Rahmetli Çömezoğlu Muzaffer, dilbaz bir adamdı. Trabzon’dan, bizim köyden kalkmışlar, Düzce’ye yerleşmişler. Babamla İmamlar’daki evlerine gittiğimizi hatırlıyorum.
Nereden açıldıysa bir deprem lafı açıldı. Henüz 17 Ağustos depremi falan yok ortada, çok eski, 70’ler.
Babam İsmail Cömert müftü ya, babamın tasdik edeceği bir laf söylemeye çalışıyor.
“Deprem nasıl oluyor biliyor musun hocam? Allah meleklere diyor; Adapazarı azdı, Adapazarı’nın fişini çek. Melekler çekiyor, Adapazarı zangır zangır sallanıyor. İstanbul mu azdı? Çek İstanbul’un fişini. Melekler fişi çekiyor, İstanbul sallanıyor.”
Toplum olarak yeterince yoldan saptığımız doğru olabilir.
Bunun depremle ilgisi var mı?
Mutlaka çok ciddi bazı şeylerle ilgisi vardır ama depremle zannetmiyorum.
Halkımız ya da halkımızın önemli bir kısmı depremle, afetlerle günahlar ve sevaplar arasında bir bağıntı kurmuş, öyle yaşıyor.
Bunun fazla bir zararı olmaz. Belki iyi bildiğin bir insanın depremde can verdiğini öğrenirsen biraz kafan karışır.
Düz bir adamın kafa karışıklığı nedir ki, sallarsın kafanı, geçer.
Tabii faydası da olmaz.
İnsanların Allah’ın varlığa uyguladığı kurallar veya kanunlar hakkında bilgisi arttıkça bu bağıntıya olan inanç eksiliyor.
Allah’ın varlığa uyguladığı kurallar ne?
Kütle çekimi mesela. Suyun kaldırma kuvveti. İnsanların, bitkilerin, hayvanların oksijensiz yaşayamaması, gecenin gündüzün birbirini takip etmesi ve daha birçok şey.
Kur’an-ı Kerim’de bunlara ‘Ayet’ tabir ediliyor ve öğrenmemiz, üzerinde düşünmemiz isteniyor.
Bizim, dinin mensubu gibi değil, tezgahtarı ya da taşeronu gibi davranmaya alışmış bazı mollalarımız herhalde bu emre uymamak için ilmi araştırmaları küçümsemekten tuhaf bir zevk alıyorlar.
Yer kabuğundaki muazzam büyüklükte kütlelerin hareketleri, birbirine yaklaşmaları, birbirinden uzaklaşmaları, kırılmaları, şehirleri sarsmaları, yeteri kadar sağlam yapılmamış binaları yıkmaları da sözünü ettiğimiz ‘ayet’lere dahil.
Yerin 5 bin, on bin metre aşağısını incelemek, aşağıdaki düzeni takip etmek yeryüzünde olan bitenleri takip etmek kadar kolay değil.
Bir taraftan jeologlar, bir taraftan sismologlar ne olup bittiğini anlamak için yöntemler geliştiriyorlar. Yer kabuğunun hareketlerini, bu hareketlerin tarihini, bu hareketlerle ilgili istatistikleri tespit etmeye, fayların alışkanlıklarını anlamaya çalışıyorlar.
Tabii söyledikleri, bizim mahalle aralarında, ev ve kahve sohbetlerinde konuştuklarımızdan çok daha değerli.
Bazı gazetecilerin, siyasetçilerin televizyonlarda, gazete köşelerinde hariçten gazel okumalarından da daha değerli.
Buna rağmen söyleyebilecekleri şeyler sınırlı.
Evvela kâhin değiller, olabilecek bir depremin yılını, gününü, saatini bilemeyecekleri kesin.
Büyüklüğü hakkında tahminde bulunabilirler ama tahmin seviyesini aşamazlar.
Evimizin yıkılıp yıkılmayacağını söyleyebilirler mi?
Eğer evimizi onlara inceletirsek, zeminine, temeline, taşıyıcı kolonlarına baktırırsak aşağı yukarı söyleyebilirler.
Şunu da söyleyebilirler.
Geçmişte, bu fay hattında şiddetli depremler olmuş.
7 şiddetinde, 7,4 şiddetinde...
Fatih Camii yıkılmış. Başka bazı büyük binalar da yıkılmış.
Böyle yıkımlar yüzünden koskoca İstanbul taş yapıdan ahşaba dönmüş. Ahşaba dönünce bu defa yangınlarla şehrin başı belaya girmiş.
Yine aynı şiddette depremler olabilir. Yine binalar yıkılabilir.
O yüzden, evlerinizin şiddetli bir depremde yıkılıp yıkılmayacağını tespit ettirin.
Biz rahatımıza düşkün insanlarız.
Keyfimize göre fetva veren hocayı bulana kadar uğraştığımız gibi, keyfimize göre fetva veren jeoloji profesörünü bulmak istiyoruz.
Bulunca rahat ediyoruz.
‘6,2 büyüklüğünde bir deprem oldu, fayımız kırıldı, İstanbul sırasını savdı’ desin, mutlu olayım.
Bana iş düşmesin. Oturduğum yerden kımıldamayayım.
Evimin bulunduğu zemine baktırmayayım.
Bu memlekette, yolsuzluğa, üçkağıtçılığa, rüşvete, torpile, adam kayırmaya bile fetva bulunabiliyor.
Senin paşa gönlüne göre fetva verecek jeolog haydi haydi bulunur.
Bulundu zaten.