Müslüman dünyanın genel bir krizin içinden geçtiği açık. İslam dünyasının tamamı mahiyetçe benzer bir krizi yaşıyor aradaki fark mahiyette değil, formdadır.
Derece farkıyla olsa bile, söz konusu kriz İslam’ın değil, Müslümanların krizidir. Kriz, menşei itibariyle epistemolojik veya medeniyete ilişkin gözüküyorsa da –Yunan medeniyetinden farklı olarak Müslüman dünyanın epistemolojik veya medeniyet tasavvurundan kaynaklanan tematik sorunlarından söz edilemez-, derin entelektüel sorunlar yaşandığı açık. Asli paradigmayı oluşturan temel bilgi ve kurucu ilkelere sadakat gösterildiğinde Yunanlıları pek meşgul eden bilginin kaynağı ve değeri konularında zihinsel bir karışıklığın yaşanmaması beklenir, ne var ki, özellikle son iki asırdır Müslümanların içine düştüğü zihni karışıklık bu türden bir sorunu doğurmuş bulunmaktadır.
Fikri ve entelektüel krize mahiyeti itibariyle yakından bakıldığında, buna, daha doğru bir ifade ile, “kelami/felsefi kriz” demek daha isabetli olur. Müslümanlar Batı dünyası karşısında mağlubiyetlerin hâlet-i rûhiyesi içinde; ne cevap verebiliyor ne meydan okuyabiliyorlar.
İkinci düzeyde söz konusu olan “ahlâki kriz”, üçüncü düzeyde de “sosyo-politik kriz” yaşandığında şüphe yok. Bunun belirgin göstergeleri bir arada yaşama yetilerimizi kaybetmiş olmamız ve neredeyse İslam dünyasının çok yönlü bir çatışma içinde debeleniyor olmasıdır.
Konuyla ilgili altını çizmemiz gereken son husus, Müslümanların krizinin sadece kendilerinden kaynaklanmayıp küresel düzeyde sürmekte olan çok yönlü sorunların da bunda hayli derin etkilere sahip olduğu gerçeğidir. Belki diğerlerinden farkı İslam dünyası krizi daha derinde hissediyor, bunun acısını daha çok yaşıyor.
İster küresel faktörler ister iç dinamikler olsun, sonuçta bir kriz yaşanıyorsa hepimizi sorması gereken sual şu olmak durumundadır: Bu krizi nasıl aşabiliriz, aşmanın yöntemleri, imkânları nelerdir?
İslam dünyasını tek kelime ile ifade etmek icap ederse çatışan ve birbiriyle boğuşan bir dünya diyebiliriz. Mevcut durumda 10 alanda İslam dünyasında soğuk ya da sıcak çatışmalar yaşanıyor. Din ve mezhep mensupları arasında (şii, sünni, selefi,vahhabi); etnik gruplar arasında (Türk, Kürt, Arap, Fars, Peştun, Özbek. Cezayirli, Berberi vd.); yöneten ve yönetilen arasında (Arap baharında görüldüğü gibi); yoksul ve zengin arasında (sınıfsal); ülkeler arasında (İran, Irak, Suriye, Yemen meselesinde olduğu gibi); cemaatler ve sivil toplum kuruluşları (stk) arasında çatışma yaşanıyor (hatta bir cemaat kendi içinde de çatışıyor); laik-antilaik arasında, kadın-erkek arasında ve en sonunda da mülteciler ve ulusal/ırkçı ahali arasında çatışmalar yaşanıyor.
Çatışmaların tabii ki kelâmi, fıkhi boyutları; tasavvufa ve tarihimize ilişkin sebepleri de vardır. En önemli sebeplerden biri, hakikatin temellükü! Bir grup, “Hakikat bendedir; ben Nûh’un gemisiyim, bana tâbi olan kurtulur!” demek sûretiyle hakikati mülkiyetine geçiriyor. Böyleleri için kendi fikrinin -ki bu özel bir din görüşü, seküler bir doktrin, ideoloji veya mezhep ya da tarikat olabilir- herkese benimsetilmesinden başka yol yok. Çünkü kendisinin hakikate sahip olduğunu, ülkenin nasıl yönetileceğini en iyi kendisinin bildiğini veya herkesten çok ülkeyi sevdiğini iddia ediyor. Kendisine tâbi olmayanı tekfir veya hain ilan ediyor.
Tekfir veya ihanet suçlaması mutlakiyetçiliğin açığa vurumudur. Söz konusu mutlakiyetçilik sonucunda birbirimizle konuşamıyor, anlaşamıyoruz. Hakikati temellük edenle ona sahip olmayan eşit değildir. Diyalog kuramayınca, müzakere edemeyince aramızda sözleşme de akdedemiyoruz. Bu durumda kolayca bir tiran başımıza geçiyor, hepimizi kendi sultası altına alabiliyor.
Bunun tipik örneği Irak’tır. Otuz beş sene Baasçılar ve Saddam Hüseyin demir yumrukla Irak’ı yönetti, Amerikalılar geldi, Saddam’ı kovdular. Irak birbirine girdi. Kürtlerle Araplar, Şiilerle Sünniler bir türlü kendi aralarında bir toplumsal sözleşme yapamadılar. Sanki kendi kendimize şunu telkin ediyoruz: Hobbes’un ya da Machiavelli’nin dediği gibi bir arada yaşayabilmemiz için başımızda mutlak bir kral olması lâzım. Bizi ancak bir tiran, bir despot bir arada tutabilir, aksi hâlde birbirimizi yiyor, birimiz diğerinin kurdu oluyor.
İslam ülkelerinin tamamında halkın en yüksek düzeyde değer verdiği şey dindir ama siyasetin, ticaretin ve statülerin en çok istismar ettiği de dindir. Söz konusu istismar ve suiistimaller toplumun geniş kesimlerinde kopuşlara, küskünlüklere, dinden uzaklaşmalara yol açıyor. Sıradan insan “Müslümanlık buysa ben yokum, Müslümanlıktan vazgeçiyorum!” diyor. Şimdilerde giderek aktüel önem kazanan deist-agnostik eğilimler görmezlikten gelinemez. Temel prensip “iyilik ve takva üzerinde dayanışma” olması icap ederken Müslümanlar, tam aksine birbirlerinin aleyhinde “kötülük ve düşmanlık üzerinde ittifaklar kuruyorlar” (5/Maide, 2).
İnsanlar yenilir, mağlup olur. Her okuduğumda Hz.Nûh’un “Ya Rabbi, mağlup oldum” (54/Kamer, 10) demesi beni çok etkiler. Mağlup olması, davasının çürük olduğu anlamına gelmez. Yahya ve Zekeriya peygamberler şehid edildiler. Müslümanlar tarihte iki büyük mağlubiyet yaşadılar. Biri Moğol, diğeri Haçlılar mağlubiyeti. Dışarıdan bakıldığında bir tür İbn Haldun’un sözünü ettiği durumda görünüyoruz. O mağlupların galipleri taklit ettiğini söylüyordu, onlarda kendilerinde olmayan bir güç vehmettiklerinden onlardaki gizil gücü elde etmeleri durumunda tekrar güç sahibi olabileceklerini düşünürlerdi. Fakat bu analizde biri teorik, diğeri pratik iki sorun var. Teorik olarak birinin kullandğı güç diğerine veya herkese fayda sağlamayabilir, potansiyel güç aktif hale geleceği öznenin bedenin yapısına bağlıdır; diğeri tarihte Müslümanlar Moğollara yenildi ama galip Moğollar mağlup Müslümanları taklit edip Müslümanlaştı. Haçlılara da yenildik, iki yüz sene Ortadoğu’da devletler kurdular. Aradan uzun zaman geçse de Müslümanlar tekrar ayağı kalktı. Selahattin Eyyubi’nin ferasetli komutası altında onları kovdu.
Üçüncü büyük yenilgimiz 19. Yüzyılda yaşandı. Bu sefer yere düşen Müslümanlar, mağlubiyetinin sebebini dinlerinde buldular. Zaafını, yenilgisini, trajedisini kendilerinde değil, dinlerinde aramaya başladılar ki, bir dinin kendisi itibariyle bir topluma güç ve onur katması ile bir toplumu güçten düşürüp zillete mazur bırakması düşünülemez.
Gerçek sebebi dinin kendisinden çok belki zaman içinde yozlaşan din anlayışında aranabilir ve bu elbette muhtemeldir. Nitekim İslam ülkelerinin neredeyse zaaf ve çöküntü hali içinde ortak bir kaderi paylaşması sorunu başka yerlerde aramamız gerektiğini işaret ediyor.
Eski Sovyet Birliğinde, bir bölümü Hıristiyan, bir bölümü Müslüman ülkeler vardı. Sovyetlerin çöküşünden sonra Hıristiyan devletlerden Belarus hariç diğerleri iyi kötü sosyo politik düzenlerini reformlardan geçirdiler. Standartlarını yükselttiler, ekonomilerini düzelttiler. Kimisi Avrupa Birliği’ne üye oldu, temel hak ve özgürlükleri teminat altına alan anayasalar yaptılar. Sovyetlerden kopan Türki-Müslüman ülkelerde ise yönetimde bir iyileşme olmadı, yer yer eskisini aratır oldu.
Müslüman dünyanın sosyo politik krizin kaynaklarına inildiğinde, ilk teşrih masasına yatırılması gereken sorunun “demokrasi konusu” olduğunda neredeyse ittifak var. Katıldığımız bu durum tespitinden hareketle biz de birkaç yazıda “İslam ve demokrasi” konusunu ele almaya çalışacağız.