Yaygın siyaset kültürümüz açısından sivilliğin iki anlamı var: Biri askeri olmayan, diğeri resmi kurumsal olmayan. Askeri olmayan sivillik, resmi olmayandan daha yaygın algıya sahip. Mesela kamusal olmayan her şey sivildir, bu anlamda devletin resmi kurumlarından biri Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yürüttüğü dini faaliyetlerin tümü resmi olup sivil değildir; yerel yönetim birimleri olarak belediyeler de kamusal kuruluşlar sayıldığından resmi sayılırlar.
Diyanet örneği, İslamiyet’in tabiatından kaynaklanan hasletler dolayısıyla hiçbir zaman resmi veya kurumsal ilişki ve tezahürlerinin olmayacağı anlamına gelmez, öyle olsaydı tabiatında iki zıt cevherden bahsedilirdi ki, “özel hayat- kamusal hayat” ikiliği Batıdan gelen çifte hakikat anlayışının ürünüdür, İslamiyet’e de yabancıdır. Nitekim Hz. Peygamber ve dört halifenin tatbikatı dinin resmi biçiminin olabileceği, basit de olsa zekat-öşür ve ganimetlerin toplandığı Beytü’l mal’ın kurum olduğu açıktır. Burada kast ettiğimiz, resmi ideolojisi ve kurgusal yapısı “laiklik” olduğu beyan edilen devlet aygıtının dini faaliyetleri resmi denetimi altına alması ve “Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB)” adı altında resmi bir kurum ihdas etmesidir ki, bu model dolayısıyla resmi ve kurumsal dini faaliyetler sivil karakterde değildir.
Siyaset bilimi açısından bir faaliyetin veya kuruluşun “sivil sayılabilmesi için üç özelliğe sahip olması beklenir: Hükümet dışı, gönüllü ve özerk oluşu. Bu üç özelliğe sahip kuruluşlar “Sivil toplum kuruluşu (STK)” sıfatını almaya hak kazanır, modern Arapça’da sivilliğe “el-Muctemeu’l medeni” denir. Terkibin medine/şehir ve medeniyetle ilişkilendirilmesi önemlidir.
Liberal bakış açısından anayasa metinlerine baktığımızda bir metnin sivil anayasa sayılabilmesi için de üç ana haslete sahip olması gerekir:
Biri, anayasanın yurttaşlar tarafından hazırlanmış olması; ikincisi, medenîler tarafından hazırlanmış olması; üçüncüsü de maddeleri itibariyle rejimi sivilleştiren bir karakter taşıyor olmasıdır. Liberal literatürde “yurttaş/vatandaş” ulus devletle bağlantılı teritoryal bir kavram olsa da, neticede kastedilen hazırlayıcının “resmi/kurumsal” bir sıfatının olmaması açısından önemlidir. “Medeni” vasıftan kastedilen “şehir” ise, bu durumda köylerde veya kırsal kesimlerde yaşayanların anayasa hazırlığında sözlerinin olmaması gerekir ki, bu ilk madde ile yani “yurttaş”la çelişir, çünkü köylüler de ulus devletin yurttaşlarıdır ve köyde yaşıyor olmaları dolayısıyla anayasa hazırlığından mahrum bırakılmaları adil değildir, akli de değildir.
Şüphesiz bir metin tek başına rejimi sivilleştiremez. Bu apaçıktır. Anayasalarda temel sorun anayasayı hazırlama süreci, ikincisi anayasanın ruhu olan referans çerçevesi, üçüncüsü de ihtiva ettiği maddelerdir. Dolayısıyla sadece askerlerin hazırlamamış olması bir metni “sivil anayasa” yapmaz, belki bir siyasi partinin hazırladığı veya bilim adamlarına hazırlattığı anayasa yapar. Zira böyle bir anayasada arka planda baskı faktörü olarak rol oynayan bir takım odaklar (baskı ve çıkar grupları) bulunmaktadır.
Türkiye veya başka bir yerde “modern bir anayasa hazırlama” kaygısından yola çıkıldığında, Batı’da anayasaları ortaya çıkaran tarihsel faktörler bu ülkenin tarihinde de varmış gibi farz ediliyor, metin bu anlayış ile kaleme alınıyor. Oysa iki beşeri havza arasında göz ardı edilmemesi gereken önemli farklar bulunmaktadır.
İlk hatırlanmasında zaruret olan farklardan biri, Batıda anayasa bireyi temel almaktadır. Bireyin şu veya bu çerçevede tanımlanarak temel hak ve özgürlüklerinin metinde te’yid edilmiş olması önemlidir lakin bu birey ile devlet arasında koruyucu mekanizmalar, ara katmanlar kolektif haklara sahip birimler olarak ele alınmadıklarında, bireyin devlet karşısında pazarlık veya direnme gücü olmadığından, her çıkar çatışmasında kazançlı çıkan devlet olur.
İnsan teki bireyin kendi başına devasa aygıt olan devlet karşısında nasıl gücü olabilir ki! Bireylerin bir araya gelip oluşturdukları birlikler söz konusu olduğunda, liberal bakış kolektif haklar tanımadığından ancak STK olarak bir takım talep ve tepkilere izin verir ki, geleneksel toplumlarda bir araya gelen bireylerin oluşturduğu birlikler ya kan ve akraba bağına dayalı mahiyet iradesini teşkil eder veya dini-mezhebi, tasavvufi cemaat ve tarikatlardır. Yeni paradigma bunları hak sahibi birlikler görmez, radikal laikler meşru bile saymaz.
Önceki yazıda da değindiğimiz üzere, haklar ve vecibeler sayıldığında anayasa, arka planda temel aldığı bireyi Hristiyanî bakış açısıyla suçlu olarak görür. Hâlbuki Türkiye’de yaşayan bir Müslüman –ateist veya deist olsa bile, kültürel olarak- ne Hıristiyan inancıyla doğuştan günahkârdır, ne de bireydir.
Bunlar kadar önemli olanı, Batıda anayasaların 19. Yüzyılda uzun yıllar süren sınıf savaşlarının sonucu, uzlaşma metni olarak ortaya çıkmış olmalarıdır. Bu hazırlanan metinlerin arkasında kilise-devlet veya işçi sınıfı-burjuva sınıfları arasındaki tarihi mücadeleler yatmaktadır. Bizim tarihimizde Batıdakine benzer sınıf savaşları yaşanmamıştır. Batıda sınıflar sosyo eonomik iken, bizde sosyo kültürel olup kimlik esaslıdır, bu yüzden siyasi faaliyetin ruhu sınıflar arası savaş veya uzlaşma değil, değerdir. Siyasette en yüksek değer adalet ve hakkaniyettir, bu da İslamiyet’ten neş’et eder.
Liberalizmin, komünizm ve faşizme karşı kazandığı zaferlerin de anayasaların hazırlanmasında elde ettiği etkiyi unutmamak lazım. Liberal bir paradigmadan hareketle hazırlandığı için, anayasanın temel unsuru olan liberal felsefeye itiraz ettiğiniz vakit hazırlayanlar tarafından ya faşizmi ya da komünizmi istemekle ile suçlanmanız mümkündür, tabii ki hazırlayanların sosyalist veya faşist olmaları durumunda liberallerin de ağır cümlelerle suçlanmaları işten değildir. Hâlbuki bizim tarihimizde faşizm ve komünizm olmadığı gibi, faşizme ve komünizme zafer kazanmış liberal bir hareket de yoktur. Faşizm de, komünizm de, liberalizm de Avrupa’dan fikir olarak, siyaset biçimleri olarak iktibas edilmiştir.
Elbette II. Dünya savaşından sonraki gelişmeler modern anayasaların ortaya çıkışında önemli roller oynamıştır. Söz konusu gelişmelerin başında savaşın galiplerinin mağluplara, mesela Almanya ve İtalya’ya, uzak doğuda Japonlara metin hazırlayıp anayasa olarak empoze etmeleridir, 2003’ten sonra aynı galipler Amerika ve İngiltere, Irak’a da anayasa metni hazırlayıp yürürlüğe koymuşlardır. Aslında şekil ve mantık açısından İslam hukukunda, savaş seçeneğinde karar kılan bir topluluğun mağlup olması durumunda “zımmi statüsü”nde ele alınması tam da galip Amerika’nın zikri geçen ülkelere anayasa metni empoze etmesiyle aynı şeydir.
Bütün bu saydıklarımız birer illet olduğundan, bu illetlerle malul metinler “iyi anayasa” sıfatını kazanmaya hak kazanmazlar.