“Mahalle Baskısı”

Ali Bulaç

Mahalleden olmak her yanlışa, her haksızlığa katlanmak, her şeyi sineye çekmek, ağzı var dili yok her şeye göz yummak demek. Bugün de öyle değil mi? Mahallenin çocuğu olarak ne kadar uysal olursanız olun aktif bir propagandist olarak ön saflarda yer almadıkça yine de harekete bağlılığınızı ispat etmiş olamazsınız. Mesleki formasyonunuz ne kadar iyi olursa olsun, siz her zaman bu mahallenin çocuğusunuz, evin danasısınız. Kutuplaşmanın rant getirdiği bir ülkede siz hep bu mahallede kalacaksınız ve size biçilmiş statünüze rıza göstereceksiniz. Şimdi bu şart ve kuralların geçerli olduğu bir mahallede nasıl özgür eleştiri yapacaksınız? Yürek ister, ciğer ister, başka şey ister.

Şerif Mardin, “mahalle baskısı”nı ilk defa 2007 yılında ortaya attı. Mardin bu kavramı ilk olarak “Religion, Society and Modernity in Turkey” adlı kitabı üzerine 2 Mayıs 2007 tarihinde Ruşen Çakır‘ın yaptığı röportajda kullanmıştı. Ben ise yedi sene önce Zaman’daki köşemde 6 ve 9 Mayıs 2000’de “Bizim mahallede eleştiri yürek ister” ve “Bizim mahallenin hikayesi” başlığı altında iki yazı yazmıştım. Bu kavram üzerinde çalışma yapan Adnan Çetin, “Bir Kavramın Kısa Tarihi: Mahalle Baskısı” (2010)  yazısında benden bahsetmedi. Tartışmaya katılan Emre Kongar, Ruşen Çakır, Necdet Subaşı da bu kavramın öncesine ait herhangi bir atıfta bulunmadı.

Belki akademik disiplin açısından atıf yapmaları icap ederdi, zira hem ben hem Mardin, mahalleyi belli, kendi içinde uzvileşmiş dar bir sosyolojinin baskısı anlamında kullanmıştık. Yine ben bu kavramla İslamcı muhafazakâr camiamızın, belirlenmiş çerçevenin dışına çıkarak camianın kendini bir muhasebeye tabi tutmasının lüzumuna işaret ediyordum, Mardin de, bizim camianın mahalle baskısından söz ediyordu. Şu halde mahallebaskı ve baskının İslami camia ile ilişkilendirilmesi bakımından benzer üç unsur söz konusuydu.

Mardin, mahalle ile sınırları ve alanı belli geleneğe bağlı yaşayan küçük bir nüfusun, benimsediği normlardan sapmalara karşı hoşgörülü olmadığını, sapma eğilimi gösteren bireylere karşı bir göz baskısı uyguladığını ifade ediyordu. Bu yeni veya ilk defa Türkiye’de ortaya çıkmış da değildi.

Mardin’e göre, mahalle baskısı AK Parti’den bağımsız bir olgudur. Birçok çevrenin desteğini alarak iktidara gelen AK Parti’nin istese de bu baskıyı aşması zordu. Muhafazakarlık giderek ülke içinde artış gösteriyor, modern(ist) çevreler endişeye kapılıyor; bunun kurala dayalı demokratik seçim söz konusu olsa bile orantısız şekilde devam etmesi halinde kötü sonuçların ortaya çıkması sürpriz olmayacaktı.

Peki, sosyolojinin imkanları kullanılarak yapılan bu analizden ve çıkmaları durumunda sürpriz olmayacak kötü sonuçlardan neyi anlamalıydık?

Laik Kemalist çevreler huylanmakta gecikmedi: Bilimsel kariyeri, objektif yaklaşımı ve tarafsızlığı müsellem Şerif Mardin, üstü kapalı da olsa bu yönde bir “tehdit”ten söz ediyorsa, geçiştirmemek, üzerinde düşünmek lazım. Tartışmanın alevlenmesinden sonra Derya Sazak, 8 Ekim 2007 tarihinde Milliyet gazetesindeki yazısında kavramın dört günde 31 gazetede toplam 630 habere konu olduğunu, 255 köşe yazarı tarafından 400 kez ele alındığını yazdı. Ruşen Çakır da tartışmaları derleyerek Türkiye Tartışıyor 1: Mahalle Baskısı adlı kitapta yayımladı. (Viki Pedi).

Benim bu konuyu gündeme getirmiş olmamın sebebi, mahalle kavramını sosyo-politik anlamda ilk defa kullanmış olmam değil. Tabii ki ilk defa ben kullanmıştım ve bu kavramla artık “Milli Görüş gömleğini çıkarıp iktidar için iktidar parolasıyla İslamcılıktan ayrılan ekip mahalleyi altüst etmişti. Adına ”yenilikçi” denen ekip şöyle düşünüyordu: “Erbakan’ın kafasıyla iktidar olunmaz, iktidar olunsa da iktidarda kalınmaz. İşte 28 Şubat bunun somut örneği.” Mahalle karışmıştı, durum da şuydu: Aile içinde baş gösteren huzursuzluk büyüdükçe, ne yeni mahalle değiştirmek çare idi ( Yenilikçilerin yeni adresi AK Parti), ne mevcut haliyle mahallede kalmak (Milli Görüş-SP) mümkündü?

Bu aslında İkinci Nesil İslamcıların geldikleri kavşak noktasında vermeleri gereken kritik bir karardı, mahallenin durumuna bu açıdan bakıyordum.

Bunu kısaca özetleyeyim:

Formun Altı

Mayıs-2000 ayının ikinci haftasında FP içinde dikkate değer bir “çekişme”nin yaşanacağı bir kongre olacaktı. FP’nin temsil ettiği 30 yıllık siyasi çizgide ilk defa bir kongreye iki adayla giriliyordu. Hareketin karizmatik lideri Erbakan siyasi yasaklıydı. Onunla bu işe başlayan yakın mücadele arkadaşları merkezi tutmuş, inisiyatifi ellerinden bırakmak istemiyorlardı. Adına “yenilikçi” denen hareket Abdullah Gül’le parti içinde serbest iradeye dayalı bir yarışın demokratik kanallarını açmaya çalışıyordu. Bu sanıldığı kadar kolay değildi, sahiden cesaret isteyen bir teşebbüstü.

O günlerde çok sayıda okuyucum benden bu önemli konuyla ilgili görüş beyan etmemi istiyordu. Ben bu hareketin 30 yıllık gözlemcisiydim. Tabanını ve tavanını yakından tanıyordum. Yurt içinde ve yurt dışında çok sayıda etkinliğine katıldım. Bu harekete gönül veren gençlerin önemli bir bölümü benim kitaplarımın okuyucusu. MNP ile FP arasında uzanan çizginin Türkiye’de çok önemli bir toplumsal tabana oturduğuna, siyasette dile getirdiği sorunların ve taleplerin somut bir karşılığı olduğuna inanıyordum.

Benden bu kavşak noktasında görüş beyan etmemi talep edenlere şunları yazmıştım: “Doğal olarak oluşmuş bir fikrim vardı. Ama sanıldığı kadar benim konumumdaki birinin görüş beyan etmesi kolay değildi. Camia dışından herhangi bir köşe yazarı ne kadar acımasız ve saldırgan bir üslupla olursa olsun bu hareketi eleştirdiğinde, ona dokunulmuyor, hatta bir nebze ‘lehte’ bir şey söylemişse o hemen minnetle öne çıkarılıyor, camiadan biri ne kadar iyi niyetli, yapıcı ve haklı bir eleştiri yaparsa yapsın, sert bir tepkiyle karşılanıyordu. Bugün de öyle değil mi? “Hareket içinde fitne ve fesat çıkarmak, düşmanların emellerine alet olmak” aldığınız tepkinin en hafifi oluyor. İşin ucunda hain olmak da var. Sebebi basit: “Sen bizim mahalledensin. Kol kırılır, yen içinde kalır.”

Mahalleden olmak her yanlışa, her haksızlığa katlanmak, her şeyi sineye çekmek, ağzı var dili yok her şeye göz yummak demek. Bugün de öyle değil mi?

Mahallenin çocuğu olarak ne kadar uysal olursanız olun aktif bir propagandist olarak ön saflarda yer almadıkça yine de harekete bağlılığınızı ispat etmiş olamazsınız. Bizim mahallenin kuralları çok sert. Meşruiyetlerini manevi ve otoriter kaynaklardan alıyorlar. Üstte her şeyi bizden daha iyi bilen büyükler, ağabeyler, üstatlar, liderler, reisler var. Onlar düşünür, planlar ve önünüze koyar. Sizden istenen biat etmek, itaat etmek ve hiç itirazsız cihat etmektir.

Biat, itaat ve cihat gibi temel kavramların tek bir amacı var; kurmaylara bağlılık. Bunu kabullenirseniz size kapılar açılır, abad olursunuz.

Mahallemizdeki sert ve hakkaniyetsiz kurallar ne İslamidir, ne insanidir. Bu kuralların ruhu sadece siyasette değil, başka alanlarda da geçerli. Kültürde, eğitimde, ticarette, iş hayatında vs. Gönül verdiğiniz, güçlenmesini can-ü gönülden arzu ettiğiniz bir firmada çalışıyorsunuz. Sizinle –genellikle sözlü- akit yapılmış. Ancak bu akitlerin hiçbirine riayet edilmiyor. Elinizde yazılı bir sözleşme olsa dahi bununla mahkemelere başvurup rezil olamazsınız. En yüksek makama çıkıp derdinizi de anlatamazsınız, “Şuna bak,” denecek “Ne sufli bir mesele için şikayetçi olmuş!” Zaten aldığınız terbiye, iffetiniz böyle bir şeye müsaade etmiyor. Dolayısıyla en büyük mağduriyetler bu mahallede yaşanıyor.

Bu, adı konulmamış bir sömürüdür. Sizin emsalleriniz başka mahallelerde aldığınız ücretin beş katını alıyorlar; sizin adil ücretten, akde riayetten, ahde vefadan bahsetmeniz her şeyden evvel çok ayıp. Bizim mahallede sadece “hizmet” var. Hiç korkmayın, sevaplar yazılıyor ve karşılığı ahirette alınacak.

(Haşiye, 11: 1990’larda Turan Dursun’a karşılık öldürülme korkusuyla Hollanda’da altı ay kalma mecburiyetinde kaldığım sırada Rotterdam’da cemaat arasında büyük huzursuzluk vardı, sonunda oradaki gençler genel durumu iletmek üzere Almanya Köln’deki merkeze gitme kararı aldılar, beni de yanlarına götürdüler. İçlerinde Trabzonlu Naci isminde cin gibi biri de vardı, kendisi sözcü değildi, ekipte vardı. Rahmetli Osman Yumakoğulları –onunla eski tanışıklığımız vardı- müştekileri kabul etti. Ekibin lideri Mehmet, sorunlarını anlatmaya başladı ama daha cümlesini bitirmeden rahmetli Osman “-Bakın şu gök yüzüne bir çatlak görüyor musunuz? Her şey ne kadar mükemmel” deyip Mülk suresinden ayet mealleri okumaya başladı. Sözünü bitirince Mehmet kaldığı yerden aksayan işlerden bahsedecek oluyor, Osman yine güneş sisteminden, yıldızlardan, harikulade kozmosdan bahis açıyordu. Bu neredeyse bir çeyrek sürdü, olacak gibi değildi. Ben, kendimi tutamıyor, gülmemek için dudaklarımı ısırıyordum ki, Naci atıldı ve

-Osman abi, sorun gökte değil, yerde, ona gel dedi

Rahmetli bir an durdu, sonra bana dönüp

-Aliciğim, bu yeni nesil pek fena. Eskiden bir ayet iki hadisle idare ediyorduk, artık olmuyor, dedi, hepimiz kahkahalarla gülmeye başladık.)

Mesleki formasyonunuz ne kadar iyi olursa olsun, siz her zaman bu mahallenin çocuğusunuz, evin danasısınız. Kutuplaşmanın rant getirdiği bir ülkede siz hep bu mahallede kalacaksınız ve size biçilmiş statünüze rıza göstereceksiniz. Gerektiğinde ekranlara çıkıp “mahallenin namusu”nu savunmak göreviniz.

Sizi istişare toplantısına çağırmışlar. Bu adam evinden nasıl gelecek, nasıl dönecek, kimsenin aklına gelmez. İstediğiniz kadar konuyla ilgili önemli şeyler söyleyin, sizi şöyle bir dinlerler ama başka mahalleden biri davet edilmişse o zaten özel olarak getirtilmiştir ve söyledikleri bir incir çekirdeğini doldurmuyorsa bile yine de “-Aman efendim, ne kadar önemli şeyler buyurdunuz” denir. Bazan “Ulan keşke başka mahalleden buraya gelseydim” dersiniz.

(Haşiye, 12: Nitekim bir Maocu geldi, Maoculuguna İslami kılıf giydirip saçmalamaya başladı, saçmaları neredeyse Kur’an tefsiri diye karşılandı. Hala “Allah’ın diğer milletlere kendisini üstün yarattığını” iddia edip saçmalamaya devam ediyor. Benim onun mahallemize gelişinde günahım var, bir gün anlatırım.)

Şimdi bu şart ve kuralların geçerli olduğu bir mahallede nasıl özgür eleştiri yapacaksınız? Yürek ister, ciğer ister, başka şey ister.

Mahalle eleştirisi mukabil eleştiriye sebep oldu. Nuh Gönültaş, köşesinde sordu: “İyi de, bunları niçin 10 sene önce yazmadın, hem sen bugün eleştirdiğin kesimlerin teorisyeni değil miydin?”

Tabii ki siyasi mecrada İslamcı hareket içinde sahnede olan Milli Görüş’e yakınlığım vardı; Erbakan Hoca ile defalarca görüştüm, beni kaç toplantıya davet ettiğini hatırlamıyorum, ne var ki benim asıl etkinliklerim fikri mecra idi. Bu beni aktif-güncel siyasetin dışında tutuyor ve elbette daha objektif ve eleştirel bakmamı sağlıyordu. İsteseydim daha ilk yıllarda siyasete atılır, vekil seçilir, belki bakan da olurdum.

(Haşiye, 13: Zaman’ın İstanbul Büro Şefi iken, bir gün Tayyip bey beni ziyarete geldi, kendisiyle beraber siyasete atılmamı, önümüzdeki seçimlerde seçilebilecek bir yerden birinci sırada aday göstereceğini söyledi. Ona teşekkür ettikten sonra, biraz da şaka ile “-Başkan” dedim, “İnan evi idare etmesini bilmiyorum, Türkiye’yi idare edecek yerde ne işe yarayacağım. Ben kendimi fikri hayata, yazarlığa hasrettim, ama size dışarıdan her zaman lojistik/fikri destek vereceğim. Ne zaman bana işiniz düşerse memnuniyetle hazırım” dedim. Tayyip beyle tanışıklığımız çok eski, 1970’lere dayanır, İstanbul Büyükşehir Belediye seçimlerini kazanınca ona siyasi-kültürel danışmanlık yaptım. İslam Düşüncesi Konferansları ve Doğu’dan Batı’dan aylık toplantılarla 1990’larda dünyada belli başlı entelektüelleri, filozof ve aydınları İstanbul’a getirtip Tayyip beyle tanışmalarını sağladım. Turan Dursun’un öldürülmesi üzerine mukabil şahıs olarak beni öldürmek istedikleri anlaşılınca birkaç gün korumalar eşliğinde gezdim, iki hafta arkadaşların evinde kaldım, sonra Hollanda’ya gittim, üç gün sonra Tayyip bey geldi, oradaki Milli Görüş’ten arkadaşlara bana ihtimam göstermelerini söyledi, sağolsunlar altı ay hiçbir eksiğim olmadan orada yaşadım. Belki birgün yazarım, ben AK Parti’nin bazı temel politikalarını eleştirdim ama doğrudan Tayyip beyi hedef alan tek bir yazı yazmadım. Beni Tayyip beye düşmanlık yapmakla suçlayan savcıya her duruşmada, hangi yazımda Tayyip beyi hedef aldığımı sordum, tek bir yazı gösteremedi. Üçer kez ağırlaştırmış müebbet ve 15 sene hapis talebinde bulunan savcının bu konuda gösterdiği tek bir cümle vardı. O da bir yazıda “Türkiye bu gidişle otokrat yönetime doğru gidiyor” cümlesiydi. Savcıya göre bu Tayyip beye husumetin yeterli deliliydi.”

Günün siyasetiyle ilgili olmayan konular fikri ve teorik bir çerçevenin yeniden inşaını amaçlıyorsa, Müslümanların siyasi ve toplumsal bir proje olarak başkalarıyla bir arada yaşayabileceklerine, iktidarı paylaşabileceklerine dair görüşlerim dolayısıyla her seçimde yegane amacı Meclis’te birkaç sandalye kazanmak olan partiyle aramızda mesafe olacaktı, bu da doğaldı. O tarihlerde tartışmaya açtığımız konunun ana parametreleri bugün tek tek doğrulanmakta, sadece İslami çevrelerde değil, liberal ve sol çevrelerde yer alan çok sayıda siyaset bilimci ve aydın da aynı noktaya gelmektedir. Lakin “iktidar için iktidar mücadelesi” verenler için “iktidar paylaşımı” zinhar yasaktı, ağza bile alınamazdı.

(Haşiye, 14: O günkü gibi bugün de belli başlı muhafazakar-dindar kesimler ve onlara eşlik eden radikaller, her metni literal okuyan Selefiler için “iktidar paylaşımı” düşünülemez. Hala kahir ekseriyet Medine modelini Müslümanların tahakkümü veya mutlak siyasi hakimiyeti şeklinde anlamaya devam ediyor,  Buna aslında “Müslüman milliyetçiliği” demeli. Kur’an’ın açık beyanına rağmen (5/Maide, 43) bu çevreler, Hz. Muhammed (s.a.)’in Medine’de “hem hakem, hem hakim” olduğunu iddia edip, sonunda herkesin belli bir Müslüman zümrenin anlayışının mutlak hakimiyeti altına girdiği otoriter ve totaliter bir yönetimi savunmaya devam ediyor. Kendileri iktidar olursa herkesi kendi iktidarları altına alacak, yeryüzünü cennete çevirecekler.

Oysa İslam mesajın amacı şu veya bu anlayışa ve mezhebe bağlı Müslüman zümrelerin herkes üzerinde hakimiyet kurması değil, herkesi Allah’tan başka her varlığa, otoriteye, doktrine karşı özgürleştirmek, ahlakı tesis etmek, hukuku ikame etmek, ihtiramı yerleştirmek, adil bir dünyanın kurulmasına öncülük etmektir. İslami mesajı milliyetçilerin ve sekterlerin iktidar oldukları her yerde kendileri için cennet inş ettiler ama onların cenneti ötekiler için cehennem oldu. İslam odur ki, her kul ve canlı Allah’ın koruyucu rahmeti ve adaletli yönetim altında kendi varoluşunu özgürce yaşayabilsin ve sevabı veya günahı, imanı veya küfrü dolayısıyla –başkalarının hak ve hukukunu ihlal etmedikçe- hesabını sadece Allah’a versin. Muharip olmayıp muahid olan, Hilfu’l fudula üye olabilecek her dinden ve gruptan insan bu küresel iktidarın ortağı ve banisi olabilir.

Ben bunları Tih çölünde sürgün cezasına çarptırılmış olanlar için yazmıyorum, bu nesli tevhidin ve özgürlüğün, adaletin ve paylaşımın değerini bilecek olan pek yakında sahneye girecek olan nesiller için yazıyorum.

Hz. Muhammed’in geliştirdiği modelin benzeri görülmedi, o kendi sosyolojik bloku üzerinde hakim, diğer sosyolojik bloklar üzerinde hakemdi. (Bkz. Ali Bulaç, Medine Sözleşmesi, 2. Bsm, İstanbul-2020, s. 126 vd.)

O günkü gibi, bugün de muhafazakar-dindar kesimler “demokrasi”yi araçsallaştırıyorlar, gerçi İslamcı kesimlerin tümü için demokrasi bir araçtır ve kendi sınıflarını, zümrelerini iktidara taşıyan yöntemdir. Çıkar ve baskı grupları dünyanın her yerinde demokrasiyi bu seviyede algılamkat ve kullanmaktadırlar. Ama Ebu’l vakt olma iddiasında olan Müslüman bu sahtekarlığa iltifat etmemeli. Geçen zaman içinde hem Türkiye’de hem Batı’da çok şey değişti, köprülerin altından çok sular aktı. Bugün artık aklı başında hiç kimse demokrasiyi bir dünya görüşü, bir felsefe veya bir yaşama biçimi olarak algılamıyor, tam aksine sürekli gelişen ve değişen bir süreç görüp, siyasetin bu önemli tekniğinin siyasi çoğulculuk yanında kültürel ve toplumsal çoğulculuğa da nasıl elverişli hale getirilebileceği konusu üzerinde duruyor. Benim üzerinde durduğum konu, salt bireye, vekalete ve çoğunluk kararlarına dayalı klasik demokrasinin tamamen aşınıp yerini devlet, yönetim, siyaset ve iktidar ilişkilerinin yeniden tanımlandığı farklı bir demokrasinin kültürel ve toplumsal çoğulculuğu da içeren yeni  tanımıdır. Benimle el yordamıyla “meşru, doğru ve hepimiz için yararlı (ma’ruf) olan”ın ne olduğunu fırtınalı bir fikri serüven içinde arayan ve hala bu arayışını sürdüren çileli bir nesil var.

O tarihlerde bu neslin ( 5-0 mağlup doğanların nesli) geliştirmekte olduğu fikri çerçevenin “bizim mahallenin kurmayları”na ulaştığını, onların bu konular üzerinde yeterince zihin yorduklarını sanmıyorum; bu yönde hiçbir somut belirti yok. Onlar için bir an önce iktidar lazımdı. Hani Anadolu’da bir laf var: “Bana bir koca lazım, hem de bu gece lazım.” Hemen o geceden hamile kalan bizimkiler ahlaksız dindarlık, milliyetçi Müslümanlık ve 12 Eylül 1980’lerde MGK’da sözü edildiği üzere “Emekli generallerden ve ilkokul çocuklarından başka taraftarı kalmamış Kemalizmin” avdet etiği bir Türkiye doğdu.

Biz 1970’te beynimizi düşünce akreplerinin istilasına açtık, 2000’de de hala “mutlak hakikate ulaştık, işte tamamlanmış bir proje” diyebilecek durumda değildik. Buna mukabil kurmayların her zaman mutlak projeleri olmuştur. Her dönemde fikri cehdin kapılarını kapatarak beyinlerini taşlaştırmış olanların kolay çözümleri olur. Fakat bunların politik projelerinin tamamı Soğuk Savaş döneminden kalma ve batılılaşmanın İslamileştirilmesi bağlamında üretilmiş modellerin bir tekrarıdır. Bu “Başarısızlığın İslamileştirilmesi”ydi, başarıldı.

İnançlarımızdan ve ideallerimizden hiç şüphe etmedik, ama bilgilerimizin yeterliliğinden ve görüşlerimizin isabetinden her zaman şüphe ettik; bu yüzden daima arayış içinde olduk. 2000’lerin başında mahallenin periferisinde ve merkeze yakın katmanlarında yaşayanların bu fırtınalı fikri serüvene karşı duyargaları açıktı. Gövdenin can damarları orada atıyor, bu katmanda birikmiş duygu ve bilgi birikiminden hayat fışkırıyordu. Eğer o gün yaşamakta olduğumuz “politik bir kriz”den söz etmek mümkün idiyse, bu “rahat zihinler” ile “arayan ve araştıran (taharri halindeki) zihinler” arasındaki çatışmaya işaret ediyordu. Bir gün bu enerji politik merkeze akacaktı.

O günkü mahalle ile ilgili yazdıklarım bunlardı.

X

Şerif Mardin’in büyük tartışmalara yol açan mahalle baskısı kavramı bir anda iktidarı İslamcılık’tan istifa edip muhafazakar demokrasiye terfi etmiş kadrolara kaptıran Kemalistlere, derin devlet odaklarına son derece kullanışlı geldi, Mardin, görünürde bunu amaçlamamış olsa bile, 80 –hatta İttihatçıları da eklersek- 90 yıllık iktidarın beyaz seçkinlerinde bir hamle daha yapma güdüsünü harekete geçirdi.

Aradan 17 sene geçtiyse de, bugün şu soruya cevap aramak anlamlıdır: Sosyoloji ve sosyal bilimler değerden bağımsız etkinlikler mi? Bilim insanlarının iddiaları ne olursa olsun, bilimler sonunda gidip politik amaçların arka planını oluşturmuyor mu?

Ben, sosyal olayları ve olguları anlamaya ve tanımaya çalışırken, “dış güçlerin hain müdahalesi” iddialarına ve aktörlerin “mutlak kötü niyetleri”ne itibar etmem. Bu iki faktör açıklama malzemesi olarak kullanıldığında bizi yanıltır, zihin tembelliğine, konformizme sürükler. Tabii ki daima dış faktörler ve aktörlerin niyetleri önemlidir ama bunlar “belirleyiciler” kategorisinden çıkarılıp miktarlarınca hesaba katılmaları icap eder.

Buradan bakınca gerek Şerif Mardin’in gerekse yüzlerce yazıyla tartışmaya katılanların, politik kaygılardan uzak, sadece kendi hatırına “mahalle baskısı”yla ilgilenmediklerini düşünüyorum. Nitekim Şerif Mardin’le son buluşmamızda onun “kovuklarından çıkanlar ve cihadı terörle ilişkilendirmesi” kavramın değerden bağımsız olmayıp politik bir temaya dayandığına kesin kanaat getirdim.

Evet, her mahallede baskı olduğu doğruydu ama ben mahalle baskısından kurtulmanın yolunun özgürlüğün ve ihtiramın korunduğu adil şahitliğe dayalı eleştiri ve sivil inisiyatiften geçtiğine inanıyorum.  27 Nisan öncesinde Mardin’in bahsettiği “öteki (dindar) mahallenin baskısı”ndan kurtulmanın yolu askeri e-muhtırada geçmiyordu.

Artık eskisi kadar işler kolay değildi, “Genç subaylar rahatsız” retoriğine karşı “Genç siviller rahatsız” söylemi öne çıkmıştı, 100 senedir iktidar ateşiyle yanıp tutuşan “Öteki Türkiye” de iktidarı kolayca “Resmi Türkiye”ye bırakmaya niyetli değildi.

Konuyla ilgili son yazımız yine Şerif Mardin’le bağlantılı “kovuklarından çıkan barbarlar ve kenti yağmalayan bedeviler” olsun.