nitelendirdi ama hüküm cümleleri Haricilerle aynı kapıya çıkıyordu. Şiiler de yönetim işini, siyaseti dinin usulünden saydılar böylece Haricilere, Mutezileye ve Şiilere göre siyaset ve yönetim bir fıkıh konusu olmaktan çok bir akaid meselesi haline getirildi, böyle olunca yanlış tercihte bulunan veya hatalı adım atan kişi veya grup dinin dışına çıkıp küfre sapmış oluyordu. Günümüzde Müslüman dünyanın en büyük musibetlerinden biri olan tekfircilik bu mirasın devamıdır.

Hilafete karşı sözüm ona İslami deliller getiren Ali Abdurrazık ve Seyyid Bey’in, altında kaldıkları ikinci etki alanı tamamen Avrupa’ya özgü ve Batı Hıristiyanlığının dini ve siyasi tarihinde süren mücadelelerin ürünü modern ulus devlet modeliydi. Her iki zat bilinçaltında Aydınlanmacı’ydı, tarihsel hilafeti ilk sahih kaynağına irca edecek ilmi ve entelektüel performans göstereceklerine, ucuz yoldan modern ulus devletin önündeki zihinsel ve fıkhi engelleri ortadan kaldırmayı tercih ettiler. Oysa sahih hüviyetiyle modern ulus devlet arasında kayda değer farklar vardı. Bu iki modelin uzlaşmaz olduklarını 1995’te genişçe ele almıştım. (Bkz. Ali Bulaç, Modern ulus devlet, 5. Bsm. 2024.)