Hilafetin İlgası Meselesi

Ali Bulaç

Gayr-ı sahih tarihsel hilafet 3 Mart 1924’te çıkarılan bir kanunla ilga edildi. “İlga-mülga” ne demek hala muamma kavramlar olarak duruyor. İlga edilen (veya lağvedilen) hilafet gayr-ı sahihti ve tarihseldi. Sahih hilafet Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’nin hilafetleriydi. Hz. Osman’ın ikinci 6 yılda eleştiriye açık tatbikatları, hilafetin kendisine değil, tatbikatına halel getirir. 

Tarihte Dört Halife’den başka Emevi Halifesi Ömer bin Abdülaziz de (öl. 101/720) sahih hilafet sahibi “ulu’l emr” vasfına hak kazanır. Ona sahih hilafete hak kazandıran şey, başa geliş şekli değil, sahih tatbikatıdır. İddialara göre, kendisine Beni Ümeyye adına hilafete geçmesi teklifi yapılan Ömer bin Abdülaziz, kendisinden sonraki halifenin seçimle, baskının söz konusu olmadığı biatla başa getirilmesi ilkesinin benimsenmesi durumunda bu teklifi kabul ettiği söylenir. Nitekim bilgisi dışında hilafete getirildiği, başlangıçta bunu istemediği doğru tarihi bilgidir. Ömer bin Abdulaziz, hilafet açısından asla dönüş, saltanat açısından kısacık fetret dönemidir. Ondan sonra 20. Yüzyılın ilk çeyreğine kadar kesintisiz saltanat dönemi başladı.

1 Kasım 1922’de Türkiye Büyük Millet Meclisi, kabul ettiği 308 numaralı karar ile “Meclis’in hakimiyetin ve hükümranlığın hakiki mümessili olduğunu” ilan edip saltanatı kaldırmıştı. 

Miladi 661’den sonra Muaviye ile birlikte sahih hilafet dönemi sona ermiş, başa gelenler kendilerine “halife” ünvanı verseler de aslında “sultan” idiler, yönetimleri de hilafet değil, saltanattı. TBMM’nin 3 Mart’tan önce saltanatı kaldırması tam isabetti, yerinde ve hayırlı bir adımdı, bu kararla saltanatla kirlenen İslami bir kurum, kirinden arındırılmış oluyordu. Fakat aynı Meclis’in 3 Mart 1924’te hilafeti de kaldırması tartışmalıydı; o gün de, bugün de bir emr-i vaki ile alınan karar tartışmalıdır.

3 Mart günkü Meclis oturumunda Urfa Milletvekili Şeyh Saffet Efendi ile 53 arkadaşı Meclis’e “Halifeliğin Kaldırılması ve Osmanlı Soyundan Olanların Türkiye Dışına Çıkarılması” hakkında bir kanun teklifi verdiler. Teklifi yapanlara göre, hilafete gerek yoktu, çünkü esasında hilafet hükümet ise, zaten teşekkül etmiş bir hükümet vardır, ayrıca halifeye veya hilafete lüzum bulunmuyordu. Bu tutarlı bir argüman değildi, “çağdaş” kabul edilen bir çok ülkede monarşiler devam ediyor, demokratik yönetim de varlığını koruyordu. Bugün de öyledir; İngiltere, Hollanda, Danimarka vs. İngiltere üstelik dini (Anglikan Kilisesi) himayesi altına almıştır yani laik bile değildir.

Hilafete karşı olanlara göre, hilafet yeni Türkiye’nin bekasını tehdit ediyordu. Bu önemliydi zira bu tehdit içeriden yani halktan veya İslam aleminden değil, herkesin kolayca tahmin edebileceği üzere Avrupa’dan, özellikle İngiltere’den geliyordu. Dünyada hilafetin ilgasını en çok isteyen, yeni hükümete olmadık baskılar yapan İngilizlerdi.

Halifeliğin kaldırılmasına yalnızca Kastamonu Mebusu Miralay Halit Bey ile Gümüşhane Mebusu Zeki Bey karşı çıkmışlardır. Yapılan oylamada oturuma katılan 158 üyenin 157’sinin oyuyla hilafetin kaldırılması kabul edildi. Zeki Bey ret oyu vermişti.

Söz konusu oylama ile ilgili bir tartışma var, söz gelimi Yaşar Gören’e göre alınan karar hukuki değildir, karar o dönemdeki yasal prosedüre aykırı alınmıştır. Gören, karar meclisin tam sayısının nisabı tutturmadığı bir ortamda alınmıştır, bu yüzden kararın hukukiliği tartışmalıdır. TBMM’de tayinle toplanan vekillerin sahiden mahallinde seçilip seçilmedikleri söylenemezdi, mesela 1923-1927 yılları arasında Yakup Kadri Osamnoğlu, Mardin Milletvekili olarak Meclis’te görev yapmıştı (ya da atanmıştı); Yakup Kadri’nin Mardin’le uzaktan yakından ilgisi yoktu.

Farz edelim ki, karar prosedüre uygun alınmıştır yani usul açısından bir sorun bulunmamaktadır. Peki esas açısından hukuki bir karar mıdır? Bundan kastım hilafetin siyasi ve idari bir kurum olarak sadece Türkiye’yi ilgilendiren bir konu olmayıp dünyadaki Müslümanların tümünü ilgilendiren bir konu olmasıdır. Hilafet Osmanlı’ya rıza yani icap ve kabulle geçmiş değildi, Mısır’dan İstanbul’a gelişini sağlayan galebe (kılıç hakkı) idi. Yavuz 1517 yılında Kahire’ye girmiş, halifeliği İstanbul’a getirmiştir. Yavuz ve Osmanlı padişahları için –ki kendilerine halife değil padişah veya sultan derlerdi, bu Emeviler ve Abbasiler için de öyleydi- halifelik çok önemli olmamıştır, ta 1774 yılına kadar. Bu tarihte Küçük Kaynarca Antlaşmasıyla Osmanlı Kırım’ı kaybetmiş, Ruslar imparatorluk dahilindeki Gayrimüslimlerin himayesi yönünde bir takım taleplerde bulununca, Osmanlılar da hilafete sahip olmaları hasebiyle Müslümanların hamisi oldukları politikasını takip etmeye başlamışlardır. 

Bunun tabii ki, Osmanlı dışındaki Müslüman halklar üzerinde muazzam bir etkisi olmuş, Afrika’dan Endonezya’ya kadar Batı sömürgeciliği altında çaresiz olan Müslüman topluluklar gözünü Osmanlı’ya ve Osmanlı halifesi unvanını kullanmaya başlayan Osmanlı padişahına veya sultanına çevirmişlerdir. Hilafet makamını en etkili kullanan padişah şüphesiz II. Abdulhamit olmuştur.

Hilafetin yeniden canlanmasının en büyük etkiyi Hint Müslümanları üzerinde yapmasının anlaşılır sebepleri var. 1859’da Babür devletini yıkıp Hindistan’a yerleşen İngilizler, Müslümanlar ile Hindular arasındaki tarihi mesafeyi, statü ve idare farkını ortadan kaldırmaya başlayınca Müslümanlar bunu kabullenmek istemediler, belki de eski yönetici imtiyazlı konumlarını elde etmek üzere gözlerini hilafetin merkezi İstanbul’a diktiler, Osmanlı 1918’de sona erince, bu sefer umutlarını Mustafa Kemal’e bağladılar, tenekeler dolusu altınları Kafkasya üzerinden Kuvay-ı Milliye güçlerine gönderdiler, eğer Türkiye’de halife ve İslam adına kurtuluş savaşı başlatan Mustafa Kemal ve arkadaşları mücadeleyi kazanacak olursa, halifenin onların yardımına koşacağını, İslam aleminin yeniden bir bütün halde toparlanacağını umuyorlardı. Yazık ki umutları boşa çıktı.

Hilafete karşı bir akımın başlayıp sonuçta başarılı olmasının sebebi belliydi. Şöyle ki: 

1. Büyük bir askeri güce sahip olan İngilizler hilafetin bütün sömürgelerde başlarına büyük dertler açtığını görüyorlardı 

2. Hilafeti restore ederek ayakta tutması halinde, Osmanlı’nın yerini alsa bile –milli liderlik ve milli çıkar ötesinde ümmet politikasına dönülmesi halinde- Türkiye, İngilizlere ve Avrupa’ya küresel rakip olacaktı. Objektif şartlar açısından o günkü Türkiye, İslam aleminden gelen talepleri karşılayabilecek durumda değildi, savaştan yeni çıkmıştı, beşeri zayiat yüksekti, ekonomik bakımdan zayıftı. Buna rağmen restore edilmiş bir hilafet, manevi ve politik motivasyon merkez rolünü oynar, İslam dünyasında sömürgeciliğe karşı mücadelenin meşruiyet referansı olabilirdi.

3. Mustafa Kemal ve arkadaşları Milli Mücadeleyi halife ve hilafet adına başlatıp yürüttükleri halde –ki sırf bu amaçla Libya’dan Senusi şeyhi Anadolu’ya gelip halkı Mustafa Kemal’in yanında yer almaya çağırıyordu- Mustafa Kemal’in zihninde hilafet diye bir ideal yoktu 

4. Mustafa Kemal, Osmanlı hanedanına mensup olmadığından hiçbir zaman halife adayı olamayacağını biliyordu, oysa o yönetimi kimseyle paylaşmaya niyetli değildi 

5. Cumhuriyetçiler, ajandalarında gizli tuttukları inkılapları hilafetin varlığı durumunda gerçekleştiremezlerdi, bunlara İslami gerekçe bulamazlardı.

Hilafeti kaldıran kanun maddesinde yer alan “ilga-mülga” terimlerinin müphem-muğlak olduğuna işaret etmiştik. Bunlar ne anlama gelir, pratikte fonksiyonel değeri nedir? Şu sualleri sorabiliriz:

a. Hilafetin mülga olması askıda olması demek midir? Öyle ise eğer gerektiğinde yürürlüğe girmesi kastolunmuştur.

b. Türkiye’nin hayati milli çıkarı söz konusu olduğunda, hilafeti devreye sokmayı sağlayan bir tedbir midir? 

c. Başka coğrafi bölgelerde, ikame edilmesi durumunda buna mani olmayı sağlamaya mı matuftur?

Herhal-ü kârda “tarihsel hilafet” kaldırıldı ama değer ve fonksiyonları itibariyle kendisinin tamamen tarihe gömüldüğünü söylemek mümkün mü? Konuyla ilgili son yazımızın konusu bu olsun.