Ildefanco Falcones’in “Toprağın Anası” isimli romanından bir alıntı:
“Şartrö Tarikatı Escaladei Manastırı yaklaşık otuz keşişten oluşuyordu; bunların her biri küçük inziva yerlerinde, ayrı hücrelerde yalnızlığını Tanrı’yla paylaşarak, mutlak sessizliğe itaat ederek kendilerini duaya, meditasyona ve çalışmaya adıyorlardı. Vücutlarını tövbekârlıkla, kanlı terbiyelerle ve su ve ekmek orucuyla cezalandırıyorlardı. Ayrıca sessizlik içinde her gün koroya ve çeşitli görevlere katılıyorlardı ama pazar günleri toplulukla yemek yiyor ve bir süre sohbet etmek için kendilerine izin veriyorlardı.
Hugo, onları sessiz, derin düşünceye adanmış vücutlarındaki canlılığı sürdürmek için haftada birkaç defa kendi arazilerinde çıktıkları gezinti esnasında, iki veya üç kişilik gruplar halinde gördü. Bu rahibelerle beraber manastır hayatı dışında başka bir grup daha yaşıyordu, aynı sayıda ama rahip olmayan laik kardeşler manastırın ayakta durabilmesi için yapılması gereken diğer işlere kendilerini adıyorlardı; bostanlar, üzüm bağları, değirmenler ve sayıları çok olan münzevilere ait diğer mülklerdeki işlere.
Hugo gelişinin ertesi günü sabah saat dörtte, sakinliklerini bozmamak için manastırdan yeteri kadar uzaklıktaki bir çiftlik evinde hayvanlarla uyuduktan sonra laik kardeşlerle ve sonunda beraber çalışacağı manastırdaki meşguliyetlerine sorgusuz sualsiz hayatlarını veren gönüllülerle beraber ayine koştu…
Üzümlerin ekili olduğu yere doğru sekiz gönüllüyle beraber yola çıktı, keşişlerin kontrolünden uzak, konuşmaya, hatta şakalaşmaya cesaret ettiler; bostanları ve üzüm bağlarını o çilecilik ortamı sindiriyor olmasına rağmen gülmelerini bastırmak için çaba sarf ediyorlardı. Bir buğday tarlasında gönüllülerden biri onlardan ayrıldı. Yol boyunca geçtikleri arpaların, zeytinlerin, meyvelerin ve tarlaların olduğu düzlüklerde beş tanesi daha ayrıldı. Geriye kalan iki tanesiyle Hugo bir dağ yamacındaki teraslara tırmanmaya başladı. Mayıs ayı burası gibi soğuk toprakları otlardan temizlemek ve kazmak anlamına geliyordu. Üzüm bağlarına geldiklerinde yere basınca şaşırdı; zemin toprak gibi değildi. İnce bir arduvaz plakası gibiydi, farklı boyutlarda ayrılmış taş levhalar, bir sürü taş kırıntısı ve az, çok az toprak...
İçlerinden biri ona deri tulumundan şarap ikram etti. (...) Dağın yamacından aşağıya doğru inen teraslarda bulunan o üzüm bağında zevkle çalıştı Hugo. Olgunlaşmaya başlamış filizleri budadı yabani otları temizledi. Ona yiyecek ve içecek verdiler ve güneş tepeden aydınlattığında asmaların nasıl parladığını, bakır rengi arduvazın ışıklarının nasıl yansıdığını izledi. ‘Bu da bu zeminlerin başka bir güzelliği,’ diye yorumladı bir gönüllü. ‘Güneşin bir kısmını yansıtıyorlar çünkü llicorella ışınları emiyor ve bu dağlarda geceler soğuk olur ama üzüm bağları taşların gün boyu biriktirdiği sıcaklığı alıyorlar.’
Gün batınca Escaladei’ye geri döndüler. Tıpkı giderken olduğu gibi onlara diğer gönüllüler de katıldı, laik kardeşler sadece varlıklarıyla bile onların sohbetini engellediler, hepsi Şartrö Tarikatı’nın görevlilerinin arzu ettiği kadar sessiz bir şekilde yürüyordu…”
Bu alıntıyı “kitap kurdu” dostum sevgili Murat Kar gönderdi… Bu ara Avrupa tarihi üzerine okumalar yapıyor. Romandaki alıntı da gösteriyor ki, Hıristiyan Avrupa tarihinde “manastır hayatı dışında başka bir grup daha yaşıyordu, aynı sayıda ama rahip olmayan laik kardeşler”. Bunlar “manastırın ayakta durabilmesi için yapılması gereken diğer işlere kendilerini adıyorlardı”.
Ansiklopedilere baktığımızda, etimolojisi itibariyle ‘ruhban sınıfına mensup olmayan’ anlamında Yunanca “laikos” kelimesinden türetilen “laik” kelimesi, Batı dillerine “laïque” şeklinde geçmiş ve kelime buradan Türkçeye girmiştir. Peki, bizdeki “laik kardeşler” manastırın ve kilisenin ayakta durabilmesi için kendilerini adayan Avrupa’dakilerin aksine kendilerini neden cami ve din karşıtlığına adadılar? Zira onlar 1870’lerden itibaren Fransa’da kullanılmaya başlanan ve çarpıtılan ‘din karşıtı’ laikliği benimsemişlerdi. Ama bu durum arızi idi ve özde “laik” kavramının doğasına aykırı idi. Zira orijinal laikler yani ruhban sınıfına dahil olmayanlar da en az rahipler kadar dine saygılı ve kendilerini dine ve kiliseye, manastıra hizmet etmeye adamış insanlardı…
İmdi, bizdeki rakı-şarap sever “laik kardeşler”in de camiye veya cami merkezli dini hayata destek olmaları mümkün mü? Örnek aldıkları Avrupa’nın kadim sosyolojik doğası bunu öngörüyor.